Festivalin kadın hakları ve kadın dayanışması temalarını öne çıkaran gözde seçkilerinden ‘Çiçek İstemez’ bölümünde 4 film izledik. Polonya sinemasının gündemde olan yetenekli isimlerinden oyuncu, yazar yönetmen Piotr Domalewski’nin ikinci uzun metrajı ‘Asla Ağlamam / I Never Cry’, 40. İstanbul Film Festivali’nin güzel keşiflerinden biriydi. Polonya’nın bir taşra kasabasından, henüz 18’ini bile doldurmamış gencecik Ola’nın, gurbette inşaat işçisi olarak çalışan babasının naaşını almak üzere İrlanda’ya yaptığı yolculuğu sırasında hayata bakışının değişimi üzerine film. Benzer büyüme öykülerinden kolaylıkla sıyrılan, ustaca kaleme alınmış senaryosu ve ilk başrolünde gencecik Zofia Stafiej’in performansıyla dikkati çeken yapım, geçmişin Demir Perde ülkelerinden ekmek parası için gelişmiş AB ülkelerine çalışmaya giden işçilerin yaşamları üzerine ilginç anekdotlar aktarıyor.
Baştan söylemeliyim, aynı seçkide yer alan İran yapımı ‘180 Derece Kuralı / Khate Farzi’, son derece kederli bir film. Daha önce kısa filmleriyle övgüler kazanmış kadın yönetmen Farnoosh Samadi’nin filmin ilk 30 dakikalık bölümünde karakterlerini ve yaşadıkları çevreyi inşası gayet başarılı. Toplumda saygın bir yeri olan ancak şehir dışına bir yolculuk için kocasının rızasına mahkum Sara’nın özelinde, ataerkil bir toplumda kadınların durumu ve yaşamlarını sürdürebilmek için sırlar ve yalanlara başvurmalarına tanıklık ediyoruz. Sara’nın kocasının izni olmadan, küçük kızını da yanına alarak, teyze kızının düğününe kaçması ve ardından yaşanan beklenmedik felaket Sara kadar izleyiciye de büyük bir şok yaşatıyor. Çok başarılı müzik bandının da desteğiyle, psikolojik ve toplumsal gerilimi tıkır tıkır işleyen film, yaşanan trajedi sonrasında, Sara’nın çaresiz derin sessizliği eşliğinde koyu bir melodrama doğru hızla yol almaktan ne yazık ki kurtulamıyor. Samadi bu ilk uzun metrajının ardından, yalanlar, sırlar ve bunların yol açtıkları hakkında tasarladığı üçlemesine devam edeceğini söylüyor. Bundan sonraki çalışmalarında melodram klişelerine saplanmadan yoluna devam etmesini temenni ediyorum.
İlk gösterimini yaptığı Sundance’de ilgiyle karşılanmış ‘Ateşle Yazmak / Writing with Fire’, yoğun olarak Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradeş bölgesinde yaşayan ve kast sisteminin dışında bırakılmış en alt sınıftan Dalit kadınlar üzerineydi. Katı hiyerarşik sistemin vahşetine doğrudan maruz kalan bu kadınlardan bir grup, 2002 yılında bölgenin kadınlar tarafından idare edilen tek haber ajansı olan Khabar Lahariya’yı kuruyor ve erkeklerin ağırlıkta olduğu habercilik dünyasında, şiddet ve hoşgörüsüzlüğe karşı hukuk mücadelesine girişiyor. Belgesel, dijital çağda haberciliğin nasıl şekillenmesi gerektiği üzerine kafa yoran bu yılmaz savaşçıların serüvenini aktarırken, onların Covid salgınından önce yapılmış 2019 genel seçimlerindeki çalışmalarına da tanıklık ediyoruz. Bilindiği üzere başbakan Modi ve partisi ezici bir çoğunlukla bu seçimin galibi olmuştu. Ancak, ajans ekibinin seslerini duyuramayanların sesi olan youtube kanalı bugün 150 milyon takipçiyi aşmış durumda. Başkan Modi, küresel güç olmaya ilişkin boş vaadlerini tekrarlaya dursun, Tanrı Rama ve inek sembolizmini, eğitimsizlik, işsizlik ve yoksulluğun paravanı olarak kullanan hükümet güçlerine karşı Dalit kadınların mücadelesi kararlı bir şekilde sürmekte olduğunu öğreniyoruz.
Geçtiğimiz Şubat ayında kaybettiğimiz Tunuslu öncü sinemacı Moufida Tlatli’nin 1995 yılında 17. İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ödülünü kazanmış ilk uzun metrajı ‘Sarayın Sessizliği / Les Silences du Palais’, sinemacının anısına yine bu seçki içerisinde gösterime sunuldu. Annesinin yaşamından esinlenen Tlatli’nin, senaryosunu Nouri Bouzid’le birlikte yazdığı, müziklerini Anouar Brahem’in bestelediği bu ‘feminist sürprizli evrensel büyüme hikayesi’, ataerkilliğin, sömürgeciliğin, sefaletin getirdiği şiddeti şiirsel görüntülerle güç ilişkileri bağlamında ele alıyordu.
