Türkiye’de sinema yazınının en üretken kalemlerinden Atillâ Dorsay, Remzi Kitabevi etiketiyle okuyucuyla buluşan son kitabıyla bir kez daha gündemde. “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”, yazarın 60’ların ikinci yarısından 2000’lere uzanan yazarlık serüvenine damgasını vuran kimi tartışmaları yeniden hatırlatıyor. Onat Kutlar’dan Halit Refiğ’e, Attila İlhan’dan Aziz Nesin’e, Vedat Türkali’den Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’e pek çok önemli isimle yaşanan anılardan ve polemiklerden süzülüp gelen kitabı, yazarıyla konuştuk.
“Bir cesaret işi” olarak tanılanması gereken, yazınımızda örneklerine çok da rastlayamadığımız bir kitapla okuyucuların karşısına çıktınız. “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”ın hangi ihtiyaçtan doğduğunu ve eseri kaleme alırken riskli bulup bulmadığınızı sorarak girelim söze.
1966’dan bu yana gazeteciyim. 27 yıl boyunca Cumhuriyet’te yazdım. Sonra kısa süreli Milliyet ve Yeni Yüzyıl serüveni, ardından da 2014 yılında “Emek Yoksa Ben de Yokum” diyene kadar kadar Sabah… Bu tarihten sonra, okurlara söz verdiğim üzere yazılı basında yer almadım; ama yazma serüvenini de noktalamadım. O gün bugündür T24’te yazmayı sürdürüyorum.
Kitabı yazarken riskli bir işe giriştiğimi hiç düşünmedim; çünkü bu bakış açısıyla hayat ve anılar da riskli bir bakıma. Ardımda kaç yıl bıraktığımı okuyucularımız sayabilir; bu süre içinde biraz da işim gereği sayısız tartışmanın ve polemiğin içinde buldum kendimi. Bunlar Türkiye’deki aydın kesimin, kültür ve politika üzerine halkı da bir biçimiyle etkileyen tartışmalarıydı. Bu deneyimi ülkemizdeki çeşitli dönemler masaya yatırılırken göz önünde bulundurulması gereken bir miras olarak görüp genç kuşaklara aktarmak istedim.
Kitapla ilgili genel olarak neler söylemek istersiniz?
Salihli’deki askerlik günlerinin ardından 1966’da İstanbul’a geldim. Sinematek günleriydi, bir taraftan da Yılmaz Güney’in merkezinde olduğu bir hareketlilik yaşanıyordu. Askerlik döneminde sayısız Türk filmi izlemiş ve önemli bir eksikliği kapatmıştım. Hemen, Onat Kutlar’ın başında bulunduğu, sevgili Şakir Eczacıbaşı tarafından desteklenen Türk Sinematek Derneği’ne üye oldum.
Hayatta sahip olduğum iki temel prensip de ülkenin entelektüel ve politik anlamda son derece canlı olduğu o dönemde gelişti. Öncelikle emeğe hep saygı duydum ve ırkçılıkla arama mesafe koydum. Solcuydum, bugün de dahil olmak üzere Marx’ı ve “Kapital”i hiç okumasam da sosyal eşitlik ilkesini benimsedim. Ülkeye dair özlemlerimiz vardı ve gelecekten umutluyduk. Sinemayı da edebiyatı da bu bakışla sevdim. Sonra 12 Mart geldi, toplumun bütünüyle sarsan 12 Eylül darbesi gerçekleşti.
