Batıya Doğuyu Anlatan: Akira Kurosawa

Büyük Japon yönetmen Akira Kurosawa’ya “Dersu Uzala” ve “Düşler” filmleriyle saygı sunmak istedik. Her daim insana gerekli bu başyapıtlar, sinema tarihinde müstesna yerdeler.

“Dersu Uzala…”

Büyük Japon usta Akira Kurosawa’nın 1975 yapımı sinemaskop “Dersu Uzala”, doğaya ve insana adanmış sinema tarihinin müstesna filmlerinden. Kurosawa, bu filmini Sovyet sinemasının altyapısı ve desteğiyle ortaya çıkarmış. Mosfilm’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Yuri Nagibin yazmış. Film, Yüzbaşı Vladimir Arsenyev’in “Dersu, Okhotnik” adlı hatıralarından çekilmiş. Film, yüzbaşının iç sesiyle izleniyor. İnsanı hüzün ve coşkuya sürükleyen müzikleri de Isaak Shvarts bestelemiş. İlham veren fotoğrafları da Asakazu Nakai, Yuri Gantman ve Fyodor Dobronranov yansıtmış. Bu film, Akademi’den de “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar kazanmıştı. “Dresu Uzala”, ülkemizde Nisan 1978’de vizyona çıkmıştı.

1910 yılı, Korfovskaya’da… Yüzbaşı Vladimir Arsenyev (Yuri Solomin), büyük dostu pagan bilge Dersu Uzala’nın (Maksim Munzuk) mezarını ziyarete geldiğinde her şeyin değiştiğini fark ediyor. Vladimir, at arabalı adama mezarı soruyor. Adam, burada mezar olmadığını söylüyor. Sadece keresteciler var. Ormandaki sedir köknar ağaçlarını kesip kereste yapıyorlar. Vladimir, değerli dostunu üç yıl önce ormana gömmüş. Vladimir, hüzne ve boşluğa düşüyor. Hayal kırıklığı da var.

Ön jenerikte doğanın görüntüsü sepya olarak yansıyor. 1902, güz… Vladimir, askerlerle beraber topoğrafi araştırmaları yapmak için buralara gelmiş. Askerler, hep bir ağızdan avcının şarkısını söylüyorlar: “Eve nasıl yemek götürecek / Nasıl neşeli olsun / Ne yapmalı / Daha iyi nişan almaya çalışacak / Böylece avcı / Sularda iz aramak için yola koyulur / Balıkların bol olduğu yere gider / Güzel havada / Kıyıda çok balık olur…” Vladimir, “O yıl görevim nedeniyle Şkotovo Bölgesi’ne gittim. Ussuri’ye gitmiştim topoğrafik araştırmalar için” diyor iç sesiyle. Kamera, sağa çevrinme (pan) yapıyor, onlar çevreyi gözlemlerken. Vladimir, ormanların çekici ve güzel göründüklerini, bazen de kasvetli olduklarını söylüyor iç sesiyle. Tıpkı insanlar gibi. Kamp kuruyorlar. Gece, ateşin yanında günlüğüne notlar düşerken, hüzünlü müzik de duyuluyor. “Bu vadi bana Valpurgis Gecesi’ni (30 Nisan Gecesi’ni) hatırlattı. Cadıların Şabat (Sabbath) için toplandıkları yer” diye not alıyor. Ateşin kenarına uzanan Vladimir, gözlerini kapadığında bir el tüfek sesi duyuluyor. Onlara doğru yaklaşan ses, “Ateş etmemek, insan ben” diyor. Goldi halkından yaşlıca Dersu Uzala yanlarına geliyor, ateşin kenarına oturuyor, piposunu yakıyor ve kendisini konuk ettiriyor. Karnı da açmış. Yemek veriyorlar. Vladimir’in kanı ona hemen ısınıyor. Karısı ve çocukları çiçek hastasından ölmüş yalnız Dersu, şimdi ormanda yaşıyor. Dersu, geyik avlarken insan izleri görmüş. Onları izlemiş ve buraya kadar gelmiş. Yaşını da bilmiyor. “Çok yaşamak ben” diyor onlara. Vladimir, Dersu’ya “Bize yardım eder misin” diyor. Dersu rehberlik için düşünüyor.

Dersu, iyi bir iz sürücü. Askerlerin çalışmasında yardımcı oluyor bu. Ormanı, insanlardan daha çok biliyor. Dersu, ayak izlerinden buradan Çinlilerin geçtiğini anlıyor. Sonra ormandaki kulübeye geliyorlar. Vladimir kulübenin içine girdiğinde Çinlilerin burada kaldığını anlıyor. Dersu da odun toplayarak çatıyı onarıyor. Sonra Vladimir’den pirinç, tuz ve kibrit istiyor kulübeye konuk olup karnını doyuracak insanlar için. Tekrar yola koyuluyorlar. Yağmur yağdığı için yine kamp kuruyorlar. Dersu, saf ve iyi insan. Kendiyle alay eden askerlerin dediklerini duymuyor sanki. Dersu, “Yüzbaşım, güneş en önemli adam. Güneş öldüğünde her şey ölmek” diyor. Kamp ateşi de yanıyor. Yemeklerini de yiyorlar. Askerler, güneşe “adam” dediği için dalga geçiyorlar onunla yine. Nehir kıyısına geliyorlar. Dersu, “Ateş, su, rüzgâr üç önemli adam” diyor askerler gülerken. Rüzgâr çıkıyor. İlk kar da yağıyor. Askerler ormanda, ipe bağladıkları şişeye ateş ederek talim yaparlarken, Dersu buna şaşırıyor. Çünkü şişe gerekli olabilirdi. Şişeyi kurtarabilmek için o da ateş ediyor ve şişeyi ödül olarak kazanıyor. Şimdilerde sürdürülebilirlik dedikleri şeydi işte. Geceleyin kampta askerler eğlenirken, Dersu da az uzakta tek başına ateş başında oturmuş, düşüncelerine dalmış. Vladimir, onu izliyor ve sonra da yanına gidip oturuyor.

