Çok genç yaşta, 24 yaşındayken trajik bir ölümle sonsuzluğa giden James Dean, ölümünü hisseder gibi üç filmde peş peşe oynadı. Üç filmle unutulmaz olan bu efsane oyuncuyu “Cennet Yolu”, “Asi Gençlik” ve “Devlerin Aşkı” filmleriyle saygıyla anıyoruz.
James Dean, Indiana-Marion’da 8 Şubat 1931’de doğdu, 30 Eylül 1955’te Kalforniya-Cholame’de öldü. Bu ölüm trajikti. Yeni aldığı üstü açık Porsche 550 Spyder spor arabasıyla hız denemesi yaparken feci bir kazayla öldü. Yanındaki arkadaşı ağır yaralı kurtulmuştu. Discovery belgesel kanalında James Dean’ın ölümü üzerine bir belgeselde, bu kazada onun hatası olduğu tüm ayrıntılarıyla gösterilmişti. Warner Bros., yatırım yaptığı bu geleceğin büyük oyuncusu olacak James Dean’ı peş peşe filmlerinde oynattı. Warner Bros., O’na Porsche’ye binme konusunda yasak koysa da, O bir yolunu bulup hız denemesini yaptı. Yönetmen George Stevens, “Giant-Devlerin Aşkı” filminin montajını yaparken acı haberi alıyor ve kalbi duracak gibi oluyor. Daha 24 yaşında ve önünde uçsuz bucaksız Hollywood olan bir genç çocuk göçüp gitti bu dünyadan. Hızlı yaşadı, genç öldü ve ölüsü de yakışıklıydı. Herhalde bu lâf O’na çok yakışıyor. Sinema O’nu çok özlüyor.
“Cennet Yolu…”
Kayseri doğumlu ölümsüz Rum yönetmen Elia Kazan’ın John Steinbeck’ten uyarladığı 1955 yapımı “East of Eden-Cennet Yolu”, muhteşem James Dean’ın da ilk filmiydi. Kaliforniya’nın Pasifik kıyılarında geçen bu film, bir Habil’le Kabil hikâyesini anlatıyor sanki. Bu filmi, 1997’deki 16. İstanbul Film Festivali’nde Beyoğlu Emek Sineması’nda görmüştük. Sinema perdesinde gördüğümüz en muhteşem sinemaskop filmdi bu. Adeta gözlerimiz perde üzerinde bir köşeden bir köşeye dolaşıp duruyordu. Filmin renk tonları da kahverengiyle sarı arasındaydı. Yıllar sonra bu filmi yeniden izlerken aynı renk tonlarını bulduk. Filmin görselliği ve ışık düzenlemeleri de ilham vericiydi. Zaman zaman kasvet duygusu da yaşatıyordu ışığın parçalı düştüğü mekânlar. Filmin atmosferinde dolaşırken bunları yazabilmek heyecan veriyor. Filmin senaryosunu Paul Osborn yazmış. İnsanı hemen etkisi altına alan fotoğraflarsa da Ted McCord’dan. İç dünyaların içindeki fırtınaları dışarıya taşıyan senfonik müzikleri de Leonard Rosenman bestelemiş.
1917 yazı. Kaliforniya’da tarımla uğraşan Salinas’la balıkçılıkla geçinen Montery arasında 15 mil var. Bu iki kasabayı, kıyıdaki ihtişamlı kayalıklarla dağlar ayırıyor. Adeta bu iki kasaba arasında bir duvar bu kayalık ve dağlar. Montery’nin yabancısı liseli bir genç Cal (James Dean), western filmlerdeki süslü kadınlar gibi giyinmiş bir yaşlı kadını takip ediyor filmin girişinde. Babası Adam Trask (Raymond Massey), anneleri Kate’in (Jo van Fleet) öldüğünü ve cennetin doğusunda olduğunu söylemiş oğulları Cal ve Aron’a (Richard Davalos). Kate’in annesi olduğunu öğrenmiş Cal, onun toplumda iyi bakılmayan bir iş yaptığını keşfediyor. Westernlerdeki “saloon”lara benzeyen mekânda randevuevi de işletiyor Kate. Genç Cal, babasının neden yalan söylediğini anlamaya çalışıyor. Sadece bu değil. Neden Aron’a o kadar çok severken, neden kendinden bu kadar nefret ediyor? Annesinden de gerçeği öğrenmeye çabalıyor Cal. Eve geç geldiğinde babası, İncil’deki beşinci ayetteki “Sela” suresini okuyor “kötü oğul” Cal’e. “İyi oğul” Aron da orada. Kamera hafifçe sola yatıyor bu anlarda. Işık düzenlemeleri de dramatik etkiyi çoğaltıyor. Baba Adam, oğullarına İncil’de geçen adları koymuş. Onun için iyi olmak iyi dindar olmakla aynı. Baba, sebzelerin bozulmaması için buzhane kurmaya çalışıyor. Ürünlerin trenle taşınırken de vagonların buzdolabına dönüştürmek istiyor sebzelerin taze kalması için. Aron’da güzel Abra’yla (Julie Harris) çıkıyor. Onun Cal’le iletişim kurduğunda bu ilişkiden emin olmadığı fark ediliyor. Kafasının içi de Aron konusunda karışık Abra’nın. Cal’in yanında kendini rahat hissediyor. Aron, tıpkı babası gibi ve din onun için her şeyden önemli.
