Kaybolmuş Bir Dünyanın Şiiri

Bazı filmleri kelimelere dökmek kolay olmuyor. Alfonso Cuarón imzalı ‘Roma’ işte böylesi sıra dışı sanat eserlerinden. Fellini’nin ‘Amarcord’da yaptığı biçimde, izleyiciyi çocukluk yıllarının kaybolmuş büyülü dünyasına taşıyan Meksikalı yönetmenin çabası, kendisiyle hemen hemen aynı yaşlarda olan benim kuşağım için daha da yüklü anlamlar taşıyor.

1970 yılının ikinci yarısında, bizde de ilgiyle takip edilmiş tarihi Dünya Kupası’nın hemen ertesinde başlıyor Cuarón’un öyküsü. Mexico City’nin merkezinde orta sınıftan ailelerin yaşadığı Roma mahallesinde geçiyor hikâyemiz. Aile reisi doktor baba bir iş seyahati ertesinde eve dönmeyince, annesi, anneannesi, kızkardeşi ve iki erkek kardeşiyle birlikte kalıyor ailenin en küçüğü Pepe. Ancak anlatı, çocuklara anneleri kadar özen gösteren ve onlar üzerinde büyük emeği olan Meksika yerlilerinden hizmetçi kız Cleo’nun gözünden ilerliyor. 70’li yılların çalkantılı siyasal ortamında sosyal hiyerarşi ve aile içi huzursuzlukların canlı ve duygusal portresini çizen Cuarón, ta 1991 yapımı ilk uzun metrajı ‘Solo con Tu Pareja’dan beri kafasında olan ‘Roma’yı hayata geçirirken yaklaşık 50 yıl öncesinin kaybolmuş dünyasını yeniden yaratıyor. Filmde anlatılanların yüzde 90’ının özyaşamsal anılarından kaynaklandığını söyleyen sinemacı, yaşadığı evden, oturduğu mahalleden evde kullandıkları eşyalara kadar her bir detayı özenle koruduğunu ifade ediyor.

‘Roma’nın kendisini yetiştiren kadınlara bir aşk mektubu olduğunun altını çiziyor sinemacı. Senaryoyu oluştururken ailenin bir ferdi haline gelmiş Cleo’nun anlattıklarından büyük ölçüde yararlanmış. Renkli çektiği filminin siyah beyaz olarak basılmasını özellikle istemiş. Kaybolmuş bir dünyadan sahneler aktarırken uzun planlar kullanmış. Yakın çekimlere çok az yer vermiş.

İzleyeni büyüleyen şiirsel bir dinginliğin hakim olduğu ‘Roma’nın bizim kuşak için ifade ettiklerine gelince. 70’lerin Mexico City’si aynı yılların İstanbul’u ile ne kadar da benzerlikler içeriyor. Sosyal ve siyasi kaynama, sokak protestoları, Cleo’nun serseri sevgilisi Fermin benzeri işsiz güçsüz uzak doğu sporlarına hevesli varoş gençlerinin sopayla silahla yürüyüş yapan öğrencilerin üzerine salınması bizim kuşağa yaşadığımız acı yılları hatırlatıyor. O yıllardan kalan güzel şeyler de akıyor perdeden. Cleo ile sevgilisi, bizdeki benzerleri çoktan yok edilmiş büyük ve görkemli sinema salonlarından birinde bir Louis de Funès filmi (Şahane Oyun / La Grande Vadrouille) izliyor. Aynı filmi aynı yıllarda şimdilerde Opera binası olarak hizmet veren Süreyya Sineması’nda izlediğimi hatırlıyorum, duygulanıyorum.

Yanlış anlaşılmasın, duyguları sömüren bir film değil bu. Tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile artık geride kalmış bir çağın şiiri ‘Roma’. Daimi çalışma arkadaşı Emmanuel Lubezki işlerinin yoğunluğu nedeniyle projeye katılamayınca görüntü yönetmenliğini bizzat üstlenmiş ve müthiş bir iş çıkarmış Cuarón. Hizmetçi Cleo’ya hayat veren ve ilk kez perdede gözüken Yalitza Aparicio da öyle.

