102 yıl önce Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı (çekilip çekilmediği tartışmalıdır… bağlı olarak, Uzkınay’ın ilk sinemacı olduğu da…) ile başlayan sinema yolculuğumuzda sayısız yönetmen, yapımcı, kameraman, oyuncu ve set çalışanı gelip geçti. Kimi hâlâ unutulmadı, kimiyse bu “sevgi kulesi”nin sürmekte olan yolculuğunun çimentosu unutulsa da…
Unutmayı unutmak için ödüller kurulmuş başından beri. Çeşitli festivaller, şenlikler aracılığıyla başarılı bulunan kamera önünde ve arkasındaki sinemacılar ödüllendirilmiş. Bu festivaller ve ödüller zamanla kurumsallaşmış ve gerçek birer “değer”e dönüşmüş.
Sinema bir şenliktir
Antalya’da 1964’te düzenlenmeye başlanan Altın Portakal Film Şenliği, son yıllarda Antalya Film Festivali adıyla anılıyor. Siyasetin her zaman için damgasını vurduğu sinemamızın, özellikle de festivallerin kararları tartışmaya açık kuşkusuz. Seçici Kurul, o filmi tercih etmiş… bir başka kurul başka filmi seçebilirdi. Hem siz olsanız oy bile vermezdiniz değil mi? Peki, bu tartışmalar yaratan kararlar sinemanın şenlik olmasını engeller mi? Tabii ki hayır! Binlerce kez hayır…
Ödüllü sanatçılar
Sinema, zorlu bir sürecin sonunda ulaşır seyircinin beğenisine… Diğer sanat dallarından -birikimi bir tarafa bırakırsak- çok zahmet gerektirir. Senaryolaştırılması, mekân bulunması, oyuncu belirlenmesi, ekip kurulması, çekimler, (eskide kalsa da) banyo işlemleri, montaj çalışmaları, seslendirme (sesli çekiliyor filmler artık) ve çoğaltma… bitiyor mu, tabii ki hayır. Salon da bulmalısınız filminizin gösterime gireceği. A’dan Z’ye emeği geçen herkesin alkışı ve ödülü hak ettiği uzun bir süreç. (Alkışı hak ettiği deyince… Neden gösterimin ardından alkışlamıyoruz, tiyatroda olduğu gibi, hep garibime gidiyor. Sanki eskiden alkışlardık. Artık basın gösteriminde bile –sinema yazarlarının daha bir kadirbilir olacağı düşüncesiyle söylüyorum- alkış görülmüyor… Hatta birçoğumuz jeneriği beklemiyor bile.
Bir yıllık çalışmayla…
Antalya Film Festivali’nin 53 yılında (53.sü bu yıl gerçekleştirildi, doğal olarak bu seçkide yer almıyor) 520 yönetmen, yapımcı, senarist, kameraman, müzisyen montajcı, sanat yönetmeni, oyuncunun yer aldığı “Altın Portakallı Sanatçılar” kitabını Ali Can Sekmeç, bir yıllık çalışma ile çıkarmış ortaya. Önemli bir çalışma. Özellikle sinema tarihçileri, sosyologlar ve akademisyenler için bulunmaz nimet. Böylesi çalışmaları yapanların emekleri çok fazladır ama kadri bilinmez; çok yıllar sonra hakkı teslim edildiğinde de o burukluk kalır insanın içinde.
Emeğine ve çabana çok teşekkürler Ali Can Sekmeç. Sinemamızın -tabii, diğer sanat dallarının da- böylesi bir çalışmaya ihtiyacı vardı. Yeterli mi? Kesinlikle değil. Ali Can Sekmeç’e ve diğer araştırmacı arkadaşlara olanak sağlamalı ki, geçmişle geleceği buluşturabilelim. Kültür Bakanlığı benzer çalışmaları desteklemeyi sürdürmeli… Hatta son anda sipariş vermek yerine uzun süreli araştırma için hem ödeneklerini hem teknik olanaklarını arttırmalı.
Rabarba
Sinemanın gizli kahramanları seslendirmecilerdir. Onlar da montajcılar gibi filmi kurtardıklarını söyleyebilirler rahatlıkla. Çoğunlukla, havasız küçücük odalarda ter kan içinde hayat verirler filmlere. Küçük ve havasız yerlerdir çünkü seslendirme salonları yalıtılmış olmak zorundadır. Dışarıdan ses girmemesi, içindeki seslerin kaçmaması, yankılanmaması gerekir.
Uluslararası Antalya Film Festivali Direktörü ve yapımcı Elif Dağdeviren, Serdal Güzel ile Deniz Çakır’ın seslendirme sanatçılarını bir sergide toplama fikrini -kendisinin de bir dönem aynı işi yaptığından yola çıkarak- büyük bir hevesle kabul ettiğini, serginin bir kitaba dönüşmesinin de o çabayı kalıcılaştıracağını söylüyor. Deniz Çakır ile Serdal Güzel, sinemanın bu gizli, gizli olduğu kadar başarılı, başarılı olduğu kadar güçlü, güçlü olduğu kadar kurtarıcı kahramanlarını, bulabildikleri, ulaşabildikleri kadarıyla toplamış.
Abecesel sırayla dizilen fotoğrafların sergisi kim bilir ne kadar güzeldi (Antalya Film Festivali’nin yöneticileri, Atilla Dorsay’ın ricasını kırmalarının acısını yaşıyorlardır bu satırların sonunda, muhakkak). Kitap da bir o kadar güzel. Özellikle fotoğraflar, bu gizli, güçlü, başarılı ve kurtarıcı kahramanları birebir yansıtıyor. Sungun Babacan, yazdığı önsözle her şeyi özetlemiş…
Güzel ama eksik…
80’de sinemaya girdiğimde, Acar Film ve özellikle, daha çok da Lale Film stüdyolarının koridorlarında ve bekleme odalarında seslendirmeci ağabey ve ablalarla bir arada olur, onların anılarını dinlemeyi çok severdim. Birçok şeyi o sohbetlerin arasından öğrendiğimi söylemeliyim. Arada, stüdyoya çağrılırlar, repliklerini söyledikten sonra konuşmaya kaldıkları yerden devam ederlerdi susamlı tavuk (Lale Film’in bir üst sokağındaki küçük bir simit fırınından alınan taze çıtır simidin adı) eşliğinde. Ne film öyküleri anlatılırdı, ne filmler çekilirdi sadece düşlerde…
Değerli çalışma…
Böylesi çalışmalar hem çok sık yapılmaz/yapılamaz hem de satış şansı pek yoktur. Ancak, yukarıda da değindiğim gibi tarihçiler, akademisyenler, araştırmacılar ve ilgililer peşine düşer bu ve benzeri kitapların (ben şanslılardan biriyim). Buna da bağlı olarak -kuşkusuz eksikleri olacaktır, zamanla tamamlanan- kapsamının geniş tutulması, ulaşılamayan kişilerin hiç değilse adlarının geçmesi hem ahde vefa hem işin hem de saygı gereği geçmeliydi.
Bir Yeşilçam klasiği olan “n’ayır, n’olamaz” nasıl olur da geçmez? Abdurrahman Palay, Agah Hün (ilk aklıma gelenler, daha da sıralayabilirim Adalet Cimcoz, Ferdi Tayfur… Zafer Önen) unutulabilirler mi?
Deniz Çakır ile Serdal Güzel’i kutluyorum. Aceleye getirilmesi ise üzdü beni. Kültür Bakanlığı desteklese, bu değerli çalışma eksiklerini giderse keşke.
(31 Ekim 2016)
Korkut Akın