Arka planında politik bakışın olduğu müthiş tartışmaların içine girdik o yıllarda. Başta Sinematek ve ulusal sinemacıların duruşundan kaynaklanan polemikler vardı ama tartışmalarımız bununla da sınırlı kalmadı. Örneğin, hadi Tunç Okan’ın “Otobüs” filmi neyse de, Fellini’nin “Amarcord”una ölçüsüzce saldıran, aynı görüşte olmakla birlikte kıyasıya eleştirdiğim Aziz Nesin; Atilla İlhan’la yine sinema merkezli esaslı restleşmemiz; Metin Erksan’la inişli çıkışlı ilişkimiz… Hayatımda Halit Refiğ kadar dediğim dedik bir adamla karşılaşmadım. Kitapta da vurguladım, evime ziyarete geldiği bir gün yaşadığımız bir tartışma sonunda beni hüngür hüngür ağlatmayı başardı! Sonra aradan yıllar geçti, hayranlıkla izlediğim “Hanım” filminin Altın Portakal’da ödül alması için kendisini savunmamdan dolayı, kardeşim dediğim Yavuz Özkan’la birbirimize girdik. Vedat Türkali’yle tanınmış kitabı “Yeşilçam Dedikleri Türkiye” üzerine polemiğimiz, Ertem Eğilmez’in bir söyleşisinde -affınıza sığınarak söylüyorum- bana “pe….k” demesi! Sonraki yıllarda Hıncal Uluç, Perihan Mağden, Nuriye Akman gibi gazetecilerle tartışmalarımız. Kitabımda bütün bunlara ve daha fazlasına yer verdim. Dediğim gibi, hayatım boyunca inançlarım oldu, bugün de var. Yazılarımı kaleme alırken bunlardan yola çıktım; ama kimi zaman garip şeylerle karşılaştım, beklenmedik isimlere cevap vermek durumunda kaldım. İki cilt olarak planladığım bu kitapta, 60’lardan 2000’e kadar olan dönemde yaşadığım tartışmalar bulunuyor.
Doğasında polemik, tartışma ve yer yer de kavgalar bulunan bir kitaptan söz ediyoruz. Okuyucuyla henüz buluşan eserinize ilk tepkiler nasıl?
Şu ana kadar kayda değer bir tepkiyle karşılaşmadım; ama ilk ciltte polemik yaşadığım isimlerden bir çoğu artık yaşamıyor. Sinematek – Ulusal sinema çevrelerinden kitapta yer verdiğim Onat Kutlar, Halit Refiğ, Metin Erksan gibi isimler artık aramızda değil. Aziz Nesin, Attila İlhan, Vedat Türkali, Yavuz Özkan gibi dostlarımız da öyle… Belki ilk cildin son bölümünde yer verdiğim Perihan Mağden, Nuriye Akman gibi isimler ve tartışmalar üzerine yorumlar gelebilir; ancak, “Övgüler, Sövgüler, Anekdotlar” adını vermeyi düşündüğüm ikinci kitap, içinde yer alacak olaylar daha güncel olacağı için yeni polemiklerin fitilini ateşleyebilir!
Sizin da vurguladığınız gibi, 60’lı ve 70’li yıllardaki tartışmaların önemli bir bölümünün merkezinde Sinematek ve Ulusal Sinemacılar bulunuyor. 2022’den geriye doğru baktığınızda konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?
“Ulusal Sinema”, ne dün ne de bugün kolaylıkla reddedilebilecek bir kavram değil; ama o yıllardaki savunucularının bunu bir parça basite indirgediklerini söyleyebilirim. Bu tartışmaların yapıldığı dönemde ulusal sinemanın bir halk sineması olduğu tezini savundular; oysa çoğunluğu cahil ve sinema sanatına yalnızca ticari bir gözle bakan bölge dağıtımcıları, Türkiye’de sinemanın ileriye gitmesine engel oldular. Düşünsenize, bu dağıtımcılar çekilecek filmlerin konularını belirliyor, hangi oyuncularla çekilmesi gerektiğine karar veriyor ve yönetmenlerin özgürce film yapmalarının önüne geçiyorlardı. Ben bu saflaşmada, çevremdeki pek çok aydın gibi Onat Kutlar ve Şakir Eczacıbaşı’nın cephesinde yer aldım; hatta sonradan, kitapta da yer verdiğim gibi, inatçı bir kişiliğe sahip olan Hıncal Uluç gibi isimlerle tartışma yaşadım. O yıllarda kıyasıya yapılan tartışmalar bir yana, dönemin önemli isimleriyle; Refiğ, Erksan ya da Atıf Yılmaz’la dost kalmayı başardım, husumet gütmedim.
