Damien Chazelle işini bilir genç sinemacılardan. Üç yıl öncesinin Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde ‘Whiplash’ ile başlayan önlenemez yükselişinin ardından büyük stüdyolar ligine terfi eden Amerikalı yönetmen, yeni yıl arifesinde bizde de vizyona giren son çalışması ‘Aşıklar Şehri / La La Land’ ile Hollywood’u Hollywood yapan eski usul müzikal filmlere göz kırpıyor.
Hikâye, rol kapmak için yanıp tutuşan aktris adayı ile kendi kulübünde klasik caz geleneğini yaşatma hayalleri kuran piyanistin renkli aşkları üzerine kurulmuş. Los Angeles eğlence dünyasının karmaşası içinde ideallerinin izini süren iki genç insanın serüveni, bizde ‘Tatlı Günler’ adıyla gösterilmiş Jacques Démy imzalı ‘Rochefort’lu Genç Kızlar / Les Demoiselles de Rochefort’dan esintilerle açılıyor. Genç kızın kafesinde çalıştığı stüdyoda bir dükkânın vitrininde göze çarpan ‘Parapluies’ yazısıyla Fransız sinemacının bir diğer ünlü müzikali ‘Cherbourg Şemsiyeleri’ne selam gönderiliyor. Nostalji durmuyor. Los Angeles tepelerinde Amerikan müzikallerinin altın çağından Fred Astaire / Ginger Rogers ikilisinin ünlü step dansında izliyoruz genç aşıkları. Çiftin cinsellikten arınmış muhafazakâr romanslarının estirdiği nostaljik rüzgarlar mobil aramalarla kesiliyor bazen. Eski filmleri oynatan sinema salonunun kapısına kilit vurulduğu ilerleyen bölümlerde günümüzün kentsel dönüşüm gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Chazelle’in müzik ve caz tutkusunu iyi tanıyoruz. Yönetmenin yirmili yaşlarında çektiği ilk uzun metrajı ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) bir caz trompetçisinin aşk hikâyesi etrafında ilerler. Senaryo ortaklığını yaptığı ‘Grand Piano’ (2013) tedirgin konser piyanistinin sahne korkusu üzerinedir. New York’taki ünlü Juilliard School’dan esinlenmiş gözde müzik okulunda caz bateristliği eğitimi gören 19 yaşındaki gencin sıra dışı eğitmeni ile arasındaki fırtınalı ilişkini soluk soluğa hikâye eden, adını klasik caz üstadı Hank Levy’nin parçasından almış popüler ‘Whiplash’, benzer bir okulda benzer bir eğitmenle çalışırken yeteneğinin sınırlarını fark ederek müziği bıraktığını açıklayan Chazelle’in kişisel deneyimlerinden izler taşır.
Müzikalin nostaljik dokusu içinde, değişen bir dünyada kaybolmakta olanların peşinden gitmeyi seçmiş iki genç insanın mücadelesini sergileyen ‘Aşıklar Şehri’nde klasik caz sevdası ön planda yine. Filmin, benzer bir tutkuyu paylaşan Woody Allen yapıtlarını anımsatması tam da bu yüzden. Retro Fransız ve Amerikan müzikallerini iyi etüd etmiş olan Chazelle türü yenilemiyor belki, ancak Woody’nin yakışıklı ‘alterego’su hissini veren , dans ve vokal becerisiyle şaşırtan Ryan Gosling ile üstadın iki filminde (Sihirli Ayışığı ve Mantıksız Adam) yer almış Emma Stone’un başarılı performansları ve nefis soundtrack’inin de desteğiyle içinde yaşadığımız boğucu gündemden iki saatliğine uzaklaşmamızı sağlıyor, birinci sınıf bir ‘kendini iyi hisset’ filmi olarak gönülleri çalıyor ‘Aşıklar Şehri’yle.
Yok bu renkli düşler bizi kesmez, ayakları yere basan sıkı bir sistem eleştirisi istiyoruz diyorsanız, yine bu hafta gösterime giren, 2016’nın en iyileri listemde yer verdiğim Ken Loach imzalı sosyal dram ‘Ben, Daniel Blake / I, Daniel Blake’i izlemenizi öneriyorum. Hayli ilerlemiş yaşına karşın enerjisi yerinde, keskin dilinden taviz vermeyen İngiliz usta sosyalizmin yılmaz sözcülüğünü sürdürüyor. 1996 yapımı ‘Carla’nın Şarkısı’ndan beri birlikte çalıştığı Paul Laverty’nin özgün senaryosundan yola çıkan sinemacı, Thatcher patentli neoliberal uygulamalarla işçi haklarını tırpanlayan, yoksullara yaşam hakkı tanımayan kapitalist düzenin boğucu bürokrasisine karşı dayanışma bayrağını yükseltiyor bir kez daha. Kalp krizi geçirdiği için çalışamaz raporu almış 60 yaşındaki marangozun malulen emekli olabilmek ya da işsizlik maaşı alabilmek için verdiği uğraş sürecinde dayatılan şartlar ve engellerle bunun bir sistem sorunu olduğunun altı özenle çiziliyor. Mevcut düzenin Daniel Blake gibilere hayat hakkı tanımadığı tavizsiz vurgulanıyor. Başrolde deneyimli stand up ustası Dave Johns’un mükemmel performansına tanık olduğumuz, mizahın eksik olmadığı yüreğe dokunan, öfke yüklü bir dram bu.
Mevcut dünya düzeninin trajikomik ahvalinin seyrine kaldığımız yerden devam etmek istiyorsanız eğer, bizde gösterilmesi biraz geciken 69. Cannes Film Festivali’nin Alman yönetmen Maren Ade imzalı yaman sürprizi ‘Toni Erdmann’ı beklemeniz gerekiyor. Kızını çağdaş iş dünyasının pençesinden kurtarabilmek uğruna elinden geleni ardına koymayan aykırı babanın serüveni yoğun bir kara mizah, dayanılmaz bir kapitalizm eleştirisi içeriyor çünkü.
Bizi bizden alacak mükemmel filmlerle dolu yepyeni bir yıl diliyorum okurlarıma.
(02 Ocak 2017)
Ferhan Baran