Gündüz. Yine yoldalar. Nehir kıyısında Dersu, yaşlı bir insanın buradan geçtiğini söylüyor. Yaşlılar yürürken topukları, gençlerse parmakları üzerinde yürürlermiş. Sonra tek başına yaşayan yaşlı bir Çinlinin yaşadığı yere kamp kuruyorlar. Yaşlı Çinli, inzivaya çekilmiş kederli biri. Dersu, onun hakkında bir şeyler öğreniyor. Yaşlı adamın kadınını kardeşi almış. Vladimir ona yiyecek bir şeyler vermek istiyor. Belki yakınlaşmak, yalnızlığını unutturmak için. Geceleyin, Dersu ateş başında yine tek başına oturmuş piposunu tüttürüyor düşünceler içinde. Vladimir, Dersu’nun yanına oturuyor. Vladimir, yaşlı adamı çağırmak istiyor. Dersu, “O çok düşünmek. Bahçe, ev” diyor. Sonra uyuyorlar. Dersu sabahleyin Vladimir’i uyandırıyor. Yaşlı adam gidiyormuş. Yaşlı adam geliyor ve vedalaşıyorlar. Onlar da yola koyuluyorlar çok geçmeden. Göl kıyısına geliyorlar. Vladimir, “Bu yolculuğun asıl amacı, Khanka Gölü etrafındaki bölgeyi keşfetmekti” diyor iç sesiyle. Adamlarının çoğunu, atları da Çernigovka’ya yollamış. Olenev ve Kluşinov kalmış sadece. Göl buz tutmuş. İkiye ayrılıyorlar. Dersu ve Vladimir başka yöne gidiyorlar. Buraları dümdüz stepler. Sığınılacak bir yer yok. Yönlerini kaybediyorlar ve akşam yaklaşıyor. Dersu, hemen otları kesip yığın yapmaya başlıyor. Vladimir’i de teşvik ediyor. Her şey bittikten sonra orada geceliyorlar. Otlar ikisini de soğuktan koruyor. Sabah olduğunda Dersu’nun zekâsının ve bilgeliğinin kendilerini hayatta bıraktığını anlıyor Vladimir.

Yine beraberler. Askerler yüklü kızağı çekiyorlar. Soğuk ve yorgunluk bitap düşürüyor onları. Vladimir, “Kuru soğuk. Yorgunluk. Açlık. Doğanın karşısında insanoğlu/kızı çok zayıf kalır” diyor iç sesiyle. Fırtına, tipi daha da zorlaştırıyor her şeyi. Kamera, onlar yol alırken, yukarı doğru “tilt” yapıyor ve bulutlar arasında güneş görünüyor. Gökyüzü kıpkırmızı. Altta da hüzünlü bir müzik duyuluyor. Dersu bir duman kokusu duyuyor. Bir eve gidiyorlar. Ev, yemekler, çaylar ve insanlar sıcak. Vladimir artık eve dönmeye karar veriyor. Dersu’ya kendisiyle gelmesini söylüyor. Doğa insanı şehirde yapabilir miydi? Dersu sadece fişek istiyor ondan. Dersu da yola çıkmak istiyor. Başka yerler, başka şeyler aramak için. Gündüz tren yolunda vedalaşıyorlar. Vladimir, onun kendisiyle gelmesi için umutlanıyor, ama Dersu kendini karlara vuruyor. Askerler, avcının şarkısını yine söylüyorlar.

