33. İstanbul Film Festivali’nin programında yer almış iki mütevazi yapım, yaz aylarının en zayıf vizyon haftalarından birini şenlendiriyor. Bunlardan ‘Ben, Kendim ve Annem’, ilk kez 2013 yılı Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkmış ve şenliğin ‘Yönetmenlerin Onbeş Günü’ isimli yan bölümünden iki ödülle dönmüştü. Film ülkesi Fransa’da sinemalarda gösterilmeye başladığında büyük ilgiyle karşılandı. Seyircinin yoğun ilgisinin yanı sıra Fransız Sinema Endüstrisi’nin Oscar’ları olarak kabul edilen César’lara 10 dalda aday gösterildi. Bunlardan en iyi film dahil beşini kazanmayı başardı.
Fransız popüler sinemasının 2013 yılındaki bu büyük süksesi, bir tiyatro uyarlaması. La Comédie Française kökenli Guillaume Gallienne’in özyaşamsal öyküsünden yola çıkarak yazdığı 75 dakikalık tek kişilik oyun, yazarın annesi ile yaşadığı sevgi/nefret ilişkisi üzerine bir hesaplaşmadır. Diğer iki erkek evlâdını ‘oğullarım’ diye çağıran madam Gallienne, Guillaume’u adıyla çağırmaktadır. Filmin ve temel aldığı oyunun, dilimize ‘Oğullarım ve Guillaume, Yemeğe!’ (Les Garçons et Guillaume, à Table!) olarak çevirebileceğimiz özgün adında vurgulandığı üzere. Erkek kardeşlerinden farklı olan Guillaume, kadınların dünyasında çok daha mutludur. Annesi de onu bir kız çocuğu gibi yetiştirme yolunu seçer. Oyun ve film, Guillaume’un çocukluk ve ergenlik yıllarının cinsel kimlik arayışı ve türlü kararsızlıklarının hikâyesidir.
Gallienne oyunda olduğu gibi filmde hem kendini, hem annesini başarıyla canlandırıyor. Ancak anlatı tiyatro oyunu kalıplarından başarılı bir biçimde sıyrılmış. Bu açıdan Gallienne’in yönetmenlikteki ilk deneyiminden yüzünün akıyla çıktığı söylenebilir. Filmin esas sorunu, Freudyen açılımlı bu hesaplaşma metninin bir bulvar komedisi hafifliğinde ele alınmış olmasında. Bu tek kişilik şovun sahnede izlendiğinde çok daha eğlendirici olduğunu da bir not olarak düşelim.
Başka bir anne ve oğulun hikâyesini anlatan haftanın ilgiye değer bir diğer filminin yönetmeni ise Avustralyalı Jennifer Kent. Bu da bir ilk film. Bir dolu sinema ve televizyon filminde oyuncu olarak rol almış olan Kent’in ilk uzun metrajı, övgüyle karşılanmış 2005 yapımı kısa filmi ‘Monster’ın (Canavar) izinden gidiyor. Siyah beyaz bu kısa film etkileyici bir gotik hikâye anlatır. Annesiyle birlikte yaşayan küçük Samuel evin içinde bir canavarın gezindiğinden söz etmektedir. Oğlunun söylediklerine kulak asmayan anne, evde tekinsiz bir varlığın farkına vardığında dehşete düşecektir. Bizde ‘Karabasan’ adıyla gösterime giren ‘The Babadook’, bu kısa hikâyenin uzatılmış versiyonu. Bu defa babanın yokluğunu ve ailenin yaşadığı trajedinin nedenini öğreniyoruz. Jennifer Kent’in ürkütücü denemesi sinema tarihinin ünlü korku filmlerinden alıntılarla süslenmiş. Filme özgün adını veren Babadook ve içinden çıktığı masal kitabının karakterleri Alman dışavurumcu sinemadan kopup gelmişler. Genç anne televizyonda korku filmleri izliyor. 1946 yapımı Lewis Milestone gerilimi ‘The Strange Love of Martha Ivers’ ya da İtalyan Mario Bava’nın 1963 yapımı kült korku filmi ‘I Tre Volti della Paura’dan kimi sahneler, The Exorcist’ izleğini temel almış ‘Karabasan’ın türün meraklılarına selâm sarkıtan bölümleri. Küçük oyuncusu Noah Wiseman’in sevimliliğinden büyük ölçüde yararlanan yönetmen, aralara ‘Home Alone’ numaraları katmayı da ihmal etmemiş.
(19 Ağustos 2014)
Ferhan Baran