İncil’deki ayeti okuduktan sonra Cal, annesi Kate’i gördüğünü söylüyor. Baba, ona bir hikâye anlatıyor. Annesinin melek ve iyi insan olduğunu söylüyor. Annesi babasını neden terk etmişti? Abra’nın zihninde yaşadığı karmaşa gibi miydi bu? Babasının büyük sevgisinin Aron’a gitmesi Cal’de büyük öfke doğuruyor. Sadece Cal’in nefret içinde olduğunu düşünmeye başlarken, asıl nefretin Aron’da olduğu fark ediliyor. Aron, kıskanç ve paylaşmaya katlanamayan bir genç. Sadece Abra’nın Cal’e ilgi duyması değil. Abra’yı Cal’den kıskanması elbette doğal. Ama bu derinlerdeki öfkeyi de dışarı çıkartıyor. Marol hasatı, Stark ailesini de iflâsın eşiğine getiriyor. Demiryoluna çığ düştüğü için tren yolda kalıyor buzlar içindeki sebzeler de bozuluyor. İşte bu sıralarda Amerika, süren 1. Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı savaş ilân ediyor. Genç erkekleri savaşmak için askere çağırıyor ordu. Baba da iflâs ettiği için askerlik şubesinde çalışmaya başlıyor. Çiftçilerin tarlada kalmasını da savunuyor.
Gerçeği öğrenen Cal, babasını iflâstan kurtarmak için fasulye işine girmeyi plânlıyor. Montery’deki annesini ikna edip işe giriyor ve savaş nedeniyle çok para kazanıyor. Babasının doğum gününde kazandığı parayı O’na vermek istiyor. Ama yine yanılıyor. Babasının öfkesi hâlâ derin. Adam, Cal’in Kate’i hatırlattığı için mi bu kadar nefret dolu oğluna. Cal, Aron’a yanına alıp annesine götürüyor. Aron’ın zihnindeki “melek anne” görüntüsü çöküyor ve hayal kırıklığıyla iyice sarhoş olup askere yazılıyor. Bu baba için büyük bir yıkım. Biricik oğlunu kaybetme endişesi O’nu felç yapıyor. Ama yanında sevmediği oğlu Cal kalıyor. Bu filmde, insanı korkuya düşüren derin ırkçılık ve linç kültürü de seyirciye hatırlatılıyor. Kasabanın iyi insanlarından Alman göçmeni Albrecht’e karşı çoğalan korkunç öfke. Alman aksanıyla konuştuğu İngilizceyle kendilerini eğlendiren Gustav Albrecht (Harold Gordon) şimdi en kötü insan ve linçle yok edilmeli. Hasat zamanı kasabada kurulan panayırda bu sarsıcı durum ortaya çıkarken, bozulan dönme dolapta kalan Cal ve Abra, ilk defa öpüşürken, Abra da ruhunun Cal’le buluştuğunu anlıyor o an.