1907, ilkbahar… Vladimir yeni göreve çıkıyor baharda. Vladimir, “O ilkbaharda bir kez daha Ussuri Bölgesi’ne doğru yola çıktım” diyor iç sesiyle. Nehirlerde, göllerde buzlar çözülüyor. Muhteşem görüntülerle yansıyor bu anlar. Sıcaklık artıyor. Yollar da çamurlu. Askerler ve atlar. Filmin başındaki gibiydi her şey. Vladimir’in aklında hep Dersu var. Kamp kuruyorlar. Ceylan avlayan bir asker, Vladimir’e birinin kendisini sorduğunu söylüyor. Dersu’ydu bu. Vladimir, ormanın içine giriyor ve Dersu’yu görüyor. İki dost özlemle birbirlerine sarılıyorlar. Dersu, samur avlayıp iyi para kazanmış. İyi ve saf Dersu, kazandığı paraları saklasın diye samurcuya vermiş. Sonra adam ortadan kaybolmuş. Ertesi gün. Sisler ormanı kuşatmış. Dersu piposunu düşürüyor, ardından kaplan izlerini fark ediyor. Kaplan onların farkındaymış. Piposunu bulan Dersu, kaplana yoluna gitmesini söylüyor. Vladimir, hayvan tuzağı buluyor, ama anlayamıyor. Dersu, su içmeye gelen hayvanları tuzağa düşürdüklerini söylüyor. Hep beraber tüm tuzakları bozuyorlar. Çinliler yapıyormuş tüm bunları. Mola verip yemek yelerken silah sesleri duyuyorlar. Araştırma yaptıklarında nehirde öldürülmüş insanları buluyorlar. Dersu, tüm bunları Hunhuların yaptığını söylüyor. Askerler de geliyor. Onlar da Hunhuların peşlerine düşmüşler. Nehirde salla yolculuk yapıyorlar. Salda Vladimir ve Dersu da var. Askerler yükleri kıyıya yakın indiriyorlar. Vladimir saldan atlıyor, ama Dersu salda kalıyor. Yüzme bilmeyen Dersu, suyun içindeki kütüğe tutunuyor ve onlara gösterdiği ağacı baltayla kestiriyor. Suyun içinde düşen ağacın yardımıyla kıyıya çıkabiliyor Dersu. Yönetmen bu anlarda kamerayla sağa çevrinme ve kaydırma yapıyor yoğun olarak. Bu ideolojik miydi? John Ford usta da, 1939 yapımı siyah-beyaz “Stagecaoch-Cehennemden Dönüş” western filminde kamerayla sola çevrinme ve kaydırma yapıyordu çoğunlukla.

Geceleyin. Gök gürüldüyor. Yağmur yağıyor. Yaz bitiyor. Gündüz olunca fotoğraf çektiriyorlar. Vladimir ve Dersu, fotoğraf çektirince görüntü donuyor ve siyah-beyaz oluyor. Fotoğraf yaşanmışlıktı, nostaljiydi. Duyulan müzik de bu anlarda hüzünlüydü. Yola çıkıyorlar. Kaplan karşılarına bir defa daha çıkıyor. Dersu, kaplanla konuşuyor uzaklaşması için. Kaplan onlara doğru yürüyor. Kükrüyor. Dersu, kaplanı vuruyor. Yaralı kaplan etrafında dolanıyor, sonra da kaçıyor. Dersu’nun içine korku düşüyor. Yaralı kaplanlar, ölene kadar koşarlarmış. Goldi olan Dersu’nun inanışına göre “kanga”, orman ruhuymuş. “Kanga”dan korkuyor. Ya başka bir kaplan gönderirse? Dersu, o zamandan sonra değişmeye başlıyor. Dersu, huysuz ve sinirli oluyor. Ussuri’ye kış geliyor. Gündüz, karlar içindeki ormanda askerler bir ses duyuyorlar. Dersu ateş ediyor, ama vuramıyor. Dersu, domuzu vuramayınca daha da aksiliği artıyor. Başka bir avda da aynısı yaşanıyor. Geyiğe nişan alan Dersu yine ıskalıyor. Öfkelenen Dersu, eldivenini ağacın dalına hedef olarak yerleştirip ateş ediyor. Eldivende delik olmayınca umutsuzluğu çoğalıyor. Acaba gözleri mi artık iyi görmüyordu, yoksa “kanga” korkusu muydu tüm bunlar? Vladimir, “Benimle Khabarovsk’a gel” diyor. Dersu kederler içinde. Kamptaki çadırda Vladimir çan sesleriyle uyanıyor. Dışarıda Dersu, ağacın dallarına küçük çanlar asmış. Ateşin başında oturmuş kederli Dersu, ateşteki közleri etrafa savuruyor. Kaplan onu öldürmeye geliyormuş. Vladimir’in evine gitmek istiyor Dersu.

Khabarovsk’ta… Dersu, Vladimir’in evinde çoğunlukla şöminenin karşısında kederlerini yaşıyor. Vladimir’in karısı Anna (Svetlana Danilchenko) ve oğlu Vova (Dimitri Korshikov), Dersu’yu çok seviyorlar. Ama Dersu, şehre uyum sağlayamıyor. O, ormanların özgür insanıydı. Anna’nın parayla su almasına şaşırıyor. Hatta yakacak oduna para vermesi daha da şaşırtıyor. Baltayla parka gidip ağaçları kesmeye başlayınca polisçe de tutuklanıyor. Dersu, anlayamadığı bu şehirden gitmek istiyor. Tüfeğini bile kullanamıyor burada. Vladimir, ona direnmiyor. Dersu giderken, ona son model bir tüfek de veriyor hediye olarak.

