Kadıköy Sinematek / Sinema Evi baharı nefis bir program ile karşılıyor. Yalnızca İtalya’nın değil Dünya Sineması’nın efsanevi yönetmenlerinden Luchino Visconti’nin tüm kariyerini sergileyen toplu gösteri 03 Mayıs akşamı ustanın 1942 yapımı ilk uzun metrajı ‘Tutku / Ossessione’ ile açıldı. Yönetmenlik serüvenine başladığı bu film, ona asistanlığını yaptığı Fransız sinemacı Jean Renoir’ın önerdiği, Amerikalı yazar James M. Cain’in -ilerleyen yıllarda Hollywood’un ilgi alanına girerek iki kez beyazperdeye aktarılacak olan- ünlü kara romanı ‘Postacı Kapıyı İki Kere Çalar / The Postman Always Rings Twice’ın ilk sinema uyarlamasıdır. İtalya’nın Mussolini faşizmi altında sesini çıkaramadığı bir dönemde çektiği bu dönemine göre hayli cüretkâr sahneler içeren filminde Visconti metnin cinai altyapısının ötesine kayarak bireyler arasındaki tensel tutkuları gözü pek bir biçimde öne çıkarır. Onun sokaklara ve sıradan halkın gündelik yaşamına çevirdiği kamerası ile film yaklaşmakta olan Yeni Gerçekçilik akımının öncüsü olarak da anılacaktır.
1948 yapımı ikinci filmi ‘Yer Sarsılıyor / La Terra Trema’ ise savaş sonrası perişan İtalya’nın yükselen Yeni Gerçekçilik serüveninin başyapıtlarından biridir. Amatör oyuncular, doğal mekân ve ışık kullanımı ile öne çıkan yapım, toplumsal gerçekçi anlatımına süzülen görkemli plânlar ve alan derinliğini kullandığı çarpıcı mizansenleriyle sinema aleminin en büyük estetlerinden biri olarak anılacak Visconti’nin ilk karalamalarını yaptığı film olarak da anılır. Küçük kızından bir yıldız yaratma sevdasının peşine düşen, eşsiz Anna Magnani’nin canlandırdığı işçi sınıfından bir annenin popüler burjuva eğlence kültürü karşısındaki hayal kırıklığı üzerine kurulu ‘Güzeller Güzeli / Bellissima’ (1951) onun toplumsal gerçekçiliğin katı kurallarından giderek uzaklaşmaya başladığı ve tür sineması kalıplarına kapıyı araladığı üçüncü filmidir. Bu kopuş bir sonraki filmi ‘Günahkâr Gönüller / Senso’ (1954) ile kesinleşecektir. 19. yüzyılda İtalyan Ulusal Birliğinin gerçekleştiği süreçte geçen film, Visconti’nin tarihe Marksist açıdan yaklaşacak ünlü yapıtlarının ve de dramatik çöküş temasını müjdelediği operatik tutku ve ihanet filmlerinin ilki olarak sinema tarihine geçer. Takip eden 1957 yapımı Dostoyevski uyarlaması ‘Beyaz Geceler / Le Notti Bianche’, onun Rus yazara hayranlığının bir ifadesi olup, yapay dekoru ile filmografisinde ayrıksı bir yere sahiptir.
Visconti’nin tırmanan şöhretinde önemli bir atlama taşı olan 1960 yapımı ‘Düşman Kardeşler / Rocco e i suoi Fratelli’ geçim olanaklarını kaybetmiş Güneyli bir ailenin sanayileşmiş Kuzey’e göçüşünü ve onları bir arada tutan feodal bağların kapitalist düzenin çarkında çözülüşünün öyküsüdür. Sinemacının gözde temalarından biri olan çöküşün trajedisi 1963 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ile ödüllendirilen ‘Leopar / Il Gattopardo’ ile zirveye ulaşacaktır. Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın 1958 yılında ölümünden sonra yayımlanan romanından uyarlanan filmde anlatılan çağ yine sinemacının Marksist açıdan yorumladığı 19. yüzyıl Risorgimento dönemidir. Kendisi de soylu bir aileden gelen yönetmen aristokrasinin çöküş hüznünü Burt Lancaster’in canlandırdığı soylu Don Fabrizio’nun ölüm duygusu ile iç içe verecektir. Filmin 40 dakika uzunluğundaki ünlü balo sahnesi ise Visconti estetiğinin doruklarından biridir.
