Örik’ten, Nahit Sırrı Örik’ten başlamak istiyorum. İlk kez bir Honore de Balzac çevirisi okumuştum Örik’ten: Vadide Zambak. Bu romanın -Fransa’da- filmi yapılmıştır, bilmiyorum ama Örik’ten daha sonra okuduğum ilk telif eserin -bizde- filmi yapıldı. Sultan Hamid Düşerken / Abdülhamid Düşerken (Ziya Öztan). İlk isim romanın ilk yayınlandığı zamanki adı, sonradan -her ne hikmetse- adı ikincideki biçimi aldı ve filmi de bu isimle çekildi. Bu arada Örik’te yolculuğum devam etti, roman ve öykü olarak ulaşabildiğim eserlerini okudum, bu arada Kıskanmak’ı da okudum.
Demirkubuz ile, Zeki Demirkubuz ile devam ediyorum. İlk filmi -epeyce sözü edilmişti- C Blok’un içine giremedim -ki bu filmi hem anlamadım, hem sevmedim; bir rastlantı sonucu kendisi ile tanışmak olanağım oldu, sadece tanıştık. Sonra -hâlâ unutulmayan- Masumiyet geldi. Filmin adının başına tire içinde yazdığımdan sonra, bu filmden daha nasıl sözedebilirim ki? Ama söz etmeden de geçemeyeceğim, filmi seyredince, -o unutulmaz- Halûk Bilginer’in Güven Kıraç’a yaptığı monoloğ’un başlı başına bir film konusu olduğunu düşündüm. Demirkubuz, -sinemamızda başka örneği var mı?- bu düşüncemi bende bırakmadı ve -bir filmlik flash back- olarak Kader’i yaptı. (Yoksa “kader”in başlangıcı mı?) Araya giren diğer filmlerini saymıyorum ama hepsini izledim, nasıl Örik -roman ve hikâye olarak- ne yazdı ise, okumaya çalıştımsa, Demirkubuz’da ne çekti ise izlemeye çalıştım.
Kıskanmak’ın sinemaya uyarlanacağını, hele Demirkubuz tarafından yapılacağını öğrenmek, beni heyecanlandırdı ve beklemeye başladım. Filmin vizyon tarihi belli olduktan sonra, romanı yeniden okudum, Demirkubuz’un Kıskanmak’ına hazırlanmak için.
Önce, Demirkubuz’a yapılan bir eleştiriye cevap vermek istiyorum. Film Cumhuriyet’in onuncu yılına ulaştığı bir zamanda geçiyor. Bu gün için, geçmiş bir tarih ve buna sadık kalınarak yapılacak bir film, ister istemez dönem filmi olacaktı. Filmin günümüze -adapte(!)- edilme önerisinde bulunanlar oldu. Yaprak Dökümü’nün ve Aşk-ı Memnu’nun (televizyonda da olsa) halleri ortada. Demirkubuz, romanın zamanına bağlı kalmış, çok da iyi yapmış. İlk defa, kendi özgün senaryolarının dışında kalan bir uyarlama yapmış. Yapmamalı mı idi, -her özgün yönetmen “o noktaya” gelebilir, bir Dostoyevski’ci olan Demirkubuz’un geldiği o noktada ilk önce Örik’e el alması da hiç beklenmedik bir şey değil.
Romanların sinemaya uyarlanmaları, o romanı filme çekmek değil, sinemada yeniden “yazmak”, yeniden kurmaktır. Romana sadık kalınabilir, bu romancının adınında filme katılmasını haklı kılar ama romandan hareketle (esinlenmekle) “önemli değişiklikler” -eklemeler, çıkarmalar- yapılırsa, yine yazarın adı kullanılacaktır fakat bu kez roman, yeni bir forma girmiştir, yeni bir filme kaynaklık etmiştir.
Kıskanmak (Demirkubuz) sinemanın gerekli kıldığı değişiklikleri yapan, romana sadık bir film. Seniha, ağabeyi ve yengesi yanında, kaderine razı, içine kapanık, evi idare eden, yaşamında zikzaklar olamayan biri gibi tanıtılır başlangıçta. Gün gelirde -ne oldum delisi- Nüzhet, Mükerrem’in yaşamına girene dek. Gözünün önünde oynanan oyunun farkına varınca, ağabeyine yönelik çocukluğundan kalma “kıskanmaları da” gün ışığına çıkar; -bunun filmde pek üzerinde durulmaz, belki romanda olmayan “fotoğraflara bakma” sahnesi dışında… Genç, güzel, dişi Mükerrem’in “eşine” ihaneti, ağabeyi Halit’i de hedefe koyan, ikisine yönelik bir sürecin başlamasına neden olur. Plânlı programlı intikam, “soğuk yenilmek zorunda kalınan bir yemeğe” benzetilir, Seniha’nın kıskançlığı da, bu kabil bir yemek yeme sürecidir. Üç kişilik aile dağılacak, Seniha yıllar sonra tek başına, bu kez ölümünün ağabeyinden önce olmamasını dileyecektir.
