Asırlar Boyu Irk Ayrımcılığı

Irkçılık ABD’nin kanayan yarası. Trump iktidarıyla birlikte eski ucuz söylemler yeniden ısıtılıp piyasa sürülüyor ve toplumdaki keskin ayrışma halen kaygılandırıcı bir seyir izlemeyi sürdürüyor. Irkçı ayrımcılığı mahkum eden yapımların birbiri ardına gösterime çıkmasını işte bu nedenle çok önemsiyorum. Geçtiğimiz aylarda izlenen Spike Lee filmi ‘Karanlıkla Karşı Karşıya / BlacKkKlansman’ meseleyi 70’li yıllarda yeniden hortlamış Ku Klux Klan organizasyonunun tekinsiz girişimlerinden, 2017 Charlottesville olaylarına taşıyordu. Dünya sinemalarıyla birlikte bizde de sıcağı sıcağına gösterime giren ‘Yeşil Rehber / Green Book’ ise ırkçı ayrımcılığın akut 60’lı yıllarına uzanan hikayesiyle günümüz iklimine yeni bir uyarı niteliğinde.

Gerçek kişi ve olaylardan yola çıkan yapım, 60’ların başlarında Amerika’nın muhafazakâr güneyine sekiz haftalık turneye çıkan siyahi bir piyanist ile onu beyaz fanatiklerin olası saldırılarından koruması için tuttuğu İtalyan asıllı özel şoförü arasında geçen ilginç bir yol filmi. Kısa birliktelikleri esnasında birbirlerini dönüştürüyor bu zıt ikili. Bronx mahallelerinde yetişmiş İtalyan aygırı Anthony Vallelonga’nın (nam-ı diğer Tony Lip) sıradan ırkçılığı (filmin başlarında evine tamire gelen siyahi işçilerin limonata içtiği bardakları refleks olarak çöpe atar), New York’un ünlü konser salonu Carnegie Hall binasındaki lüks dairesinde ikamet eden piyano virtüözu Dr. Don Shirley bu yolculuk sırasında birbirlerinin hayatını değiştireceklerdir.

Filme adını veren ‘Yeşil Rehber’ 1936 ila 1966 yılları arasında siyahi motorcular için yayınlanmış olan bir kaynak kitap. Araba ile seyahat eden Afrikalı Amerikalılar için vazgeçilmez bir hayatta kalma aracı haline gelmiş olan bu rehber, siyahi yolcuların kabul edildiği konaklama yerleri ve restoranların listesini içermekteydi. Başkan Johnson döneminde 1964 Sivil Haklar Anayasası ile ‘Yeşil Rehber’ tarihe karıştı belki, ancak ırkçı ayrımcılık meselesi ABD gündeminden düşeceğe benzemiyor.

Toplumsal uzlaşma yolunda verilmiş mücadeleye katkısı olacağını düşündüğüm bu tür yapımları sonuna kadar desteklememe karşın, filmin yönetmen koltuğunda Peter Farrelly’nin adını ilk gördüğümde tedirgin olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Farrelly kardeşlerin (Bobby ile Peter) 90’lı yılların ‘Salak ile Avanak / Dumb and Dumber’ ya da ‘Ah Mary Vah Mary / There’s Something About Mary’ tarzı absürd güldürülerinden pek hazzetmem, ancak ikiliden Peter bu ilk solo çalışmasında eski alışkanlıklarının dışında bir komedi-drama’ya imza atmış. Klasik bir biçimde, hatta klişe denebilecek gelişmelerle yürüyen filmin komiği Farrelly’nin bildik espriler ve skeçleri yerine ana karakterlerin dayanılmaz zıtlıkları üzerinden ilerliyor. [Filmin senaryo ortaklarından (Tony’nin gerçek oğlu) Nick Vallelonga’nın (kendisi filmin başlarında İtalyan mafyasından Augie rolünde kısa da olsa gözüküyor) verdiği bilgi doğrultusunda filmdeki gelişmelerin bire bir baba Vallelonga’nın teyp kayıtlarından alınma olduğunu ayrı bir not olarak düşelim].

1962’lerin Amerika’sının özenle kurgulandığı filmin prodüksiyon tasarımı kusursuz. Müzik bandını oluşturan klasik-pop-caz seçimleri de gayet iyi. Ve sona kaldı, kusura bakmasınlar, filmin asıl ateşleyici gücü iki başrol oyuncusundan kaynaklanıyor. Yaşayan iki büyük aktör filmin zıt ikilisine hayat öpücüğü vermişler. Bir oturuşta 26 çizburger yiyebilen iri yarı İtalyan şoförde (film için yaklaşık 14 kilo almış, göbeklenmiş) Viggo Mortensen ile Oscar kazandığı ‘Ay Işığı / Moonlight’ sonrasındaki ilk büyük rolünde siyahi aktör Mahershala Ali tam anlamıyla döktürüyor. Bu ikilinin adını yaklaşan ödül mevsiminde sık sık duyacağız gibi geliyor.

(03 Aralık 2018)

Ferhan Baran

[email protected]