Filmin görselliği gerçekten insanı estetik anlamda etkiliyor. Yönetmen Kazan bu filminin ışık düzenlemelerini siyah-beyaz film tadında oluşturmuş. Özellikle iç mekânlarda ve geceleyin dış mekânlarda bu hissi veriyor. Bir an kendimizi ustanın 1951 yapımı siyah-beyaz “A Streetcar Named Desire-İhtiras Tramvayı” filminin estetiğinin içinde bulduğumuzu sandık. Dramatik ışıklandırma ve fonda duyulan çığlığı andıran tınılar, Cal’in içindekileri yansıtıyormuş gibi. Gündüz yansıyan dış mekânlarda sarı ve kahverengi tonlar daha bir öne çıkıyor filmde. Bu başyapıt, mutlaka sinema belleğine alınmalı. Filmden gelen sıcaklık içimizi ısıttı, ruhumuzu dinginleştirdi. Bu dönemin “Ike” Eisenhower ve McCarthy dönemi olduğunu unutmayın. Aralık 1955’te “Cennet Yolu” ülkemizde vizyona girdi. Jo van Fleet, Akademi’den “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında Oscar kazanmıştı.
“Asi Gençlik…”
Nicholas Ray’in yönettiği 1955 yapımı “Rebel without a Cause-Asi Gençlik” filmi, bir gündüz ve iki gecede geçiyor. Gecenin içinde iyi giyimli ve sarhoş Jim Stark (James Dean), kuklayla oynarken, kırmızı renkteki ön jenerik de geçip gidiyor. Ardından polis sireni duyuluyor ve sarhoş Jim, çocuk bürosuna getiriliyor. Orada, kendine “Eflatun” diyen Meksika kökenli John (Sal Mineo) ve güzel Judy’yle (Natalie Wood) tanışıyor. John ateşli silâh kullanmış. Çocuk psikolojisinden anlayan Ray (Edward Platt), Judy’nin gecenin bir yerinde neden sokaklarda yalnız dolaştığını anlamaya çalışıyor. Judy, annesini (Rochelle Hudson) o pek sevmiyor. Belki de babasını (William Hopper) onunla paylaşmak öfkelendiriyor onu. Her zaman dudaklarından öptüğü babasını artık öpemiyor ve babası onun bu davranışlarını iyi karşılamıyor. Jim de babası Frank’a (Jim Backus) öfkeli. Sert ve kuşatıcı olmadığı için belki de. Annesi Carol’un (Ann Doran) her şeye hâkim olması öfkelendiriyor onu. Tüm kararların onun vermesi. Babasını tıpkı kılıbık gibi görüyor ve onun gözünde yücelmesini istiyor Jim. John’un bu dünyada dadısından başka kimsesi yok. Babası, Çin Denizi’nde savaşta ölmüş bir kahraman. Anneyse ortalarda yok. Onların şefkatini arıyor John. Bu filmin senaryosunu, yönetmenin hikâyesinden Stewart Stern yazmış. Müzikleri de Leonard Rosenman bestelemiş. Kameramansa, özellikle gecenin içinde klostrofobik sinemaskop fotoğraflar oluşturan Ernest Haller.
Yeni taşındıkları Los Angeles’ta okuldaki ilk günü de başlıyor Jim’in. Sabah yolda bekleyen Judy’yi görüyor Jim. 1946 model siyah Ford Coupé arabasıyla onu etkilemeye çalışsa da, sevgilisi Buzz ve çetesi arabalarıyla orada bitiyorlar. Jim, gün içinde okulda çetelerin olduğunu da öğreniyor. Buzz (Corey Allen), Jim’e sıcak bakışlar gönderen Judy’yi ondan kıskanıyor. Judy, “sert erkek” Buzz’la takılsa da babası gibi karizmatik ve müşfik bir erkek arıyor. Belki de Jim’de şefkat duygusunu görüyor Judy. Okulun yenisi Jim, sevdiklerinin kendisine Jimmy ve Jamie demelerinden de hoşlanıyor. Sonra Judy de öyle diyor Jim’e. Okuldaki uzay gözlemevindeki sahneler de etkileyici. Hocanın, dünya, hayat, kâinat üzerine felsefi ve bilimsel konuşmalarına kulak vermek iyi gelebilir. Okuldaki uzay gözlemevinin önünde Jim ve Buzz bıçaklı kavgaya tutuşuyor. Buzz, Judy’nin karşısında bu mağlûbiyetle aşağılandığını düşünerek, Jim’i gece tepeye çağırıyor. Orada uçuruma doğru araba sürmeyi teklif ediyor Buzz. Beyaz tişörtünü ve kırmızı montunu giyen, altına da mavi Levi’s kotunu çeken Jim, siyah Coupé arabasıyla tepeye gidiyor. Kırmızı, aşkı ve şiddeti; maviyse, huzur arayışını ve kaosu; beyazsa, yenilenmeyi ve yeniyi simgeliyor sinema psikolojisi açısından. Yenilenme ve yeniye umut, finalin açık olmasıyla anlamlaşıyor. McCarty’nin çöken karabulutlarının dağılacağı umudu. Ama yönetmen, şimdilik de olsa bilinmezlik devam ediyor diyor açık uçlu finaliyle. Jim, kırmızı montu giydikten sonra finale kadar bunlara dokunuyorsunuz. Bu gece gerçekten uzun ve bazıları için de trajik. Buzz’ın çetesi de tepede yerini almış heyecan içinde. Buzz ve Jim, eski arabalara biniyorlar ve uçuruma doğru hızla sürüyorlar arabaları. Siyah montlu Buzz’ın kolu, arabanın kapı koluna takılıyor ve trajedisine doğru uçuyor uçurumdan. Çetede panik başlıyor ve kaçıyorlar. Jim, Judy ve John (üçünün de adı J’yle başlıyor), sakinler ve onlar da oradan ayrılıyorlar. Eve gelen Jim, televizyon karşısında uyuklarken buluyor babasını salonda. Divana uzanıyor. Annesi merdivenlerden inerken kamera Jim’in gözleriyle yansıtıyor bu anı. Terse dönmüş kamera yavaşça doğruluyor anneyi gösterirken. Dönem içinde öncü bu biçim alıştırması.