“30’lu yıllarda” diye tarih belirterek başlayan filmdeki, konuşmaların şekli eleştiri konusu oldu. Nasıl konuşmaları gerekirdi? Zaten ağırlıklı olarak bugünki dil ile konuşuluyordu, araya serpiştirilmiş bazı konuşmalarda da o günlerin (30’lu yıllar) kelimelerinin kullanılmasına takınılmasını anlamak mümkün değil. Ayrıca kulağıma çarpan o eski kelimelerin yanlış kullanımları bile var -“kabil” olması gereken kelime bir yerde “kâbil” olarak kullanıldı…- (Bir tane daha var -dı?) Bunun bilerek mi yapıldığını düşünmedim değil…
İlerlemiş yaşına rağmen evlenememiş Seniha, Mükerrem’in Nüzhet ile ilişkisini sezinledikten sonra, Mükerrem’in kendine açılmak istemesi üzerine konuşmaları sırasında, yıllar önce, hiçde beğenmediği bir adamla girdiği ilişkide “bakireliğini yitirdiğini” anlatır. Oysa -filmde olmayan- bir olay daha vardır, filmde ilk olduğunu söylediği ilişki ikinci bir ilişkidir. İlk ilişkisi, ağabeyi Halit’in yurt dışında tahsilde olduğu sırada, komşularından biri Seniha’ya talip olur, “erkek” çocuğun tahsilde olması nedeni ile, “çirkin” kız için yapılacak masraf göze alınmaz ve “gelen teklif” geri çevrilir ama Seniha talibi ile mektuplaşma fırsatı bulur ve bir gece bahçedeki kameriyede buluşurlar, Seniha bakireliğini burada yitirir. Bu komşu Cemil Şevket’tir. Cemil Şevket, Selim İleri’nin “Cemil Şevket Bey, aynalı dolaba iki el revolver” isimli romanının kahramandır ve -roman bir biyografi olmamakla beraber- Nahit Sırrı Örik’ten başkası değildir. Böylece Kıskanmak bir roman uyarlaması olmaktan başka ilginçlikler de içermektedir, içiçe geçmiş ilişkilerde.
Final… (filmde) açılışta bir Cumhuriyet balosunda Zonguldak taşrasının ileri gelen ailelerinin hanımları ilginç bir diyalog içindedir. Konu, baloya henüz teşrif etmemiş olan, sonradan görme ailenin herkesi -özelliklede kadınları- kendine meftun eden ve onlarla bir süre “bıkana kadar” gönül eylendiren yaşı yirmilere ulaşmış hâlâ lisede okuyan oğulları Nüzhet’tir ve Mükerrem şehre geleli bir ayı geçmesine rağmen Nüzhet’i görmediği gibi hakkında da bir şey duymamıştır, o gece tanışacak ve ilk danslarını yapacaklardır. Kapanışda ise, (romanda) Zonguldak’tan aldığı yolcularla Trabzon’a giden gemi güvertesinde Seniha, Samsun’a gitmekte olan bir kısım pavyon kadınının konuşmalarına tanık olur, konuşulan Ayten isimli birisidir. Bir süre sonra Ayten de ortaya çıkar -Ayten artık saçları sarı olan- Mükerrem’den başkası değildir, o da Samsun yolcusudur. Ve Mükerrem / Ayten, Seniha ile konuşmalarını yaparlar. Demirkubuz ikiliye benzer bir konuşmayı -ikili arasında- yıllar önce, kopmaları sırasında yaptırır. Filmde ise bu konuşma, gemi güvertesinde değil salonundadır ve beraber çalıştıkları pavyon işleten bir kişiden söz ederler, Ayten olayı hiç yoktur. Film, -Dostoyevski’ye de ilginç gelebilecek bir son ile- gemi kamarasında ekmek arasını yemeğini yiyen Seniha’nın aklından geçenlerle bitiyor: “Önümüzdeki yıllarda, ağabeyimin ölümünden sonra olmak üzere gittiğim kasabada ölmek isterim.”
Nüzhet… Romanlarda, tasvir edilen tipler / kişiler (kahraman) vardır, çoğunlukla da kadınlardan… Okurken -herkes gözünde farklı canlandırır ama- detaylı ve inadına kusursuz / güzel olarak verilirler. Kıskanmak’ta (Örik) bu, bu kez erkek (Nüzhet) olarak çiziliyor. Roman sinemaya uygulanırken “en zoru budur” sanıyorum, o tipi bulmak, oynamaktan önce bulmak, Kıskanmak’taki (Demirkubuz), Nüzhet; Kıskanmak’taki (Örik) Nüzhet değil… İki de (!?) roman var filmde, Seniha, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza’sını okuyor. Seniha’nın Polathane’deki evinde raflardaki kitaplar arasında “şahaser romanlar” serisinden çıkan Tolstoy’un Harp ve Sulh’u vardı (diğer romanların yanında). Film 1930’larda (başlayıp) geçtiğine ve arada Halit’in yedi buçuk yıl hapis yattığını hesapa katarsak 40’lı yılların sonunda, -50’li yılların sonunda yayınlanmış bulunan- Harp ve Sulh (şahaser romanlar) romanı biraz erken elde edilmiş bir kitap oluyor… (Bu detay “eleştiri” değil!) Demirkubuz, romanı uyarlarken, tarihine bağlı kalmış, doğru yapmış.
Kıskanmak tabii ki romanı ile karşılaştırılacak ama, o bir sinema ürünü ve finalin giderek etkisini artırışı, ilk gördüğümde şaşırdığım, giderek beğendiğim, kabûl ettiğim görüntüsü… bitirmenin, başlıbaşına bir “iş” olduğuna bir örnek.
(12 Kasım 2009)
Orhan Ünser