Vladimir, Korfovskaya’da tren istasyonundaki polis karakolundan telgraf alıyor. Bir Goldi öldürülmüş. Üzerinde de Vladimir’in kartviziti çıkmış. Vladimir, Korfovskaya’ya gidiyor. Ormanın içinde mezarcılar, Dersu için mezar kazarlarken, polis de Vladimir’e bilgi veriyor. Dersu’nun ölüsü bulunduğunda yanında tüfek yokmuş. Vladimir, suçluluk hissediyor. Boşluğa düşüyor. Dersu’ya tüfeği vermeseydi hâlâ yaşıyor olur muydu? Vladimir, hayatı boyunca bu cehennem duygularıyla mı yaşayacaktı? Dersu’yu gömüyorlar. Vladimir, çatallı bir ağaç dalını Dersu’nun mezarının üzerine dikiyor. Son jenerik yazıları törensel geçit gibi geçip giderken, altta da ilahi bir müzik duyuluyor.

“Düşler…”

Büyük Akira Kurosawa’nın 1990 yapımı “Dreams-Düşler”, korkuların ve kâbusların filmi. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Etkileyici müzikleri Shinichiro Ikebe bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa Takao Saito ve Masaharu Ueda yansıtmış. Özel efektlerine de, Hollywood’un ünlü yönetmeni George Lucas’ın “ILM” şirketi destek olmuş. Film, sekiz düşten oluşuyor. “Düşler”, ülkemizde Mart 1991’de vizyona çıkmıştı.

Birinci Düş: Yağmurun İçinden Güneş Işığı… Samuraylar zamanı… Geleneksel Japon evinden bir oğlan çocuğu (Akira Terao) dışarı çıkarken yansıyor. Hava güneşli, ama yağmur da yağıyor. Çakal yağmuruydu bu. Dış kapıya geliyor. Annesi de (Mitsuko Baisho) şemsiyeyle dışarı çıkıyor, çocuğa evde kalmasını söylüyor. Anne, tilkilerin böyle havalarda evlilik törenleri yaptığını söylüyor. Çocuk ormana gidiyor. Kamera, sola kayarak onu izliyor. Sisler ağaçlar arasından süzülürken, estetik fotoğraflar da oluşuyor bu anlarda. Sislerin içinden belli belirsiz bir görüntü fark ediliyor. Yüzleri maske gibi boyalı insanların ağaçlar arasında geleneksel müzik çalarak yürüyüşlerini izliyor çocuk ağacın arkasına gizlenerek. Bu insanlar, Kabuki sahnesinden düşmüş gibiydi. Çocuk evin önüne geliyor. Annesi onu bekliyor. Anne öfkeli. Hava yine güneşli ve yağmur da yağıyor. Anne, “Gittin ve gördün. Yapmaman gereken bir şeydi. Şimdi içeri girmene izin veremem” diyor. Bir tilki gelmiş ve kının içinde bir bıçak bırakmış. Çocuğun bıçakla kendini öldürmesi gerekiyormuş. Anne, “Çabuk git ve onlardan bağışlanmayı dile” diyor. Bıçağı onlara geri vermesi de gerekiyormuş. Çocuk, onları nerede bulacaktı ki? Çocuk, çiçeklerle kaplanmış tarlanın ortasında ufukta dağların arasındaki gökkuşağına bakıyor ve oraya doğru yürüyor. Resim tablosundan düşmüş bir an gibiydi bu. Görüntü kararıyor.

İkinci Düş: Şeftali Bahçesi… Samuraylar zamanı… Geleneksel Japon evinde oğlan çocuğu, elinde tepsiyle sürgülü kapıyı açıyor, odaya giriyor. İçeride ablası ve kız arkadaşları onun getirdiklerini yerlerken, çocuk bir kızı soruyor ablasına. İçeride, Kabuki tiyatrosunun sahnesini andırın biblolar da fark ediliyor. Aslında bunlar kızlar için bebek. Japonya’da bunlara “Hinamatsuri”, yani “Kızlar Günü” diyorlar. Çocuk, beyazlar içindeki kızı (Toshihiko Nakano) görüyor. Onun peşinden koşmaya başlıyor. Yemyeşil bir bahçeye geliyor. Setlerin üzerinde, yüzleri maskeli gibi boyanmış erkekler ve kadınları fark ediyor çocuk. Bu insanlar, Kabuki’den düşmüşler gibiydi. Bir erkek, “Sana söyleyeceğimiz şeyler var. Sizin evinize bir daha asla gelmeyeceğiz” diyor. Çocuk, “Ama neden” diye soruyor. Çocuğun ailesi, meyve bahçesindeki bütün şeftali ağaçlarını kesmiş. “Bebek Günü”, şeftalilerin çiçek açmasıymış. Onların gelişini kutlamak içinmiş. Bebekler, şeftali ağaçlarını canlandırırmış. Ağaçların ruhları ve canlarıymış onlar. Kesilen ağaçlar kederden ağlarmış. Bir kadın, “Bu çocuk, ağaçlar kesilirken ağladı. O, şeftali ağaçlarını seviyor” diyor. Çocuk ağlamaya başlıyor. Onun iyi çocuk olduğuna inanıyorlar. Ona, şeftali ağaçlarının çiçek açmasını bir daha göstermek istiyorlar. Genel çekimde, setler üstündeki insanlar, geleneksel müzik eşliğinde dansla çiçeklerin açmasını canlandırıyorlar. Kamera, yukarı doğru “tilt” yaparken, karlar konfeti gibi uçuşmaya başlıyor. Kurosawa, bu anları çarpıcı kamera açılarıyla yansıtmış. Çevrinmeli ve zumlu çekimler de aralara serpiştiriliyor bu anlarda. Kamera, zumla geriye çekilirken, şeftali ağaçlarının her tarafı kapladığı keşfediliyor birden. Çocuk, o kızı yine görüyor. Ona doğru koşuyor. Kız kayboluyor. Çocuk, şeftali ağaçlarının kesilmiş olduğunu görüyor. Sette, çiçek açmış bir şeftali fidanına yaklaşıyor. Bu fidan, kendisi gibi hayata yeni başlıyor. Görüntü kararıyor.

