Ablası Charlotte ölüm döşeğindeki Emily’ye ‘Uğultulu Tepeler’i nasıl yazdığını sorar. Yanıtı gayet basittir: ‘Kafamdakileri aldım kağıda döktüm’. Brontë kardeşlerin ortanca olanının 1848’de ölümünden bir yıl sonra tamamladığı ‘Wuthering Heights’ sadece İngiliz edebiyatının kilometre taşlarından biri olmakla kalmayıp, dünya yazınının en güzel romanlarından biridir. Viktorya döneminin püriten ahlâk düzeni içinde sıkışmış, yaşadığı ıssız Yorkshire bozkırlarından dışarı çıkmamış içe dönük Emily, kimilerine göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük aşk romanını nasıl yazabilmiştir. Aşkın yanı sıra kin, nefret ya da öç alma gibi duygular ve patladı patlayacak cinsellikle dolu şiirsel metnin ilham kaynağı nelerdir. İngiliz asıllı deneyimli oyuncu Frances O’Connor ilk yönetmenlik denemesinde bu sorulara yanıt aramak, rüzgârlı bayırın gizemini, otuzuna dahi varmamış genç kadının şifrelerini çözmek ister gibidir.
Emily farklıdır. Sanatçı ruhlu erkek kardeşi Branwell gibi özgürlüğün fikirde olduğuna inanmıştır. Dini dogmaların, güven vermez politikacıların bitmek bilmeyen hengamelerinin ardında yaşanası bir hayatın düşünü kurarlar birlikte. Hayatta insanı mutlu kılacak tek hakikat sevmek ve sevilmek değil midir. Genç kız kendini garip bir balığa benzetir. Yaşadığı küçük göletin durgun sularında mahsur kalmak ister. Rahip babasının yardımcısı William Weightman ondan yağmurun ve tepelerin uğultuları arasından denizin, okyanusların sesini hissetmesini ister. Ve Emily yakışıklı adama deli gibi tutulur. Brontë kardeşlerin kurdele dükkânındaki kız çocuğuna benzettikleri Weightman, önceleri paniklemesine karşın Emily’nin çekincesiz duygularına karşı koyamaz. Ancak çok geçmeden bu dar çevredeki itibarı ve saygınlığı için endişelenmeye, ölümcül bir günah işlediklerini, Emily’nin şiirlerinde ve cinsel arzularında günahkâr bir yan olduğunu düşünmeye başlar.
Serbest yorumu ile ‘Uğultulu Tepeler’in hangi dürtüler altında kaleme alındığının izini süren İngiliz sinemacı, Emily’nin annesinin ruhuna büründüğü başlardaki ‘maske oyunu’ ya da istasyon şefliğine uğurladığı erkek kardeşine lavanta kokulu çamaşırların ardından vedası gibi çok başarılı iki sahne ile rüştünü ispatlıyor. Nanu Segal’in karakterlerin bastırılamayan tutkularına eşlik eden hareketli kamerası, gaz lambası ve mum ışığında çektiği loş iç mekânlar ve yağmurun durmak bilmediği koyu gri dış mekân görüntüleri kusursuz. Abel Korzeniowski’nin fırtınalı duyguların tınladığı müzik çalışması O’Connor’ın başarısında bir diğer önemli etken. Oyunculara gelirsek, son dönemin yetenekli kadın oyuncusu Emma Mackey tutkulu ve zihni hür Emily’de ışıl ışıl parlarken, Dunkirk’den hatırladığımız Fionn Whitehead erkek kardeşte, ‘Görünmez Adam / The Invisible Man’in psikopat Adrian’ı olarak izlediğimiz Oliver Jackson-Cohen papaz yardımcısında başarılı yorumlarıyla dikkat çekiyor.
Klasik BBC biyografilerinden farklı yaratıcı yapısı ile yılın güzel sürprizlerinden biri ‘Emily’. Bu farklı deneyimi tüm sinema ve edebiyat tutkunlarına öneriyorum.
(04 Kasım 2022)
Ferhan Baran
[email protected]