Dingin bir ön jenerikle açılıyor film. Kamera, ailenin oturduğu evin avlusuna çıkan yol üzerindeki karolara sabit kalıyor uzunca bir süre. Cleo’nun temizlik vaktidir. Elindeki hortumdan çıkan suyun sesini duyuyoruz ekran/perde dışından. Deterjanlı suyla yıkanıyor karolar. Tepedeki pencereden sızan ışığın aydınlattığı su birikintisinin üzerinde belli belirsiz bir uçak silueti beliriyor. Cuarón’un filmin ilerleyen bölümlerinde birkaç kez daha göstereceği gökyüzünde süzülen bu uçaklar, modern teknolojinin hayatları ve yaşam biçimlerini kaçınılmaz bir biçimde dönüştüreceğinin habercisidir sanki. Hayat akıp gidiyor. Çocuklar büyüyor, yaşlanıyor. Dünya değişiyor. Gıptayla, özlemle biraz da gizli bir kıskançlık duygusuyla izledim ‘Roma’yı.

(17 Aralık 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Sinemamız 104 yaşında… Biz Sınıfta Kaldık

Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü himayelerinde SE-SAM olarak sinemamızın 104. yılında, “Türk Sinemasını Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar” isimli ödül töreninde sınıfta kaldık.

Geleceğin sanatı…

Sinema, bütün diğer dallarını da içerdiğinden, sadece “yedinci sanat” olarak kalmaz, bir adım daha öne çıkar. Onun için de hep göz önündedir, hep dikkat çeker, hep eleştirilir, hep gıpta ile bakılır, hep arzulanır, hep ulaşılmazdır. Diğer bütün sanat dallarından farklı olarak herkes kendini sinemacı olarak kabul eder, hem de iyi sinemacı. Nedenini, niyesini düşünmez, sorup sorgulamaz (hele de başını sonunu bilmedikleri halde) öyle değil de böyle yapılması gerektiğini iddia ederler. Çoğunlukla da ikna edemezsiniz.

Böylesi bir sanatın içinde bulunanların, böylesi bir alanda çalışanların kendilerini farklı görmesi kaçınılmazdır. Ama sorumlulukları da büyüktür ve o sorumluluğu yerine getirmeleri gerekir.

104 yaşında dinç ve genç!

Sinemamız, tartışmalı da olsa, 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın “Ayastefanos’daki Rus Abidesinin Yıkılışı” filmi ile başlıyor. Kimsenin o filmi görmemesi bir yana, daha öncelerdeki filmcileri -Ermeni veya Rum diye- saymamak kötü, gerçekten kötü… Yine de az buz şey değil 104 yıl. Herkesin merak, hayranlık, aşkla izlediği filmler belirleyici… Kuşkusuz “mutlu son” hepimizi hayatın karmaşasından çıkarıp düşler dünyasına götürdü yıllarca. Çok insan emek verdi, çok insan yazdı, çekti, görüntüledi, montajladı, seslendirdi, izletti… Hepsinin emeği asla ödenmez, ödenemez.

SE-SAM, 12 Eylül’den sonra kesintiye uğrayan örgütlü mücadelenin ilk gücü olarak kuruldu. 32 yıl olmuş… Önemli, daha da önemlisi belirleyici bir süre. Kuruluşundan günümüze emeği geçenlere teşekkürler binlerle…

Olmaz ki… böyle de yapılmaz ki!

Bu yılki SE-SAM ödül töreni Emek Sineması’nda yapıldı. Yıkılmaması için çok mücadele verildi, çok çaba harcandı… kuşkusuz imitasyonu aslının yerini tutmaz, tutamaz. Ama madem açıldı, madem film gösterimleri yapılıyor, ödül törenlerine sahne oluyor, artık kin gütmeyi bırakıp o “güzelim salon”u hayata geçirmeliyiz.