Üçüncü Düş: Tipi… Fuji Dağı’nda… Sislerin kuşattığı, karların örttüğü dağda, dört dağcı yollarını kaybetmiş gibiler. Çığ düşüyor. Görüntü, buz mavimsi yansıyor. Yorgunluk onları bitap düşürmüş. Hava soğuk. İçlerinden biri, “Hava kararıyor” diyor. Liderleri öfkeyle, “Kampı birkaç saat önce terk ettik” diye diğerlerine kızıyor. Kamptan geç ayrılmışlar. Gündüz olmasına rağmen her taraf kasvetli görünüyor. Kar yağmaya başlıyor. Sonra tipiye dönüşüyor. Diğer üç dağcı yorgunluktan uyumak istiyorlar. Lider, onları ilerlemeleri için teşvik etmeye çabalasa da kendisi de yorgun. Uyku onu da ele geçirmeye başlıyor. Lider, kendisine yaklaşan birini görüyor. Kar Perisi (Mieko Harada), onun üzerine ipeksi örtü örtüyor. Kadın, “Kar ılıktır. Buz sıcaktır” diyor fısıltıyla. Tipi yoğunlaşıyor. Kadın uçup gittikten sonra hava sakinleşiyor. Kar ince ince yağmaya başlıyor. Lider, diğerlerini uyandırıyor. Fuji’nin zirvesi görünüyor. Dağcılar, bayrağı olan kampı da görüyorlar ve oraya doğru yürüyorlar. Görüntü de kararıyor. Kar Perisi, hayatta nadir yaşanan mucize miydi?

Dördüncü Düş: Tünel… İkinci Dünya Savaşı… Bir subay sırt çantasıyla, tek başına yolda yürürken yansıyor. Kamera, geriye kayarak onu izliyor. Subay tünele doğru yürürken, kamera sola çevrinme yaparak tüneli gösteriyor ve ardından da zum yapıyor. Tünelin içinden üzerinde patlayıcı olan hayaletimsi bir köpek hırlayarak ona doğru koşuyor. Subay ürküyor. Subay tünele giriyor sonra. Kamera subayı, geriye ve ileriye kayarak izliyor tünelde. Subay, ayak sesi duyuyor. Sonra tünelin diğer ucuna geliyor ve geriye doğru bakıyor subay. Öylece duruyor. Tüm teçhizatı üzerinde olan yüzü ölü gibi bembeyaz bir er onun önünde durup asker selâmı veriyor. Asker, “Er Noguchi” diyor. Noguchi (Yoshita Zushi), “Komutanım, ben gerçekten savaşta öldüm mü” diye soruyor. Noguchi, eve gitmiş. Annesinin keklerinden yemiş. Öldüğüne inanmıyorlarmış. Subay, bu eri hatırlıyor. “Baygınken gördüğün düştü” diyor ere. Noguchi, önce bayılmış, sonra ayılmış, ardından ölmüş. “Sen gerçekten öldün” diyor subay. Noguchi, ailesinin öldüğüne inanmadığını söylüyor. Noguchi, az uzakta bir ışığı gösteriyor. Evleri oradaymış. Subay, “Bu gerçek, sen öldün” diyor. Noguchi, subayın kollarında ölmüş. Er, asker selâmı veriyor ve tünele doğru yürüyor. Çok geçmeden postal sesleri duyuluyor. Sıra halindeki erler, subayın önünde duruyor. Yüzleri ölü gibi bembeyazdı askerlerin. İçlerinden biri selâm vererek, “3. Müfreze üsse döndü” diyor. Subay, “Dinleyin. Neler hissettiğiniz biliyorum… Hepiniz savaşta öldünüz” diyor. Subay, çok üzgün olduğunu ve yüzlerine bakamadığını söylüyor. Onları ölüme kendisi yollamış. “Savaşın onca aptallığında tüm sorumluluğu alabilirdim. Düşüncesizliğimi inkâr edemem” diyor subay. O da esir düşmüş. Kampta acı çekmiş. Onlara şimdi baktıkça aynı acıyı çekiyormuş. Vicdan azabı, suçluluk duygusu… Subay, “Size ‘kahramanlar’ diyorlar. Ama köpekler gibi öldünüz” diyor acı gerçeği söylerken. Onlara geri dönmeleri için son emrini veriyor. Gidiyorlar. Subay, 3. Müfreze gittikten sonra yere diz çöküyor. Köpek yine geliyor. Havlıyor. Sanki subayı paramparça etmek istiyor köpek. Görüntü kararıyor.

