İnsan İnsanın Kurdudur

Amerikan yazını ve Hollywood sinemasının gözde türü ‘kara film’ (ya da Fransızca aslıyla ‘film noir’) iki dünya savaşı ve büyük bunalım ile şaftı kaymış insanlığın içinde bulunduğu derin çürümüşlük halini yansıtır. İnsan ruhunun kapkaranlık dehlizlerinde dolaşmayı seven Guillermo del Toro’nun türle buluştuğu son filmi ‘Kâbus Sokağı / Nightmare Alley’yi çok başarılı bulduğumu baştan belirtmek isterim.

Dünyanın tüm kötülüklerini bir ayna misali yansıtan doğaüstü yaratıklar, hayaletler ya da vampirler yerine bu defa en acımasız canavarlar olarak gördüğü kanlı canlı insanlar kullandığını dile getiriyor sinemacı. Önceki filmlerinde kendine özgü bir fantastik dünya kurmuş olan Meksika asıllı yönetmen bu kez William Lindsay Gresham’ın ilk kez 1946 yılında yayımlanmış aynı adlı eserinden yola çıkmış. Roman 1947’de Amerikalı yönetmen Edmund Goulding tarafından ilk kez sinemaya uyarlanmış ve ülkemizde ‘Şarlatan’ adıyla gösterilmiş. Del Toro yapıtının bir yeniden çevirim olmadığının altını özellikle çizerken, özgün romanın finalini ve yazarın biyografisini öne çıkardığını belirtiyor.

Gresham’ın kendi kişiliğini yansıttığını ifade eden romanın ana karakteri Stanton’ın baba evinden ayrılması ile başlıyor hikâye. Basit bir yuvayı terk ediş değildir bu. Doğup büyüdüğü evi ve geçmişini yakıp giden Stan artık boş bir sayfadır. Filmin ilk 10 dakikası içinde karakterin sessiz kalması ve daha sonra ağır ağır konuşmaya başlaması bu yüzden anlamlıdır. Otobüsü son durağa geldiğinde uzaktan ışıltılı renkleriyle göz kırpan sirk/panayır karışımı eski usûl karnaval onun yeni hayatının ilk durağı olacaktır. Cazibesi ve yetenekleriyle kısa sürede kendini kabûl ettiren genç adam, bu ayaktakımı operasında ilişkide bulunduğu herkesten almak istediğini alır. Alkolik zihin okuyucusu Pete ve tarotçu partneri Zeena’dan sözlü sinyallerle insanların geleceğini tahmin etme dümeninde ustalaşır. Bir süre sonra bu çamur deryasında işi kalmamıştır artık. Sirk yaşamına doğmuş, hayattan fazla beklentisi olmayan ama kendisine tutkun Molly’yi asistanı olarak yanına alıp büyük şehri fethetme zamanı gelmiştir. Lüks otellerin salonlarında şehrin ileri gelenlerine teselli dağıtırken karşılaştığı psikolog Dr. Lilith Ritter ile yapacağı iş birliği onun zirveye ulaşmasını hızlandırır. Ancak insan insanın kurdudur, Stan büyük şehirde büyük balık olduğunu düşünürken akvaryumdaki acımasız köpekbalıkları boş durmayacaktır.

‘Kâbus Sokağı tam ortadan ikiye ayrılan bir yapısı olan, farklı okumalara açık bir metin. O çok renkli panayır sahneleri savaşın eşiğindeki huzursuz Amerika’nın depresif ruh halinin makyajlı bir görünümünü yansıtır gibidir. İlk savaşta yakınlarını kaybetmiş insanlar, savaştan afyon bağımlısı olarak dönmüş, ekonomik bunalımın dibe çektiği işsiz güçsüzler ordusunun duymak istediklerini dile getirir Stan. Onlar kandırılmaya dünden hazırdır zaten. Kumpanya sahibi Clem insandan bozma ‘mahlûkat’ olarak sergilediği zavallıları dönemin kâbus yüklü arka sokaklarından, tren raylarından, ucuz berduş otellerinden toplar. Alkol bağımlısı zavallı şişesine katılan bir damla afyonla kendi cennetini bulduğunu sanır ve dişleriyle canlı tavuğun kafasını koparıp boynundan fışkıran kanı içtiği o insanlık dışı gösteriyi yapmaya razı olur. Stan gördüğü manzara karşısında dehşet içindedir. Alkolik babası ve bu çaresizlerin akıbetine tanıklığı onu alkol şişelerinden uzakta tutar. Clem’in ‘Lanetliler Evi’ndeki ‘hırs’, ‘ihtiras’ ‘şehvet’ ibareleri bir uyarıdır onun için. Kafese kapatılmış zavallı garibanın yaşadıkları geleceğin aynası gibidir.