Suçluluk hisseden Jim, çocuk bürosuna gidiyor ve dün gece kendini sorgulayan sivil polis Ray’i arıyor, ama bulamıyor. Çetenin üç elemanı onu karakola girerken gördüğünden telâşa kapılıyor. Sonra da Jim’in peşine düşmeye karar veriyor elemanlar. John da çetenin Jim’e zarar vereceklerini öğrendiğinde evdeki tabancayı alıyor ve küçük motosikletiyle o da Jim’i aramaya koyuluyor. Evet gece uzun. Buluşmuş Jim ve Judy, terk edilmiş çok odalı malikânede hayaller kuruyorlar. John orada olduklarını anlıyor. Bu anlardan sonra her şey trajik bir yöne doğru gidiyor. Çünkü John’un üzerinde tabanca var. Çete de onların izini buluyor. Daha sonra da polisler geliyor malikâneye. İki genç, Jim ve Judy, bu malikâneyi dolaşırken, John da çeteyle kavgaya tutuşuyor ve çeteden de bir genci yaralıyor. Özellikle gecenin derinliğindeki geniş final bölümü, gerçekten sinemada az bulunur görkemlilikte. Günümüzdeki yeni Hollywood yönetmenlerinin neden etkileyici filmler çekemediklerini bu anları yaşadığınızda anlıyorsunuz. “Asi Gençlik”, sinemada özel eserlerden. Bir armağan. Randal Kleiser’in 1978 yapımı “Grease” müzikalinin, “Asi Gençlik” filminden hayli ilham aldığını da hatırlatalım. “Asi Gençlik”, sonsuza kadar ilham verecek herkese. Çete elemanlarından Goon’u Dennis Hopper oynuyordu. Onu tanımak kolay değildi. Kasım 1956’da “Asi Gençlik” ülkemize de uğramıştı.
“Devlerin Aşkı…”
George Stevens’ın 1956 yapımı “Giant-Devlerin Aşkı” filmini seyrederken, insanın üzerine hüzün çöküyor. James Dean, bu filmin çekimleri biterken trajik trafik kazasında ölmüştü. Filme bakarken zaman zaman gözlerimiz doldu. Film, Edna Ferber’in romanından uyarlanmış. Senaryoyu da Fred Guiol ve Ivan Muffet ortak yazmışlar. Bir izlenimci ressam gibi sarının tüm tonlarını perdeye yansıtan kameraman William C. Meller’in görüntüleri de çok özel. Besteleriyse büyük müzisyen Dimitri Tiomkin yapmış. Filmde zaman geçişlerinin çoğunu arabaların, eşyaların, giysilerin değişimiyle anlıyorsunuz. Yönetmen, hikâyesini yoğunlaştırılmış kurguyla anlatmış. Bu yüzden görüntüde değişen nesneler çok önemli. Dikkat dağılırsa küçük bir kaos yaşanabilir zihinde.