Beşinci Düş: Kargalar… Resim müzesinde… Vincent Van Gogh’un otoportresi yansıyor. Bir genç ressam, müzede tek başına Van Gogh’un tablolarını bakıyor. “Buğday Tarlası ve Kargalar” tablosunun önünde duruyor. Sonra oturuyor. Sonra gözü otoportreye kayıyor. Resim çalışma çantasını alıyor, “Sandalye” tablosunun önüne gidiyor. Sonra sağa doğru yürüyor. Tablolar yansıyor. “Yatak Odası” tablosuna bakıyor. Bu defa sola doğru yürüyor. “Arles’da Langlois Köprüsü” tablosunun önünde duruyor. Tablo canlanıyor. Genç ressam tablonun içinde ve nehirde çamaşır yıkayan kadınlara Van Gogh’un nerede yaşadığını soruyor. Ressam, kadınlarla Fransızca konuşuyor. Kadınlardan biri, “Köprüden geçti ve şu yöne gitti” diyor. Kadın, “Dikkatli ol. Akıl hastanesinden çıkmış” diye onu uyarıyor. Piyano tınıları duyuluyor. Ressam, köprüden karşıya geçiyor. Ressam, çerçeveden çıkarken kamera, köprünün ahşap kısmında bir an kalıyor, o muhteşemliği gösteriyor. Ressam, Van Gogh’un sarısı gibi bir tarladan geçiyor. Bir köye geliyor. Kimse yok. Evler, Van Gogh’un fırçasından fışkırmış gibi. Sonra tarlalara doğru yürüyor. Tarlanın ortasında Van Gogh’u görüyor. Yanına gidiyor. İngilizce konuşuyorlar. “Siz Van Gogh değil misiniz” diye soruyor. Van Gogh (Martin Scorsese), eskiz çalışıyor tarlada. Konuşuyorlar. Flaş gibi tren görüntüleri peş peşe zihinden düşer gibi yansıyor birden. Sonra Van Gogh toplanıp gidiyor. Tarlada tek başına kalan ressam, Van Gogh’un peşinden koşsa da onun izini kaybediyor. Ressam tarladan çıkıyor. Kasvetli bir görüntü her yeri sararken, kamera hafifçe yukarı kalkıyor ve Van Gogh sarısını gösteriyor ufukta. Ressam, Van Gogh’un eskiz çalışmalarını andırır çalışmasının içinde buluyor kendini. Kurosawa, bu anları “bindirme” (super imposition) tekniğiyle yansıtmış. Tarlada kargalar uçmaya başlıyor. Tren düdüğü duyuluyor. Görüntü, “Buğday Tarlası ve Kargalar” tablosu üzerinde kararıyor. Van Gogh, bu tabloyu yaptıktan çok kısa bir zaman sonra vefat etmişti. Van Gogh, izlenimci bir ressamdı. Eserlerinde, gerçeküstücü ve dışavurumcu estetikleri de bulabilmek mümkün. Bu düş bölümündeki gibi.

Altıncı Düş: Fuji Dağı Kıpkırmızı… Bir genç adam, kalabalıklar içinde koşup dururken yansıyor. Bir an Fuji Dağı görünüyor. Dağ kıpkızıl. İnsanlar kaçıyor. Nükleer enerji tesisi patlamış. Karısı ve iki çocuğu olan adam, “Altı atom reaktörü” diyor. Birbiri peşi sıra patlamalar oluyor. Kamera yukarı “tilt” yapıyor. Genç adam, çocukları olan adamı, karısını ve iki çocuğunu görünüyor. Diğer insanlara ne olmuştu? Okyanus kıyısındalar. Ailesi olan adam, tüm bunların plütonyumdan dolayı olduğunu söylüyor. Radyasyon, lösemiye ve mutasyonlara neden oluyormuş. İnsanlar aptal mıydı? Rüzgâr çıkıyor. Umutsuzluğa düşen adam okyanusa atlamış. Ailesi yapayalnız kalıyor geride. Nükleer sisler uçuşurken, görüntü kararıyor.