Bu kadar hüznün ardından biraz neşelendiğimiz filmlere yer veren ‘antidepresan’ kuşağında iyi filmler izledik bu yıl. Cannes 2020 seçkisinde yer almış, Fransız oyuncu, yazar yönetmen Emmanuel Mouret imzalı, dilimize ‘Söylediğimiz Şeyler, Yaptığımız Şeyler’ şeklinde çevirebileceğimiz ‘Les Choses Qu’on Dit, Les Choses Qu’on Fait’, İngilizce (Love Affairs) karşılığı olarak ‘Gönül İşleri’ adıyla festivalin programında yer almıştı. Fransız filmlerini değerlendiren ‘Lumières Akademisi’nin yılın en iyi filmi seçtiği yapım, insan denen gizemli varlığın duygusal dünyası, aşk kavramı ve arzunun o değişken nesnesi üzerine hınzır bir deneme. Sekiz karakterin iç içe geçen duygusal yakınlaşmalarını geriye dönüşlerle izlerken, Sandra’nın dediği gibi’ iyi anlaşan iki bedenin birbirinden zevk almasında ne kötülük var’ diye düşünebilirsiniz. Daphne’nin bakış açısıyla ‘benim için aşk ciddi bir şey, zevk ise bambaşka bir mesele’ diyebilirsiniz. Ya da filmin içindeki belgeselde konuşan filozof gibi ‘aşk yüzünden intikam almayız, öldürmeyiz, gerçek aşk diğerinin iyiliğini düşünmektir, sahip olma kaygısı yoktur’ fikrinin yanında durabilirsiniz. Mouret aşkta kural nedir diye soruyor. Arzulamak ve sevmek arasında kararsız kalan karakterlerinin uykusuz gecelerine ortak ediyor bizleri. Birbiri içine örülmüş sevda ilişkilerinde birbirinden yetenekli oyuncular izliyoruz. Bruno Dumont’un ‘Rosetta’sı Emile Dequenne 20 yıl sonra, Cesar ile ödüllendirilmiş, olgun Louise performansıyla karşımıza çıkıyor. Acı tatlı öykülere Chopin’den Schubert’e, Debussy’ye, Puccini’ye klasik repertuvarın çok bilinen anıtsal yapıtları eşlik ediyor.
Yine Fransız sinemasından hoş bir örnek olan ‘Le Bonheur des Uns… / Birilerinin Mutluluğu…’ (festival ‘Arkadaşlar Arasında’ ismini uygun görmüş), yönetmen Daniel Cohen’in çok tutmuş oyunu ‘L’île Flottante / Yüzen Ada’dan uyarlamış. Léa, Marc, Karine ve Francis birbirilerini pek seven iki çift, dört iyi arkadaştır. En kalenderleri Léa’nın kaleme aldığı ilk romanıyla büyük bir üne sahip olması, bu uyumlu yakınlığı zedeleyecektir. Cohen küçük burjuvaların haset ve kıskançlık duygularını, bazı bölümlerde abartmış olsa da, iyi gözlemlemiş. Vincent Cassel, Bérénice Béjo, harika Florence Foresti ile François Damiens bu şirin güldürünün başarılı oyuncuları.
Her festivalin badem şekerlerine ihtiyacı vardır. Cesc Gay imzalı ‘Üst Kattakiler / Sentimental’ işte böylesine eğlenceli filmlerden. Katalan yönetmenin sinemaya uyarladığı kendi oyunu, aslında daha önce ‘Kim Korkar Hain Kurttan? / Who’s Afraid of Virginia Wolf?’ ya da yakın bir örnek olarak, bizde ‘Vahşet Tanrısı’ adıyla sahnelenmiş ‘Carnage’ benzeri, iki aykırı çiftin bir ev ziyaretinde buluşması, sonrasında bastırılmış duyguların, üzeri örtülmüş şeylerin açığa çıkması üzerinden ilerliyor. Ancak bu kez, konuk çiftin sebeb-i ziyareti daha alışılmadık, daha kışkırtıcı. 15 yıllık evlilikleri tatsız ve heyecansız bir birlikteliğe dönüşmüş Julio ve Ana çifti, onlardan biraz daha genç, daha hareketli (!), daha sıcak komşuları Salva ile Laura’nın şaşırtıcı grup seks teklifi üzerine, ilişkilerini sorgulamaya başlayacaktır. Bu diyalogları iyi yazılmış oyunun ilk saatinde çok eğleneceğinizi garanti ederim. Nitekim yönetmen de bir söyleşisinde ‘gülmenin herkes için en iyi iyileşme aracı olduğundan’ dem vuruyor. 80 dakikalık oyun/filmin finalinin ise benim için tatmin edici olmadığını söylemeliyim. Ancak, çok başarılı oyuncularıyla, tek mekanda ve dört kişi arasında geçen, gerçek zamanlı filmi, şen kahkahalar atmak istiyorsanız kaçırmayın.
(26 Haziran 2021)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com