‘Kara sevda uzun sevda
Mark dediğin yalan sevda
Köşeyi döndüm tam
Ölüm çıktı karşıma’
Adını Aras Ören’in yukardaki dizelerin yer aldığı aynı isimli şiirinden alan ‘Aşk, Mark ve Ölüm / Liebe, D-Mark und Tod’ dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nden başlayarak Almanya’da büyük ilgi toplamıştı. Bizde ilk kez gösterildiği 41. İstanbul Film Festivali’nde izleyicinin coşku ile karşılamış olduğu yapım halen sinemalarımızda gösterimini sürdürüyor.
Ailesi işçi olarak Bavyera’ya gelmiş olan 1976 doğumlu yönetmen Cem Kaya’nın 5 yıllık zorlu bir arşiv araştırma ve montaj sürecinin ardından kotardığı sıra dışı belgeseli, 60’lı yılların başlarında gurbet ellere misafir işçi olarak giden ilk kuşağın ve onların çocuklarının torunlarının, yalnızca ülkemizde değil Almanya’da da çok iyi bilinmeyen yaşam mücadelesini müzikal üretime odaklanarak anlatmayı seçiyor ve bu alanda eşi benzeri pek olmayan usta işi bir çabanın altından başarıyla kalkmasını biliyor.
Arabeks (2010) ve Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması (2014) filmleriyle tanıdığımız Cem Kaya’nın filmi 3 bölümden oluşuyor Liebe yani Aşk adlı ilk bölüm hasreti anlatıyor. 1961’de Almanya’ya gelen ilk neslin geride bıraktıklarına özlemlerinin müziğe dökülüşünü, bunun ilk örneklerinden olan aşık kültürünü irdeliyor. Tarih akıyor bu arada. Zor şartlar altında yaşıyor, adeta bir hayvan ya da faydalı musibet muamelesi görüyor ilk neslin işçileri. 600 bini kadın 2 milyon Türkiyeli işçi topluluğu isyanlarını aşıkların sazından yükselen protest şarkılarda yaşıyor: ‘Alamanya Alamanya, bizden uysal bulamanya’. Türkiyeli gurbet kuşları, Köln Bülbülü lâkabı ile bilinen Yüksel Özkasap’ın içli nağmelerine sığınıyor: ‘Almanya’ya mecbur etti yoksulluk beni beni’. Bu bölümde Cem Karaca’nın bizde pek de bilinmeyen Almanya serüveninden de hayli ilginç parçalar uğruyor perdeye. 80 darbesinde Almanya’da turnede bulunan Karaca’nın hakkında açılmış siyasi davalar nedeniyle anavatanından uzakta geçirdiği sürgün yılları, gurbetteki işçilerimizin sorunlarını dile getirdiği Almanca isyan şarkıları arşivlerden belki de ilk kez çıkıyor karşımıza.
İkinci bölüm Deutschmark (ya da D-Mark), Almanya’daki ekonomik dinamikler ve Türkiyeli göçmenlerin tüketim kültürü üzerine yaman gözlemler içeriyor. 1973 global petrol krizinin patlamasıyla Avrupa’nın değişen ekonomik düzeni, yabancı işçi çıkarma tehdidine karşı Türkiyelilerin ön safta olduğu Ford grevi, sınır dışı edilmemek ve Alaman topraklarından kopmamak için ailelerini akın akın yanlarına getiren işçilerin mücadelesi yansıyor perdeye. Müzik bu dönemde de hem isyan, hem kimlik arayışı hem de eğlence tüketiminin baş unsuru olarak döneme ağırlığını koymayı sürdürüyor. Artık eli para tutmaya başlamış ve işçilikten sonra ticari hayata, eğlence hayatına girmiş olan Türkiyeliler, Mark’ın zirvede olduğu yıllarda anavatandan çok daha faklı, çok daha çılgın bir eğlence sektörünü idare etmeye başlayacaktır.
Ölüm bölümü 90’lı yılların ırkçı saldırıları ile açılıyor. İki Almanya’nın birleşmesiyle safları sıklaştıran Alman milliyetçilerinin ırkçı saldırılarına tepki olarak hip hop kültürü doğuyor. Genç kuşak artık anne babalarının arabesk ezgileri ile değil Alman müzik piyasasını da dönüştürecek, sadece kendi kardeşlerini değil tüm Avrupa gençliğini peşinden sürükleyecek yepyeni bir sound ile ortaya çıkacaktır.
Yönetmen Kaya uzun yılların emeği ile ortaya çıkmış bu benzersiz çalışmanın senaryosunu ‘Oray’ filmi ile tanıdığımız sinemacı Mehmet Akif Büyükatalay ile birlikte kaleme almış. Bülent Kullukçu ve İmran Ayata’nın 2014 yılında çıkardıkları –Misafir İşçilerin Şarkıları anlamına gelen- ‘Songs of Gastarbeiter’ adlı toplama albüm her şeyin başlangıcı olmuş. Aşık Metin Türközü ya da anne babalarının sesi Yüksel Özkasap’ı, Ozan Ata Cenani’yi bu sayede tanımışlar. Ağır bir arşiv taraması, lisanslama süreci ve sanatçılarla çekimler uzun yıllar almış. Filmde burada sayamayacağım o kadar çok detay var ki, tüm bunlar devasa materyal havuzundan tek tek ayıklanmış. Göçün siyasi ve güncel yaşamla ilişkisi ve bunun müzik yolu ile ifade edilmesi, müziğin bir sığınma ocağı olarak topluluğun sesi haline gelişi öylesine güzel dengelenmiş ki bu çileli tarihi yolculuk farklı duygularla soluk soluğa izleniyor. Hasengarten parkında takılan emekli müzisyenlerin temsil ettiği ikinci kuşak Türkiyeli ezgileri mırıldanırken, gariban anne babalarının aksine çatır çutur konuştukları Almancaları ile kendilerini Berlinli olarak hissetmekten de geri durmuyorlar. Bu noktada, süreç boyunca izleyiciye Almanya’dan çeşit çeşit sanatçı portreleri ile bir resmigeçit sunan Kaya’nın buna paralel olarak anlatısını milliyetçi bir bakış açısına yaslandırmaması filmin en büyük erdemlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Çifte vatanlı dünya insanları üzerine daha çok şey var söylenecek belki ama gerisini filmi izleyecek olanlara bırakalım. Biricik’ten dinlediğimiz ‘Gurbet Kuşları’nın eşlik ettiği son jenerik tamamlanmadan salondan ayrılmamanızı, Cem Kaya’nın post-credits muzip sürprizini atlamamanızı öneriyorum son olarak.
(24 Eylül 2022)
Ferhan Baran