1967 yapımı ‘Yabancı / Lo Straniero’ yönetmenin bir diğer favori yazarı Albert Camus’nün ünlü varoluşçu romanının uyarlamasıdır. Tıpkı ‘Beyaz Geceler’ gibi onun filmografisinde ayrıksı bir yerde duran yapıt, Marcello Mastroianni’nin canlandırdığı Mersault’nun Cezayir sıcağındaki soğuk kayıtsızlığının tezatı ile uyandırdığı dehşeti yönetmenin atmosfer yaratmaktaki ustalığı eşliğinde verir. Bu filmin ardından giriştiği ünlü Alman üçlemesi ile Visconti yeni bir döneme girer. Krupp ailesini anımsatan çelik imparatorluğunun öyküsünü anlatan üçlemenin ilk filmi 1968 yapımı ‘Lanetliler / La Caduta Degli Dei Götterdämmerung’ sinemacının siyasi tarihe ilişkin gözde teması üzerinden ilerlerken, onun dışavurumcu estetiğini ön plâna çıkartır. İktidar, yozlaşma ve sapkınlığın dozu ile eleştirmenleri ikiye bölmüş bir çalışmadır bu. 1971 tarihli ‘Venedik’te Ölüm / La Morte a Venezia’ ile bir başka sevdiği yazara, Thomas Mann’a yönelecek olan sinemacı gözde temalarından ölüm ve güzellik ilişkisini irdelemenin peşine düşecektir. Besteci Aschenbach’ın duru güzelliğine vurulduğu genç Tadzio’nun erotizmine kapılışının ölüm arzusu ile buluştuğu unutulmaz finali ile belleklere kazınmış bu Visconti klasiği, Gustav Mahler’in eşsiz 5. senfonisinin kederli ezgileri ile sarmalanır. İngiliz oyuncu Dirk Bogarde müthiş performansı ile Aschenbach’a hayat vermiş, Visconti’nin seçmelerden bulup çıkardığı 16 yaşındaki Björn Andrésen bir gecede dünya sinemasının ilgi objesine dönüşür. Sonrasında, hislerinin hesaba katılmadığı bir ortamda bocalayacak olan genç delikanlının yaşamı, tanrısal güzelliğine hayran geniş kitlelerin elinde hoyratça hırpalanacaktır. Björn’ün yaşadıkları 2021 yılında ‘Dünyanın En Güzel Oğlanı / The Most Beautiful Boy in The World’ adlı trajik belgesel ile gündeme gelir. Visconti’nin başyapıtını ne kadar sevsem de, belgeselde tanıklık ettiklerimin ardından bu muhteşem filmi yeniden aynı duygularla izleyemediğimi buradan açıkça itiraf etmek isterim.
Alman üçlemesinin son ayağı olan ‘Ludwig’te (1973) bu kez gerçek bir tarihi kişinin öyküsünü beyazperdeye taşımaya niyetleniyor Visconti. Bavyera hükümetinin girişimi ile ‘deli’ olduğu gerekçesi ile tahttan indirilmiş II. Ludwig’in hikâyesi üzerinden ilerleyen ve dekadans estetiğin doruklarından biri olan filmde sanat ve estetik düşkünü eşcinsel kralı yönetmenin ‘Lanetliler’ ile dünya sinemasına tanıttığı son gözdelerinden Helmut Berger’in canlandırmaktadır. Visconti’nin İtalyan iklimine dönüş yaptığı 1974 yapımı sondan bir önceki filmi ‘Aile Tablosu / Gruppo di Famiglia in un Interno’ yine Burt Lancaster’in canlandırdığı yaşlı sanatseveri odağına yerleştirir. Sinemacının son keşfi Berger ile üçüncü kez çalıştığı yapımda ölüme yaklaşan yaşlı profesörün ile genç jigolo ile homoerotik yakınlaşması sinemacının gerçek hayatından izler taşır. Yönetmenin bizde 5 yıl gecikme ile görkemli Emek Sineması’nda gösterime girdiğinde ilk izleme şansını bulduğumuz 1976 yapımı vasiyet filmi ‘Masum / L’Innocente’ çöküş estetiği ile özdeşleşmiş İtalyan yazar Gabriele D’Annuzio uyarlamasıdır.
Sinemanın gelmiş geçmiş en büyük estetlerinden biri olarak anılan Luchino Visconti’nin televizyon için ve de 60’lı 70’li yılların modasına uygun olarak skeçli filmler için çektikleri dışında, kariyerinin az görülen 1965 yapımı ‘Sandra’ ya da ‘Büyük Ayı’nın Başıboş Yıldızları / Vaghe Stelle dell’Orsa’ haricinde yukarda sözü edilen 12 filminin tümünü içeren, 02 Mayıs ilâ 25 Haziran 2023 tarihleri arasında Sinematek / Sinema Evi salonunda izlenebilecek olan bu zengin retrospektifin tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde olduğunu düşünüyorum. Usta sinemacının 30 yılı aşkın baş döndürücü kariyerine yeniden tanıklık etmeyi beklerken, yukarda bahsi geçen isimler dışında Massimo Girotti’den başlayarak Alida Valli, Maria Schell, Jean Marais, Alain Delon, Annie Girardot, Claudia Cardinale, Anna Karina, Ingrid Thulin, Silvana Mangano, Romy Schneider, Giancarlo Giannini ve Laura Antonelli gibi üç kuşağın uluslararası yıldızlarının bu paha biçilmez serüvene eşlik ettiğini bir kez daha anımsatalım.
(06 Mayıs 2023)
Ferhan Baran