Lynne Ramsay imzalı ‘Hiçbir Zaman Burada Değildin / You Were Never Really Here’, sanatçının 6 yıl aradan sonra çektiği dördüncü uzun metrajı. İskoçya doğumlu sinemacıyı, ilk ikisi bizde gösterilmemiş ‘Ratcatcher’ (1999), ‘Morvern Callar’ (2002) ve ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız / We Need To Talk About Kevin’ (2011) filmleriyle tanıdık ve sevdik. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde senaryo ve erkek oyuncu dallarından çifte ödüllü son çalışmasını heyecanla bekliyorduk. Önce Adana Film Festivali’nde, daha sonra geçen senenin Filmekimi’nde seçkiye alınmış ancak yönetmenin yeni kurgusu beklendiğinden film programdan çıkarılmıştı.
Baştan söylemek gerekirse, beklediğimizin ötesinde bir film, katıksız bir başyapıt Ramsey’nin filmi. Önceki filmlerinden çok daha tekinsiz ve kapkara bir dünyayı ustalıkla tasvire soyunan sinemacı, Amerikalı yazar Jonathan Ames’in aynı adlı 90 sayfalık kısa romanından yola çıkmış. Öykünün ana karakteri Joe ile başına torba geçirmiş halde ölümü arzuladığı sahnede karşılaşıyoruz. Akabinde, gece vakti bir otel odasında tamamladığı işin kanıtlarını ortadan kaldırırken izleriz onu. Elindeki kanlı çekiç ile bir seri katil izlenimi vermektedir yüzü seçilemeyen adam. Çöp kutusunda yakılan fotoğrafının alevi çekmeceden alınan İncil ile söndürülen, yatağa saçılmış eşyalar arasında parlak rengiyle göz alan künyenin sahibi küçük kızın vahşi bir cinayetin kurbanı olduğunu düşünürüz. Joe’nun küçük kızları pedofil tacirlerin elinden kurtarmaya çalışırken her türlü şiddete başvurmaktan çekinmeyen bir tetikçi olduğunu anlarız daha sonra.
Sürprizlerle, yanılsamalarla anlatır öyküsünü yönetmen. Anti-kahraman Joe’nun geçmişi hakkında doğrudan bilgi vermez. Aralara onun geçmişinin hayaletlerinden ve acılı çocukluk yıllarından bölük pörçük anılar serpiştirerek, eksik parçaları izleyicinin biraraya getirmesini ister. Özgün romanın ve filmin adından hareketle ‘görünmez’ olmayı seçmiştir Joe. Çocukluğunun travmatik anılarında, Joe’nun adam öldürürken kullandığı topuz başlı çekicin benzeriyle karısına ve küçük oğluna eziyet eden baba figürü belirir. İri bedenini kaplayan derin yara izleri Afganistan’da yaşadığı dehşetli yıllardan kalmadır muhtemel. Bir küçük gofret için öldürülen küçük kızın can çekişmesi ya da konteynır içine yığılmış Uzak Doğulu ölü bedenlerin görüntüsü kafasının içinde döner durur. Yaşlı annesiyle gözlerden uzak mütevazi evinde karabasanlarıyla boğuşurken, dünyanın tüm kötülükleri peşini bırakmayacak, bir senatörün seks tacirlerince kaçırılmış küçük kızının izinde yeni aldığı işi onu daha önce yaşadıklarını aratmayacak bir dehşet girdabına sürükleyecektir.
Her filmiyle izleyicisini şaşırtan Ramsey son filmiyle kariyerinde yeni bir doruk noktasına imza atmış. Ana metnin kara film özelliklerini kendine özgü bir biçimde çözmüş. Hem tür izleyicisinin beklentilerini karşılıyor, hem benzersiz bir karakter çalışmasına imza atıyor. Baştan itibaren saf sinemanın peşinde. Sinemada hikâye anlatımının temel özelliklerini araştırıyor. Olan biteni kelimelerle anlatmak ya da gözümüzün içine sokmaktan ziyade, duyularımızla hissetmemiz üzerine geliştirmiş çabasını. Joe’nun ne yaptığı, ne söylediği veya neden yaptığından ziyade kafasının içiyle meşgul Ramsay. Onun nefes alıp verişi, sessiz çığlığı, gözlerinden süzülen yaş, iflah olmaz ölme arzusunun nedenleriyle yüzleştirmeyi yeğliyor izleyicisini. Çağdaş sinemanın belki de en mükemmel oyuncusu Joaquin Phoenix bu açıdan en büyük şansı. Usta oyuncu da İskoçyalı sinemacı ile çalışmanın ayrıcalığını yaşarken, olağanüstü yorumuyla ‘The Master’dan sonra bir kez daha büyülüyor bizleri.
Ramsay kara film kurallarını oynarken işin kolayına kaçmıyor. Kan reva şiddet sahnelerini dolaylı yoldan vermeye özen gösteriyor. New York’ta pedofillerin ziyaret ettiği lüks randevu evinin güvenlik kamerasından aktardığı şiddet sahnelerinde, otel odasındaki kanlı hesaplaşmayı kurşunun çatlattığı aynanın camından izlediğimiz bölümde yönetmenlik dersi veriyor. Thomas Townend’in New York’un arka sokaklarını, izbe otel odalarını, lüks malikanelerini turlayan, Joe’nun alacakaranlık dünyasının içine dalan tedirgin görüntüleri, Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’un metalik müzik çalışması ve de Paul Davies’in bu kapkara dünyayı sarmalayan huzursuz ses tasarımından sonuna dek yararlanıyor. ‘Angel Baby’ benzeri pop şarkılarını vahşet yüklü sahnelerin fonuna yerleştirerek tezat ve yanılsama duygusunu pekiştiriyor. Tribünlere oynayan hesaplı bir duygusallıktan özenle kaçınıyor. Joe’nun ölmekte olan kurbanının yanına çöküp, onunla birlikte Charlene’in seslendirdiği fondaki şarkıya (I’ve Never Been To Me) eşlik ettiği unutulmaz sahnede çaresizliğin hüznünü derinden yakalıyor.
Tematik benzerliğiyle 40 küsur yıl öncesinin Scorsese klasiği ‘Taksi Şoförü / Taxi Driver’ ve anti-kahramanı Travis’e, Joe’nun annesi ile ilişkisi üzerinden Hitchcock’un ünlü filmi ‘Sapık / Psycho’ya selam gönderen Lynne Ramsay filmi, klasik anlatımı reddeden yaratıcı kurgusu ve kusursuz yönetmenliğiyle şimdiden sinema tarihine geçmeyi hak ediyor.
(24 Mayıs 2018)
Ferhan Baran