Stan’ın büyük şehirde elde ettikleri gözünü doyurmayacak hep daha fazlasını isteyecektir. Geçmişin yaraları ve terkedilişin ruhunda bıraktığı derin boşluk kolay dolmayacak ve bir ‘Yurttaş Kane’ misali mutluluğu hep daha fazlasında arayacaktır. Ancak büyük şehir acımasızdır. Dişleri düzgün Oklahomalı üç kâğıtçı, eğitimli ve de feleğin çemberinden geçmiş rakiplerinin tadını kaçırdığında dünyanın ne denli hızla başına yıkılabileceğinden habersiz uçmaktadır.

‘Kâbus Sokağı’ kara film türüne yeni bir soluk getiren parlak bir çalışma. 75 yıl önceki daha naif ve İncil öğretisine teslim olmuş ilk uyarlamanın aksine türün zamansız kodlarına çok daha uyumlu, beklenmedik sürprizler içeren ve finale doğru yangın yerine dönen yaman bir deneme. İlk filmdeki Tyrone Power’ın rolünü günümüz Amerikan sinemasının karizmatik aktörlerinden Bradley Cooper üstlenmiş. Her bir sahnede Stan rolündeki Cooper’ı izleyen hikâyenin diğer karakterleri de tanınmış iyi oyuncular tarafından yorumlanmış. Cate Blanchett’in, ilk uyarlamadan farklı olarak, sarı uzun saçları, kıpkırmızı dudakları ve soğuk bakışlarıyla tam bir ‘femme fatale’ olarak arz-ı endam ettiği Dr. Lilith karakteri 30’lu 40’lı yılların Gene Tierney, Veronice Lake yorumlarını hiç aratmıyor. Blanchett mesafeli bedeninin içinde gizlediği geçmişin yaralarını, kırılganlığı ve öfkesini çok dengeli performansıyla izleyiciye aktarabilen müthiş bir oyuncu. Clem’de Willem Dafoe, Zeena’da Toni Colette, Pete’de David Strathairn, Molly’de Rooney Mara ve daha eski kuşaktan Richard Jenkins ve Mary Steenburgen’ın etkileyici yorumlarıyla filmin zengin oyuncu kadrosunu tamamlıyor.

Del Toro’nun Kim Morgan ile ortaklaşa kaleme aldığı senaryo bu çok katmanlı çok karakterli hikâyeyi soluk soluğa izlettiriyor. Filmin kurguda 1 saat kadar kısaltıldığını ve yönetmen kurgusunu sabırsızlıkla beklediğimi belirtmeden geçmeyeyim. Sinematografik açıdan kusursuz yapımın görüntüleri Dan Laustsen’e emanet edilmiş. Tamara Deverell’in set tasarımı göz kamaştırıyor. Geleneksel çapraz ışıklandırmanın kullanıldığı yapım, ışık gölge oyunlarıyla renkli çekilmiş bir siyah beyaz film tadını taşıyor. Karnaval sahnelerinin yer aldığı ilk bölümde daha sıcak renkler kullanılmış. Büyük kentin acımasızlığını resmeden ikinci bölümde sıcak dokunuşların geride kaldığı daha düz çizgiler ve soğuk bir doku hakim. Başarının mutlulukla ilintisini ve doymak bilmeyen Amerikan Rüyası’nın, yükselen vahşi kapitalizmin doğasını sorgulayan bu bölüm çelik camdan aynalar, Dr. Lilith’in cilalı ofisi, art deco set tasarımı ve sürekli yağan kar ile simgelenmiş. Del Toro’nun bu en gerçekçi ve stilize çalışması, filme son anda dahil olmuş Nathan Johnson’ın öyküyü sarıp sarmalayan olağanüstü müzik çalışmasından büyük destek alıyor. Karnaval bölümlerindeki küçük orkestrasyonun ardından büyük kentte orkestra büyüyor, ses gürleşiyor. Stan’in -ve de yazar Gresham’ın- sesi olan, film boyunca yinelenen La notasından kederli piyano motifi onların büyük çaresizliğini fısıldamayı sürdürüyor.

(06 Şubat 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com