Film 1900’lerin başında başlıyor. Bu destansı film, hikâyesini günümüze, 1950’lere kadar uzatıyor. Teksaslı sığır çiftçisi Jordan Benedict “Bick”in doğudaki Maryland’e trenle gelişiyle başlıyor her şey. Ama filmin kırmızı yazılarla yansıyan ön jeneriği de çok özel. Sonsuz gibi uzanan Teksas’ın çorak sarı toprağında su kuyuları ve gölete gelen sığırlar görünüyor önce. Bir zaman sonra da bu su kuyularının yerini kara altının kuyuları alıyor. Sinemada gördüğümüz en özel ön jenerikti bu.
Trenden inen Bick’i (Rock Hudson), Dr Horace Lynnton (Paul Fix) karşılıyor ve onu malikânesine götürürken, atın üzerindeki onunla, güzeller güzeli Leslie’yle (Elizabeth Taylor) göz göze geliyor Bick. Aşk başlıyor. Çıktığı David’e (Rod Taylor) ısınamamış Leslie, Bick’in aşkına cevap vererek kız kardeşi Lacey’nin (Carolyn Craig) mutluluğuna yol açıyor. Bu aşklarda herkes mutlu oluyor. Elbette bu hayat ve ilişkilerde iniş ve çıkışlar olacak. Filmde, Bick’le Leslie’nin yıllara yayılan beraberliği, bir kadınla bir erkeğin ilişkilerinde olan birçok şey yansıyor. Bick, dış görüntüsünün tersine sert, toprak adamı. Bick, Maryland’e çiftliği için at almaya gelmiş. Leslie’nin siyah “Savaş Rüzgârı” atıyla Leslie’yi alarak vahşi batıya, Teksas’a, Reata’ya dönüyor. Bu dönüş balayından sonra oluyor. Yeşillikler içinde büyümüş Leslie, sarı çorak bu vahşi doğaya uyum sağlaması ve kuralları da öğrenmesi gerekiyor. Jordan’a çiftlikte Bick diyorlar. Bick’in ablası Luz da (Mercedes McCambridge) çok sert. Tam bir toprak kadını o. Tüm sevgisini sığırlara vermiş. Yeni doğmuş buzağılara damga basılınca en büyük hazzı yaşıyor. Elbette birden ortaya çıkan Leslie, onu huzursuz ediyor. Ya çiftlikteki iktidarını kaybederse? Bir de Bick’in hiç sevmediği, ama Luz’un koruduğu Jett Rink (James Dean) var. Ağzından sigara, elinden viski düşmüyor hiç. Tam bir kovboy o. Bu dünyada sadece kamyoneti olan Jett, bu çiftlikte çalışıyor. Yapayalnız, fakir, öfkeli, hırslı, ihtiraslı, “cool” ve büyük bir âşık o. Luz da Jett gibi öfkeli ve ihtiraslı. Belki de bu yüzden bu dünyada ruhları buluşmuş ikisinin. Luz, buzağılar damgalanırken kıskançlık yüklü ihtirasıyla Leslie’nin “Savaş Rüzgârı” atından çıkarmak istiyor öfkesini, ama trajik sonundan da kaçamıyor. 600 dolarlık değersiz çorak araziyi de Jett’e miras bırakmış Luz. Elbette Bick bundan hoşlanmıyor, ama Jett’e bu hayatta sahip olabileceği bir şeyi bırakmak istemiyor. Kendini Brick’in öfkesinden daima korumuş Luz’un hatırasına da saygı duyuyor. Bick, karısını Meksikalılardan uzak durması için uyarsa da, iyi yürekli Leslie, Jett’le beraber yerli köylüleri ziyarete gidiyor. Orada çok hasta bebek olan Angel’i görüyor ve yaşaması için çaba gösteriyor. Yıllar sonra, 2. Dünya Savaşı’na katılan Angel’in (Sal Mineo) cenazesi Amerikan bayrağına sarılı olarak vatanına, Teksas’a geliyor. Bick’in Meksikalılara öfkesi, bir zamanlar bu toprakların, Teksas’ın onlara ait olması belki de. Irkçılık ve ayrımcılık en başından hissettiriliyor seyirciye. “İyi” olanların bile zihinlerinin derinliklerinde bu sapkınlık olabiliyor.
