Fransız sinemasının yükselen oyuncu yönetmeni Maïwenn dördüncü uzun metrajında kariyerinin ilk aşk filmine imza atmış. Bizde yeni gösterime giren ‘Prensim / Mon Roi’ kırklı yaşlardaki çiftin yakıcı olduğu ölçüde yıkıcı ilişkileri üzerine inşa edilmiş. Aklı başında ceza avukatı Tony (Marie Antoinette’den kısaltılmış) şehrin en fırlama adamlarından birine tutulursa ne olur. Genç kadının (yönetmenin tabiriyle) bir sandalyeyi baştan çıkaracak kadar cazibeli Vincent Cassel’in hayat verdiği Giorgio ile ilk karşılaşması değildir bu. Onu öğrencilik yıllarında çalıştığı barda ilk kez gördüğünde büyülenmiştir zaten. Yıllar sonra bu ikinci karşılaşmada genç adamın bu sıradan görünüşlü kadının arzularına karşılık vermesiyle yol almaya başlıyor hikâye.
İlk sevişmeleri müthiştir. Ardından evlenme teklifi gelir. Yakın arkadaşlarının katıldığı bohem bir parti ile evlenirler. Bizim arabesk şarkıdan misal Tony’den bir çocuğu olsun da ister Giorgio. Lakin o filmin Türkçe adına esin olmuş haliyle masallardaki atlı prens değildir. Fransızca özgün adında olduğu gibi bir kral, tam anlamıyla bir monarktır. Yarı şaka yarı ciddi kendi tanımlamasıyla ‘pisliklerin önde gidenidir’. Herşeyi kontrol etmek ve avucunun içinde tutmak ister. Yine Maïwenn’e göre yaşamın en büyük uyuşturucusu olan ‘aşk’ın tutsaklığını kabullenen Tony,onu değiştirmek için çok çabalar ancak sonunda kralının her dediğine razı olur. ‘Seninle 7/24 beni aşıyor’ diyerek evlerine çok yakın bir daireye taşınmasına, intihar teşebbüsünde bulunan eski sevgilisiyle kendinden daha çok vakit geçirmesine ses çıkaramaz. Kıvrak zekâsı, yaşam enerjisi ve özgür tavırlarıyla gönül çelen adamın şen gevezelikleri giderek tahammül edilmez hale gelir ve bu can yakan aşk Tony’yi yavaş yavaş tüketir.
Cannes’ın gediklilerinden olan Maïwenn (soyadı Le Besco’yu filmde Babeth rolünde gözüken oyuncu kızkardeşi Isild kullanıyor) beş yıl önce festivalde ‘Jüri Ödülü’nü kazandığı ‘Polis / Polisse’ de olduğu gibi detaylara ağırlık veren bir metinle çıkıyor karşımıza. Polis’i birlikte yazdıkları Emmanuelle Bercot ise bu kez Tony kompozisyonu ile çalışmaya ağırlığını koymuş. Ortak senaryo çalışmasını benimsediğini vurgulayan yönetmen, bu defa bizde de gösterilmiş Xavier Beauvois imzalı 2010 yapımı ‘Tanrılar ve İnsanlar / Les Hommes et Les Dieux’nün usta yazarı Etienne Comar ile işbirliği yapmış. Böylece yıkıcı bir aşkın on yıllık serüvenini kadın ve erkek gözünden ayrı ayrı kaleme almışlar.
Buna rağmen filmde olaylar ağırlıklı olarak Tony’nin bakış açısından veriliyor. Hikâye sondan başlıyor. İntihar girişimini andıran ski kazasında dizindeki çapraz bağlar yırtılan genç kadın tedavi için bir süreliğine yattığı rehabilitasyon merkezinde geriye dönüşlerle yaşadığı tutku ve acı dolu yıllarını anımsıyor. Bu noktada Fransızca ‘ben ve biz’ (je, nous) kelimeleriyle sesdeş ‘diz’ (genou) metaforundan yola çıkıyor sinemacı. Ben ve bizin ya da diz bağlarının kopuşu ile tedavi süreci başlıyor ve genç kadının tek başına hareket kabiliyetine kavuşma süreci Prozac ve Xanax’lı yıllara geri dönüşler eşliğinde film boyunca sürüyor.
Bu tüketici ilişkinin öyküsünü aynen ‘Polis’te olduğu gibi zengin detaylar eşliğinde sunuyor Maïwenn. ‘Polis’in ses bandında da imzası olan ‘Aşık Shakespeare’in Oscarlı bestecisi Stephen Warbeck’in etkileyici müzik çalışmasından, ‘Göldeki Yabancı / L’Inconnu du Lac’taki çalışmasıyla beğenimizi kazanmış Claire Mathon’un geniş ekran görüntülerinden yararlanmasını biliyor. Gündelik hayatın ince ayrıntılarını bir belgesel titizliği ile aktarıyor perdeye bir kez daha. Tekrara düşme ve tempoyu düşürme tehlikesine rağmen kimi fazla kaçmış bölümleri kesmeye kıyamıyor yine. ‘Polis’te aralarında kendisinin de yer aldığı kalabalık bir oyuncu ekibini yönetmiş olan sinemacı bu defa filmin iki ana karakterinin yakın plan ağırlıklı doğaçlama performanslarına yüklenmiş. Geçtiğimiz yıl Cannes’da ‘Carol’un ‘gökten düşmüş meleği’ Rooney Mara ile birlikte en iyi kadın oyuncu seçilen Bercot parlak yorumuyla belleklere kazınırken, çekici, küstah, eğlenceli, sorumsuz Giorgio’da Cassel ondan aşağı kalmıyor.
Rayından çıkmış bir ilişkiyi detaylı bir biçimde sergileyen ‘Prensim’, öykünün can acıtıcı iniş çıkışlarına karşın beklendiği gibi hüzünlü bir film değil. Aşka düşmenin bir hastalık olduğunu ima ederken yaşanan çok eğlenceli anları vermeyi ihmal etmiyor. Karakterleri hakkında iyi veya kötü yorumda bulunmuyor Fransız yönetmen. Onları yargılamıyor. Başka bir sinemacının elinde rahatlıkla ağdalı bir melodrama dönüşebilecek bu marazi ‘aşk yakar’ meselini bilinen doğalcı üslûbuyla mercek altına alırken yaşamı olduğu gibi aktarma yolunu seçiyor.
(01 Ağustos 2016)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com