Sunucu: “Doğum günü pastası”

Sahneye dersine çalışmamış, kimlerle karşılaşacaklarını bilmeyen, neler yapmaları gerektiğine karar verememiş (ne yazık ki, SE-SAM İkinci Başkanı imiş) iki kişi sunuyordu etkinliği…

İçim ezildi… acıdım sinemamızın düştüğü duruma… Büyük olasılıkla hem Büyükşehir Belediyesi hem Beyoğlu Belediyesi ile ilişkide oldukları için (belki de organizasyonu da onlar üstlenmişti, iyi de para kazanmak için) Nur ve Hakan Türkşen’i izledik üzülerek. Nur Türkşen’in üç katlı pastaya benzeyen, ama hiç mi hiç yakışmamış, göreni şaşırtan giysisi dışında bir şey söylemek istemiyorum. Anlaşılmıştır herhalde…

Unutursanız unutulursunuz…

Kısa bir sinema tarihi gösterisiyle açıldı perde. Bu mudur sinemacıların kendilerini anlatmaları? Bunu mu layık görüyor sinemacılar kendilerine? 104 yaşındaki sinemamız, 32 yaşındaki SE-SAM herhalde, başlarını yere eğmiş, ağlıyordur. Kimse teknoloji harikası bir film beklemiyordu… ama arka arkaya eklenmiş birkaç film görseliyle -ki hemen büyük çoğunluğunu oyuncular oluşturuyordu- yalapşap işi geçiştirmek sinemacıların kendilerine yakışmadı.

İlk sinemacımız, hani kuruluşunu O’nun filmine dayandırdığımız Fuat Uzkınay yoktu…

Hepimizin ustası, SE-SAM Başkanı Yılmaz Atadeniz, heyecanlıydı. Haklıydı da… kolay değildi böylesi bir ödül törenini yapabilmek, hak edenleri saptayıp ödül dağıtabilmek… Televizyon dizilerinin yabancı ülkelere satıldığından söz etti, sinemamızın da böylesi haklı gururlarının olmasını diledi. Ama baktık ki, yeni kuşak sinemacıları yok sayıyor. Seksenlerin ödüller kazanan yönetmenleri ve filmleri yoktu… “Otobüs”, üzerine hâlâ da konuşulan film değil mi? Tunç Okan, Erden Kıral, Şerif Gören… hiç anılmadı bile. İsimlere politik bakıldıysa, salonda bulunan Korhan Yurtsever de yoktu. Bir Zeki Demirkubuz, bir Yeşim Ustaoğlu, bir Nuri Bilge Ceylan, bir Semih Kaplanoğlu’nun da adı geçmedi… daha gençler ise hiç yoktu. Oysa bu adlarını say(ama)dığım yönetmenler ödül üstüne ödül getiriyorlar sinemamıza.

Sahi, Feyzi Tuna da yoktu, Kartal Tibet de, Türkan Şoray da yoktu… Asıl önemlisi Bilge Olgaç da… Siz üzülmediniz mi, onların yokluğuna…

Beyoğlu’nu “Hollywood” olarak niteleyen Belediye Başkanı, baştan yönetmenleri küçümsese de, sonradan toparladı konuşmasında… O, yaklaşan yerel seçimlerle ilgili ve uzak sinemadan… Ama yine de üzdü biz izleyicileri…

Organizasyon sıfır!

“Bensiz de film çekilirdi, ama onlarsız asla” diye haklarını vermeye çalıştı yardımcı oyuncuların, Cüneyt Arkın ödül konuşmasında… Ama SE.SAM yok saymıştı onları… bırakın adlarını anmayı, yerleri bile yoktu… ayakta kaldılar. Evet, birkaç yönetmen vardı, birkaç kameraman… ama asıl yükü omuzlayan setçiler, asistanlar, oyuncular yoktu… Montajcıları hiç göremedim. Bu görünüşe göre, gelmedilerse haklıydılar. Şimdi, SE-SAM’ın ve diğer meslek birliklerinin yapması gereken hak ettikleri değeri onlara vermeleridir.

Bir mikrofon uzatılamaz mı, bir el?

Hepsi seksenine merdiven dayamış, hatta geçmiş bu insanlara sahneye çıkar ve inerken elini uzatacak, yardım edecek biri bulunamaz mıydı? Bir kız, bir erkek dururdu basamakların yanında, yardımcı olurdu. Çok mu zordu?