Leslie, ikiz bebek doğuruyor. Biri erkek, diğeri kız. Jordy ve Judy adını koyuyorlar. Çok geçmeden Luz adında bir kızları daha oluyor. Bick, oğlunu bir kovboy gibi yetiştirip çiftliğin başına geçirmek istiyor. Plânlar her zaman istendiği gibi olmuyor. Yıllar geçiyor ve oğlu Jordy (Dennis Hopper) tıp okuyor, Meksikalı güzel hemşire Juana’yla (Elsa Cardenas) evleniyor ve karısını tüm ırkçı saldırılardan korumak için mücadele veriyor. Güzel Jordy de (Fran Bennett) çiftlik işlerini seven gururlu Bob’la (Earl Holliman) evleniyor. Öfkeli ve hırslı Jett’in arazisinde bir şeyler oluyor. Jett, su kuyusundan petrol sızıntısını fark ediyor. Petrol kuyusu kurarken herkese borçlanıyor. Umudunu kestiği bir anda kara altın fışkırıyor. Artık her şeyin en iyisine sahip Bick’e dersini verebilecek Jett’e. Hızla yükseliyor. İmparatorluk kuruyor. Jett, sonunda Bick’i de ikna edip, onu da petrol işine çekiyor. Bick beklemediği bir zenginliğe ulaşıyor, uçak bile satın alıyor çok geçmeden. Filmin derinliklerinde bir şey fark ettik. Jett Rink’in adının baş harfleri “JR” oluyor. TRT’de 1980’lerin başında “Dallas” dizisi yayımlanıyordu. Teksas-Dallas’ta petrolcü bir aile anlatılıyordu ve çiftlikleri de hayli meşhurdu. Orada JR Ewing vardı. JR adı, Jett Rink’ten ödünç almış gibi. Karakterleri de birbirine yakın gördük.
Aslında bu filmin iki finali var. İlki, Jett’in otelindeki partiyle Teksas’taki sahneler. Juana önce otele alınmıyor, sonra da otelin kuaföründe Meksikalı olduğu için saçı yapılmıyor. Artık Bick ve ayyaş Jett’in son hesaplaşması olması gerekiyor. Ama Jett öyle aciz görünüyor ki, Bick ona acıyor. Jett, salona geldiğinde sızıyor. Az da olsa ayıldığında boş masalara en büyük aşkı Leslie’yi itiraf ediyor. Jett, Leslie’yi gördüğü ilk andan beri umutsuzca sevmiş. Otel odasında Bick’le Jordy’nin ırkçılık üzerine konuşmalarına kulak vermek gerekiyor. Bu konuşma, çölün ortasındaki çavuşun lokantasında karşılığını buluyor. Çavuş, Juana’yı gördüğünde ırkçı refleksleri ayaklanıyor ve Bick, bu yeni düzende ırkçılıkla kavga ediyor. Bick, bir şeyi fark ediyor. Geçmişin kompradorlarının, yani toprak ağalarının artık bu yeni düzende yerinin olmadığını. Yeni kompradorlar, petrolcüler yeni düzenin ağaları. Salonda Bick’in aynı beşikte ayakta duran iki torununa baktığı sahne filmin en güçlü anı. Meksikalılara benzeyen bebekle beyaz Amerikalılara benzeyen bebek yan yana ve aynı yerdeler. Orada beyaz kuzuyla siyah buzağı da var. Irkçılığa karşı da en büyük tokatlardan biriydi bu sahne. Yavrular, dilleri, dinleri, ırkları ve türleri ne olursa olsun yan yana ve iç içe olabiliyorlar. Kötü yapansa önyargı yüklü kültürler. Ezelden gelen bu önyargıları kışkırtansa, beyazların elinde olan gazeteler, televizyonlar, radyolar, sinemacılar, reklâmcılar. Ülkemizdeki gibi. Amerika, ırkçı ve ayrımcı bir yer. Ülkemiz gibi. “Devlerin Aşkı” filmi, McCarthy döneminde çekildi. McCarthy baskıları olsa da demokrasi çok güçlü Amerika’da. Çünkü denetim her şeyden önemli orada. Büyük James Dean’dan hatıra kalan bu üç filmi seyretmek ve üzerine yazmak gerçek anlamda onur yaşattı.
Bu filmin orijinalinde James Dean, “cool” haliyle yavaş ve mırıltılı sesle konuşuyor. Maalesef Türkçe dublajda bu gözden kaçmış. Eskiden, 1970’li ve 80’li yıllarda sinemada ve TRT’de filmlerdeki dublajlar özenli olurdu. Şimdilerdeyse dublaja pek itina gösterilmiyor maalesef. George Stevens, Akademi’den “En İyi Yönetmen” dalında Oscar aldı bu filmle. Aralık 1957’de “Devlerin Aşkı” ülkemizde vizyona çıktı.
(12 Ağustos 2013)
Ali Erden