Yılmaz Güney sinemamızı her dönemde tartışılan figürlerin başında yer alıyor. Son günlerde siyasetçilerin merkezinde yer aldığı bir polemikte de adı “lümpen” ve “katil” kelimeleriyle birlikte anıldı. Onu yakından tanıyan bir isim olarak Güney hakkında neler söylemek istesiniz?
Yılmaz Güney dostumdu. Son dönemini hapishanede geçirdi ve ben gerek Selimiye gerek de İmralı cezaevlerinde kaldığı dönemde ziyaretine gittim. Hayatımdaki en büyük üzüntülerden biri, Paris’e gitmek zorunda kaldığı yıllarda, öyle bir olanağım olmasına rağmen yanına gidememek olmuştur.
Onun muhteşem bir insan olduğunu söyleyebilirim. Gerçek bir dava adamıydı, görüşlerini son ana kadar kararlılıkla savundu. Filmlerinde de politik düşüncesinden izler vardır. Tek zaafı silahla dolaşmasıydı. Bazı haklı nedenlerle, her an bir saldırıya uğrayacağını düşünüyordu. Son olarak elini kana buladığı olayda da bunun kurbanı oldu; ancak olayın büyük bir tahrik sonucunda gerçekleştiğini vurgulayayım.
Yılmaz Güney öncelikle bir sinemacıdır. Filmlerinin önemli bir bölümünü hapiste yapmak zorunda kalan ender sanatçılardandır. Düşünsenize, o yıllarda dijital film üretimi söz konusu değil. Senaryosunu yazıp çekim planlarını ayrıntılarıyla oluşturduğu filmler, zor cezaevi koşullarında kendisine gösteriliyor, son müdahaleleri o olanaksızlıklar içinde yapmaya çalışıyor. Sinemamız adına çok önemli bir isimdir, bütün bu tartışmaların ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen sürmesi de bunu kanıtlıyor. Hatırlayacağınız gibi kendisiyle ilgili bir kitap yazmıştım. Şimdi, 80’lerden sonra ismi etrafında dönen tartışmaları da içerecek ikinci bir Yılmaz Güney kitabı yapmayı çok istiyorum.
Yeni projelerinizi merakla bekliyor ve üretimlerinizin daim olmasını diliyoruz. Son olarak, “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”ın ikinci cildinden söz edelim. O kitap ne zaman gündeme gelecek ve hangi konuları içerecek?
Teşekkür ederim, yeni cildin yazımı ve belge taraması halen devam ediyor; bir yıl içinde tamamlamayı umut ediyorum. İsmi muhtemelen “Övgüler, Sövgüler, Anekdotlar” olacak. Kitap, 2000’lerden sonra yaşanan kimi tartışmaları içerecek. Başlangıçta, ellerimle kurduğum SİYAD’la ilgili (Sinema Yazarları Derneği) beni çok yaralayan bazı olaylara da o kitapta yer vermek istemiştim; ama son günlerde bunu yeni bir kitapta anlatmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. O kitabın adı da “SİYAD Benim Aşkım” olacak. Orada, derneği hangi zor koşullarda kurduğumu ve hangi noktada teslim etiğimi ayrıntılarıyla anlatmak istiyorum. SİYAD’ın geldiği noktayı tasvip etmiyorum; onun, görevi hak etmeyen insanlar tarafından yönetilmesinden memnun değilim. Biliyorsunuz, yıllarca didinip, derneği saygın bir hale getirmeye çalıştım, sunuculuğunu da üstlendiğim ödül törenleri hazırladım. Hiç unutmam, bir ödül gecesinde Yıldız Kenter’e şarkı söyletmiştim. Dernek başkanlığından da kendi isteğimle, bayrağı genç arkadaşlara teslim etmek amacıyla çekilmiştim. Gelinen nokta beni hiç mutlu etmiyor. O kitapta bütün bunları kapsamlı bir biçimde anlatacağım.
(02 Ekim 2022)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]