Hatırlayanlarınız vardır; 12 Eylül cuntasının başı, Kenan Evren, kendini öyle büyük görüyordu ki aynanın önünde, her şeyi yapabileceğini söylüyordu. Bir gün, bir sergiye düştü yolu… yok, o, bile isteye gitmezdi sergiye, muhakkak birileri “Efendim, halk sizi sanatla iç içe görmek ister.” deyip kandırmıştır muhakkak, çünkü işi başından aşkındı hep. Picasso diye anımsıyorum, ama fark etmez, bir başka ressam da olabilir, tablonun önüne gelip, ne olduğunu sorar. Yanındakiler anlatırlar… “Onu ben de yaparım.” sözleri çıkar, hep nefret yayan ağzından. Resimler yapar emekliliğine yakın. Çevresindekiler (siz onlara dalkavuk diyebilirsiniz) çok güzel olduğunu söyleyip satılabileceğini ileri sürerler. Resimleri satılır da… En çok da devletle işi olan, ihale peşinde koşan, kendisini göstermek isteyenler alır, çuval dolusu (gerçekten de çuval dolusudur, çünkü enflasyon nedeniyle onlu, hatta binli liralar yerini çoktan milyona, milyara bırakmıştır.
Tamam, tamam, acele etmeyin; o tabloların hepsi çöp değerinde bile değil artık. Bilmem, belki binlerce yıl sonrasına kalırsa “Bakın, bir darbe lideri kendini öyle yüksekte görüyordu ki, ressamlığa soyunmuş, herkese kendini güldürmüştü.” denilir.
Aynı yolu takip edenler de çıktı sonradan. Biri, “Tükürürüm öyle sanatın içine.” diye kendini ve kültürel değerini ortaya koyarken diğeri “ucube” diye nitelediği, belki de dünya barışını konu alan ve barış kapısını aralaması söz konusu anıtı küçümsedi.
Senaryo yazmak kolay mı?
Senaryo de nereden çıktı, diye sorabilirsiniz… Özgür Sanat Meclisi toplantılarının birinde, sohbet arasında konu sinemaya, oradan da senaryoya geldi. Ben senaryo yazmanın kolay olduğunu söyledim. Bir arkadaşım -ki, sinema alanında yetkin ve sözü geçen biridir- konusu, ritmi, kurgusu diye sıralayıp zorluğunu, hatta çok zor olduğunu ifade edince, “O öyküde de var, diğer tüm sanat dallarında olduğu gibi, senaryo yazmak teknik bir uygulamadır, ara ürün olarak geçer; en önemli belirleyicisi görselliğidir.” dedim. Tabii ki, orada kaldı o tartışma. Çünkü senaryonun aslı öyküdür ve öyküyü yazmadan senaryoya çeviremezsiniz. Öykünün de karakter yaratmaktan, mekân belirlemeye, olay örgüsünün birbirini takip etmesinden ritmine, kurgusuna ve daha birçok konuya dek önemli odağı vardır. Senaryolaştırmak, işte o öykünün görselleştirilmesidir… Neyse, dersimiz… şeeyyy, derdimiz o değil.
Bir Umut filmi…
Hepimizin bildiği gibi kitle iletişim araçları sadece basılı gazetelerle sınırlı değil, internetteki siteler de ilgi çekiyor, gündem belirleyip sorun çözümüne destek veriyor.
İnternetteki bir sinema sitesinin (daha önce “cinsiyetçi” yaklaşımı nedeniyle bir tartışma yaşandı ve sitesinden birkaç arkadaş ayrıldı, protesto ederek) patronu, Bir Umut filminin yönetmeni Ümit Köreken’e, “kötü senaryo” demiş. Ümit, nazik insan, ses çıkarmamış, hem basın gösteriminde hem de onca gazetecinin önünde, büyük olasılıkla yutkunmuştur içten içe… Ertesi gün, bir başka filmin basın gösteriminde, o ‘patron’ aynı konuyu yeniden gündeme getirerek, “Onun gibi yüz senaryo yazarım.” diye iddia etti. “Boş ver yüz taneyi, bir tane yaz getir, görelim.” dedim, kendimi tutamayarak. “Yazarım tabii.”, diye kabûl etti iddiayı. Bekleyeceğiz. Şimdi okurlar da duymuş olacak, onlar da bekleyecektir muhakkak.
Yaşar Kemal…
…ama önce Cervantes’ten aktarayım, Yaşar Kemal’e öyle geleyim, izniniz olursa… Derler ki, İspanya’nın ünlü yazarına, biri bir roman çalışması getirir; “Üstat, bir okusan da görüşlerini bildirsen, belki basılır da ben de hem ün, hem un kazanırım.” der. Cervantes, çalışmayı okur. Özünü çok beğenir, ama iyi işlenmemiştir ve okunamayacak denli kötü yazılmıştır. Oturur yeniden yazar aynı öyküyü: Don Kişot.
Şimdi Yaşar Kemal’e gelebiliriz… “Bir yaprağın düşüşünü altmış sayfada anlatır.” derler, gerçekten de betimlemeleriyle sadece bizim değil dünyanın en büyük “epope”lerinden, destancılarından biridir. Yaprağın öylesine uzun, heyecanlı, anlam katarak betimlenmesi okurların düş(ünce)lerinde görselleşir.
Tek cümlelik senaryolar da var…
Ümit Köreken’in, Nursen Çetin Köreken ile birlikte yazdığı senaryodan çektiği “Bir Umut”u çok sevdim. Senaryonun belirleyici olduğunu hepimiz biliyoruz. Önce sinopsis, ardından tretman, sonrasında yoğun bir çalışmayla oluşan senaryo yazmak -benim yukarıda dediğim gibi kolaysa da- alabildiğine zor bir süreçtir, yani dile kolay gelir.
Her ne kadar ara ürün de olsa, bu çetrefilli ve zorlu çalışmaya girmeden önce sinopsisle finansman bulmaya çalışır filmciler, yapımcılar. Birkaç cümleyle ikna edebilmeniz gerekir, çünkü parası olanlar kolay kolay kanmazlar süslü cümlelere… Buraya tam cuk oturacak bir anekdot aktarayım…
Bisiklet Hırsızları filmini biliyorsunuz, değil mi? Yeni Gerçekçilik akımını başlatan bu filmin öyküsü kısadır: İşsiz olan adamın işi için aldığı çok gerekli bisikleti çalınır; polis hırsızı kendilerinin bulmalarını söyleyince oğluyla karış karış dolaşarak bisikleti arar. Öykünün sahibi Cesare Zavattini, bu iki cümleyle kimseden para bulamaz. Vittorio De Sica, öyküye inanır, senaryolaştırma çalışmalarına da katılır ve yapımcı bulduğu gibi yönetmenliğini da üstlenir. O iki cümleden yola çıkan film, dünyanın en çok izlenen, en çok beğenilen, üzerine akademik çalışmalar yapılan filmlerinden biridir.
Çok uzadı, farkındayım…
İddia etmek kolaydır, iyidir de… Birileri sizi o iddiayı kanıtlamaya davet etmezse… Cervantes, Zavattini, De Sica, Yaşar Kemal iddialarını kanıtladı; sıra sizde site patronu.
(19 Mayıs 2023)
Korkut Akın
korkutakin@gmail.com