Bizde ‘Karanlık Kız’ adıyla gösterime giren ‘The Lost Daughter’ kaybolan bir kız çocuğunun öyküsünden hareketle annelik kavramını tartışmaya açıyor. Bir Yunan sahilinde tek başına kafa dinlemeye gelen edebiyat profesörü Leda’nın kitapları ve notları ile baş başa kaldığı ıssız plaj keyfi, kalabalık bir ailenin çıkagelmesiyle bozuluyor. Önceleri etrafındaki gürültüden rahatsız olan orta yaşlı kadın çevresini gözlem altına aldığında, aileden genç bir kadının küçük yaşlardaki kız çocuğu ile gönülsüz ilişkisine tanıklığı ona yıllar önce kendi kızları ile yaşadıklarını hatırlatıyor. Leda için yaz kaçamağı bundan böyle geçmişi ile hesaplaşma ve yaptığı seçimleri sorgulama sürecine dönüşecektir.
Maggie Gyllenhaal’un yazıp yönettiği yapım, çok başarılı bir ilk film olarak dikkat çekiyor. Amerikalı usta oyuncunun kamera arkasına geçtiği ilk çalışmasında, Elena Ferrante takma adıyla bilinen hayranlık beslediği gizemli İtalyan romancısının 2006 yılında yayımlanmış ‘La Figlia Oscura / Kayıp Kız Çocuğu’ adlı kısa romanından yola çıkmış. Ferrante’nin onayıyla öyküyü İngilizce diline taşımış, ve nihayetinde Leda rolü için Olivia Colman ile anlaştığında ana karakterinin İngiliz bir akademisyen olması kesinleşmiş.
Hangi dilde olursa olsun ya da hangi diyarda geçerse geçsin son derece yakıcı bir meseleye dokunuyor film. Leda’nın filmin başlarında genç anne Nina’ya söylediği gibi ‘ebeveyn olmak yıkıcı bir sorumluluğu’ beraberinde getiriyor. Bir bebeği kucağına almak anne için büyük bir mutluluk vadediyor belki ancak çocuğun büyüme sürecinde yaşanan yoğun özveri giderek bıktırıcı ve engelleyici bir sürece dönüştüğünde, birinci sorumlu anneler kapana kısıldıklarını ve özgürlüklerini yitirdikleri duygusuna kapılıyor.
Oysa toplumsal olarak anneler hep fedakârlık timsali olarak gösterilegelmiştir. Sözgelimi bizde de çok kullanılan ‘cennet annelerin ayağı altındadır’ yakıştırması buna işaret eder. Ancak Leda’nın engellenemeyen edebi kariyer tutkusu, karizmatik yazar ile arasında gelişen karşı konulmaz cinsel çekimle kaynaştığında gözü küçük yaşlardaki kız çocuklarını görecek midir. Ya da Nina’nın yakışıklı mafya bozuntusu kocası ve küçük kızı ile çok mutlu olduğu düşündüğü konforlu hayatı taze romantik ve cinsel bir heyecanla sarsıldığında bu geçici bir şey, bir depresyon işareti olarak mı algılanmalıdır. Leda’ya göre hiçbir şey geçici olmayacak, yaşanması gereken yaşanacaktır. Bebeklerle büyütülmüş kızlara toplumun biçtiği rol çözülürken geçmişe dönük hüzünler devreye girecek, üzülecek belki, ama hayat kurallara kanunlara sığmayacaktır.
Venedik Film Festivali’nden en iyi senaryo ödüllü Gyllenhaal can alıcı sorular soruyor. Hiçbir karakterini yargılamıyor. Olivia Colman denen olağanüstü yaratık bakışları, mimikleri ve tüm bedeniyle Leda’nın seçimlerini, kararlarını, pişmanlıklarını, hüzünlerini sevinçlerini ustaca yorumluyor. Bugünü ve geçmişi ustaca kurguladığı geriye dönüşlerle aktaran Gyllenhaal yönetmenlik kumaşıyla övgüyü hak ederken, Leda’nın gençliğini West End’de sahnelenmeye başlayan yeni versiyon ‘Cabaret’de Sally Bowles olarak yer alan İrlanda asıllı şarkıcı / oyuncu Jessie Buckley canlandırıyor.
(18 Aralık 2021)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com