Yedinci Düş: Ağlayan İblis… Felâket sonrasındaki Fuji Dağı’nda… Bir genç adam, dağda tek başına yürürken yansıyor. Çantası da var. Sisler içinde birini fark ediyor. Ona, “İnsan mısın” diye soruyor. Yaşlı adam (Chesuke Ikariya), hayvan gibi dörtayak üstünde yürümeye başlıyor. Genç adam, “Sen bir iblis misin” diye başka bir soru soruyor. Yaşlı adam, “Sanırım öyle. Ama daha önce insandım” diyor. Yaşlı adam ayağa kalkıyor. Başında tek boynuzu var. Yaşlı adam, “Ne dünya, ne aptallık” diye konuşuyor. Nükleer bombaların bu güzel yerleri çöle çevirdiğini söylüyor yaşlı adam. Karahindibalar dev gibi. Yaşlı adam ve genç, karahindibaların yanına geliyorlar. Karahindibalar bir gül veriyorlarmış. Bütün bunlar radyasyondan olmuş. Mutasyona uğramışlar. “Yalnız çiçekler değil, insanlar da öyle. Bak bana” diyor. Yere oturuyorlar. “Aptal insanoğlu/kızı yaptı bütün bunları” diye anlatıyor yaşlı adam. Ayrıca iki suratlı bir tavşan, tek gözlü bir kuş, tüylü bir balık da görmüş. Genç adam, nasıl beslendiklerini merak ediyor. Yaşlı adam da yiyeceğin olmadığını söylüyor. Burada da sınıfların olduğunu söylüyor. Tek boynuzlu iblisler, iki ve üç boynuzlu iblisler tarafından yeniyormuş. Çok boynuzlu iblisler lanetliymiş. Çünkü ölemiyorlarmış. Günahlarının bedelini ödüyorlarmış ölümsüz olarak. Yaşlı adam, normalken çiftçiymiş. Fiyatları arttırmak için güğümler dolusu sütü nehre dökmüş. Lahanaları ve patatesleri buldozerle gömmüş. Yaşlı adam, genç adamı çok boynuz olan iblislerin yerine götürmek istiyor. Tepeyi tırmanıyorlar. Genel çekimde siluet gibi yansıyor bu an. Bir yere geliyorlar. Çok boynuzlu iblisler, göletler etrafında acılar içinde dönüp duruyorlar. Kabuki sahnesi gibi sanki. Yaşlı adam gülmeye başlıyor. “Sen de iblis mi olmak istiyorsun” diyor. Genç adam, sırt çantasını bırakıp koşmaya başlıyor. Bu an yavaş çekimle yansıyor ve ardından da görüntü kararıyor.

Sekizinci Düş: Su Değirmenleri Köyü… Sırt çantalı bir gezgin, içinden su akan ve her tarafta su değirmenleri olan köye geliyor. Modern yaşamın uzağında bir köydü ayrıca burası. Gezgin, ahşap köprüden geçiyor. Ellerinde çiçekler olan çocuklar, bir kayanın üstüne çiçekleri koyuyorlar gezgine “iyi günler” dedikten sonra. Gezgin, değirmen kasnağını tamir eden yaşlı bir adamın (Chishû Ryû) yanına gidiyor. Selâmlaşıyorlar. Gezgin, köyün adını soruyor. Yaşlı bilge, “Sadece köy” diyor. Kimileri de Su Değirmenleri Köyü diyorlarmış buraya. Köylüler başka bir yerde yaşıyorlarmış. Çok azı köyde kalıyormuş. Burada elektriğe ihtiyaç duymuyorlarmış. “İnsanlar fazla konfora alışmışlar” diyor yaşlı bilge. Konfor iyi bir şey miydi? Ayakta duran gezgin oturuyor. Mumları ve lambaları varmış. “Gece olması gereken budur” diyor. Geceler neden gündüz gibi aydınlık olsundu ki? Fazla parlak olunca gece yıldızlar görülmüyormuş. Çeltik için de tarlaları varmış. Traktörleri yokmuş. Öküzleri ve atları varmış. Gezgin, “Yakıt olmadan ne kullanıyorsunuz” diye soruyor. Genellikle odun kullanıyorlarmış. Ama ağaçları kesmeyi uygun bulmuyorlarmış. Kendiliğinden yıkılanlar yetiyormuş onlara. Onlardan odunkömürü yaparak ısınıyorlarmış. Tezekler de var elbette. “Birkaç ağaç, bütün ormanın verdiği ısıyı verir” diyor yaşlı adam. Gezgin, dönen su değirmenlerine bakıyor hayranlıkla sonra. Yaşlı adam, “Biz insanın yaşaması gibi yaşıyoruz. Bu doğal yaşam şeklidir” diyor. Günümüzde insanlar, doğanın bir parçası olduğunu unuttular mı? Bilim insanlarına da bir şeyler söylüyor yaşlı adam. Onlar, sonunda insanları mutsuz eden şeyler mi icat ediyorlardı? Sonunda da bununla övünüyorlardı. “İnsanlar, yok oluşa gittiklerini görmüyorlar” diyor. İnsanlar için en önemli şeyin, temiz hava ve su olduğunu söylüyor yaşlı adam. Kirli hava, kirli su insanların yüreklerini de kirletiyor. Gezgin, çocukların taşın üstüne neden çiçek koyduklarını soruyor. Uzun zaman önce hasta bir gezgin bu köyde ölmüş. Köylüler, ona acımışlar ve onu oraya gömmüşler, üstüne de bir kaya koymuşlar. Bu köyde tapınak da yokmuş. Bugün gömülecek bir kadının cenaze töreni de varmış. O kadın, yaşlı adamın ilk aşkıymış. Yaşlı adam evine giriyor. Turuncu elbise giyiniyor. Elinde de çan ve çiçek demetleri var. Burada ölüm kutlanıyormuş. İnsanlar uzun yaşıyorlarmış. Ölen ilk aşkı 98 yaşındaymış. Sadece genç ölenler için yas tutuluyormuş. Köylüler, geleneksel müzik ve kıyafetlerle dans ederek cenazeyi gömmeye götürüyorlar. Yaşlı adam da onlara katılıyor neşeyle. Sonra hüzünlü müzik duyuluyor fonda. Gezgin, su değirmenlerine bakıyor. Sağa doğru yürürken, kamera da kayarak onu izliyor. Köprüden geçiyor, çiçek topluyor. Taşın üstüne koyuyor. Ardından ahşap köprüde yürüyor. Bir kelebek uçuyor. Sonra kamera, nehri gösterirken son jenerik yazıları düşüyor.