Mikrofon kenarda… insanlar ödüllerini sahnenin ortasında alıp veriyor haklı olarak. Konuşmaları ise sadece dudak kıpırtısı… Eski seslendirmeciler olsaydı, bize aktarırlardı! Bir ara mikrofon geldi, sonra yine yok oldu. Neden? Nedeni yok! Organizasyon kötü.

Dayanamayıp çıktığımızda söylenerek, gençten biri geldi yanımıza, sorunları kendisine aktarabileceğimizi söyledi. “Mikrofon verin, bari sesleri duyulsun” dediğimizde; kendisinin salonun sorumlusu olduğunu, mikrofonun kendisini aştığını söyledi, epey bir mücadeleden sonra. Onun arkasından gelen, belli ki biraz daha deneyimli, sorumlu gibiydi, lafa girdi, ama hemen sıyırdı kendini…

Yaşasın sinema

Bir ödül töreni daha böyle bitti. Olan, yıllarımızı verdiğimiz sinemamıza oluyor. Birçok insan küçümseyecektir sinemamızı, bunları görünce…

Bu yazının çıktığı sadibey.com sitesinin sahibi, “sinemamızı geçmişten geleceğe taşıyan”lardan biri olan Sadi Çilingir başta olmak üzere diğer ödül alanları sahnede izleyip alkışlayamamanın hüznünü yaşıyorum. Canı gönülden kutluyorum ödül alanları… Ölmez sağ kalırsak, sıra bana/bize gelir mi bilemem…

(17 Aralık 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Fransız Sinemateki’nin Sinematek / Sinemaevi Ziyareti

Sinematek / Sinemaevi’nin proje danışmanı Jak Şalom, Fransız Sinematek’i temsilcilerine Yoğurtçu Parkı yakınlarında yapımı sürmekte olan Sinematek / Sinemaevi binasını gezdirdi. Bu yıl beşincisi düzenlenen Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri vesilesiyle İstanbul yine dünyanın dört bir yanından gelen restoratör, küratör, sinema tarihçesi ve benzeri pek çok sinema uzmanını ağırladı. Etkinlik için gelenler arasında dünyanın ilk ve en önemli sinemateklerinden Fransız Sinemateki temsilcileri de bulunuyordu. Henri Langlois’nın 1936 yılında kurduğu ve Fransız Sinemateki dünyanın en geniş film arşivlerinden birine ev sahipliği yapıyor.

Tayfun Akalın’ı Kaybettik

Hababam Sınıfı filmlerinin sevilen oyuncusu Tayfun Akalın, 10 Aralık 2018 Pazartesi günü (bugün) hayatını kaybetti. Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı, Bizim Aile, Hababam Sınıfı Uyanıyor, Hababam Sınıfı tatilde, Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor gibi filmlerde rol alan Akalın geçtiğimiz ay Ümraniye Devlet Hastanesi’ne kaldırılmıştı. Yoğun bakım ünitesinde tedavisi süren Akalın, 60 yaşında hayata gözlerini yumdu. Cenazesi, 11 Aralık 2018 Salı günü Zincirlikuyu Camii’nde kılınacak öğle namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilecek olan merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.

Bu Haftasonu (15 – 16 Aralık 2018) Kundura Sinema’da

Beykoz’da film stüdyosu ve sanat etkinlikleri merkezi olarak kullanılan Kundura Fabrikası içinde açılan Kundura Sinema gösterimlerini sürdürüyor. Sinemada, 15 – 16 Aralık 2018 tarihlerinde Apartman (The Apartment), Oyun Vakti (Playtime), Berlin: Büyük Bir Şehrin Senfonisi (Berlin: Symphony of a Great City) ve New York Esrarı (The Naked City) adlı filmler gösterilecek. Jules Dassin’in çığır açan hikâye anlatımı ile hafızalara kazınan filmi New York Esrarı, bir cinayet soruşturmasını konu alıyor.

Bu Haftasonu (15 – 16 Aralık 2018) Kundura Sinema’da yazısına devam et