(17 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Michael Moore Usulü Tek Kişilik İşgal

Tam 27 yıldır kendine özgü popüler belgeselleriyle özellikle ülkesi ABD’de geniş bir izleyici kitlesi bulmuş olan Michel Moore’un komik ve saldırgan tarzından ne kadar hoşlanırsınız bilemem. Kendi adıma tipik bir Amerikan şovmeni olarak kabul ettiğim Moore, bu defa gözlerden uzak çektiği ve ilk kez geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nde görücüye çıkan son çalışması ‘Şimdi Nereyi İşgal Edelim? / Where to Invade Next’ ile Tunus’u dışarda tutarsak sekiz ayrı Avrupa ülkesinde sefere çıkmak suretiyle ülkesinin acil sorunlarına çözüm arıyor.

Bir fanteziyle açılan filmde sinemacı Genel Kurmay’da gizli bir toplantı için acilen Pentagon’a davet ediliyor. Kaybettikleri her bir savaşı tek tek gözden geçiren kuvvet komutanları çaresizlik içinde yardım talep ediyor ondan. Moore bu sefer diyor ki, madem biz Amerikalılar işgal etmeyi adet haline getirdik, o halde Avrupa’nın güzide ülkelerine çıkarma yaparak oradaki bizde olmayan güzel şeyleri de sahiplenelim. Yönetmenin eski kıtaya tek kişilik seferi işte böyle başlıyor. Silah kullanmadan, petrol yağmalamadan, Amerika yararına ne varsa yerinde incelemek, fikir çalmak üzere yola koyuluyor.

Amerikan kültürünün bu tuhaf süper kahramanı, USS Ronald Reagan savaş gemisine atlayarak ilk olarak İtalya’ya gidiyor. Çizme’de gözlemlediği dört hafta ücretli izin, Aralık ayında bir maaş ikramiye ve iki saatlik uzun öğle tatilleri gibi ABD’de hayal bile edilemeyecek geniş işçi hakları karşısında şaşkınlığa düşüyor. Fransa’da devlet okullarında servis edilen sağlıklı yemekleri tadıyor. Liselerde devreye sokulan etkin cinsel eğitimi, halkına ücretsiz sağlık hizmeti veren, kreş hizmetlerini neredeyse ücretsiz sunan Fransız uygulamalarını not ediyor. Özel okul işletmenin yasak olduğu ve dünyanın neredeyse en iyi öğrencilerini yetiştiren Finlandiya eğitim sisteminin sırlarının peşine düşüyor. Finlilerin ‘okul öğrencinin mutlu olacağı, kendini mutlu edecek şeyleri bulmanın yolunu öğrendiği yerdir’ felsefesine hayran kalıyor. Masallar ülkesi Slovenya’da yabancı öğrenciler dahil üniversitelilerden herhangi bir harç talep edilmediğini öğreniyor.

Portekiz hükümetinin uyuşturucu sorunuyla nasıl başa çıktığına tanık oluyor. Norveç’in ‘intikam değil rehabilitasyon’ amaçlı cezaevi yapılanmasından etkileniyor. Yahudi Soykırımı ile yüzleşen ve yaşananları yeni nesillerden saklamayan Almanya’dan daha iyi bir insan ya da ulus olmanın ilk adımının geçmişin günahlarıyla hesaplaşmaktan geçtiğini öğreniyor. Avrupa dışında ziyaret ettiği tek ülke olan Tunus’ta ücretsiz kadın sağlık evlerini ziyaret ediyor. 1980 yılında ilk kadın cumhurbaşkanını seçen İzlanda örneğinden yola çıkarak kadınların yönetiminde dünyanın daha barışçıl bir yer olacağını ifade ediyor.

Moore’un önceki filmlerinden aşina olduğumuz gevezeliği, haber görüntüleri, film ve müzik arşivlerinden seçmeler eşliğinde ilerliyor. Ancak yapısı itibarıyla daha derli toplu bir film bu. Süresinin iki saati bulmasına rağmen Avrupa’dan sosyal devlet uygulamaları ilgiyle izleniyor. Yönetmen seçme izlenimlerini aktarırken ziyaret ettiği ülkelerin boğuştuğu bazı ekonomik ve sosyal sorunları göz ardı ediyor gerçi. Derdi otları değil çiçekleri toplamak çünkü. İstatistikler açısından pek sağlam veriler sunmuyor yine. Üstelik ABD bayrağını diktiği Avrupa’ya özgü uygulamaların Amerikan idealleri kökenli olduğunun altını çizerek bildik Amerikan kibrinden geri durmuyor.

Halen yoğun bir bölünme tehlikesi yaşayan ve sosyal huzursuzluğun ayyuka çıktığı ABD’nin esenliğe çıkış yollarında Moore’un fazlaca iyimser yorumları Amerikalılar tarafından ne ölçüde ciddiye alınır bilemem ancak film boyunca tanığı olduğum Avrupa’ya özgü sosyal devlet uygulamalarına şahsım ve ülkem adına gıpta etmekten kendimi alamadığımı belirtmek isterim.

(17 Temmuz 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com