Tam 27 yıldır kendine özgü popüler belgeselleriyle özellikle ülkesi ABD’de geniş bir izleyici kitlesi bulmuş olan Michel Moore’un komik ve saldırgan tarzından ne kadar hoşlanırsınız bilemem. Kendi adıma tipik bir Amerikan şovmeni olarak kabul ettiğim Moore, bu defa gözlerden uzak çektiği ve ilk kez geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nde görücüye çıkan son çalışması ‘Şimdi Nereyi İşgal Edelim? / Where to Invade Next’ ile Tunus’u dışarda tutarsak sekiz ayrı Avrupa ülkesinde sefere çıkmak suretiyle ülkesinin acil sorunlarına çözüm arıyor.
Bir fanteziyle açılan filmde sinemacı Genel Kurmay’da gizli bir toplantı için acilen Pentagon’a davet ediliyor. Kaybettikleri her bir savaşı tek tek gözden geçiren kuvvet komutanları çaresizlik içinde yardım talep ediyor ondan. Moore bu sefer diyor ki, madem biz Amerikalılar işgal etmeyi adet haline getirdik, o halde Avrupa’nın güzide ülkelerine çıkarma yaparak oradaki bizde olmayan güzel şeyleri de sahiplenelim. Yönetmenin eski kıtaya tek kişilik seferi işte böyle başlıyor. Silah kullanmadan, petrol yağmalamadan, Amerika yararına ne varsa yerinde incelemek, fikir çalmak üzere yola koyuluyor.
Amerikan kültürünün bu tuhaf süper kahramanı, USS Ronald Reagan savaş gemisine atlayarak ilk olarak İtalya’ya gidiyor. Çizme’de gözlemlediği dört hafta ücretli izin, Aralık ayında bir maaş ikramiye ve iki saatlik uzun öğle tatilleri gibi ABD’de hayal bile edilemeyecek geniş işçi hakları karşısında şaşkınlığa düşüyor. Fransa’da devlet okullarında servis edilen sağlıklı yemekleri tadıyor. Liselerde devreye sokulan etkin cinsel eğitimi, halkına ücretsiz sağlık hizmeti veren, kreş hizmetlerini neredeyse ücretsiz sunan Fransız uygulamalarını not ediyor. Özel okul işletmenin yasak olduğu ve dünyanın neredeyse en iyi öğrencilerini yetiştiren Finlandiya eğitim sisteminin sırlarının peşine düşüyor. Finlilerin ‘okul öğrencinin mutlu olacağı, kendini mutlu edecek şeyleri bulmanın yolunu öğrendiği yerdir’ felsefesine hayran kalıyor. Masallar ülkesi Slovenya’da yabancı öğrenciler dahil üniversitelilerden herhangi bir harç talep edilmediğini öğreniyor.
Portekiz hükümetinin uyuşturucu sorunuyla nasıl başa çıktığına tanık oluyor. Norveç’in ‘intikam değil rehabilitasyon’ amaçlı cezaevi yapılanmasından etkileniyor. Yahudi Soykırımı ile yüzleşen ve yaşananları yeni nesillerden saklamayan Almanya’dan daha iyi bir insan ya da ulus olmanın ilk adımının geçmişin günahlarıyla hesaplaşmaktan geçtiğini öğreniyor. Avrupa dışında ziyaret ettiği tek ülke olan Tunus’ta ücretsiz kadın sağlık evlerini ziyaret ediyor. 1980 yılında ilk kadın cumhurbaşkanını seçen İzlanda örneğinden yola çıkarak kadınların yönetiminde dünyanın daha barışçıl bir yer olacağını ifade ediyor.
Moore’un önceki filmlerinden aşina olduğumuz gevezeliği, haber görüntüleri, film ve müzik arşivlerinden seçmeler eşliğinde ilerliyor. Ancak yapısı itibarıyla daha derli toplu bir film bu. Süresinin iki saati bulmasına rağmen Avrupa’dan sosyal devlet uygulamaları ilgiyle izleniyor. Yönetmen seçme izlenimlerini aktarırken ziyaret ettiği ülkelerin boğuştuğu bazı ekonomik ve sosyal sorunları göz ardı ediyor gerçi. Derdi otları değil çiçekleri toplamak çünkü. İstatistikler açısından pek sağlam veriler sunmuyor yine. Üstelik ABD bayrağını diktiği Avrupa’ya özgü uygulamaların Amerikan idealleri kökenli olduğunun altını çizerek bildik Amerikan kibrinden geri durmuyor.
Halen yoğun bir bölünme tehlikesi yaşayan ve sosyal huzursuzluğun ayyuka çıktığı ABD’nin esenliğe çıkış yollarında Moore’un fazlaca iyimser yorumları Amerikalılar tarafından ne ölçüde ciddiye alınır bilemem ancak film boyunca tanığı olduğum Avrupa’ya özgü sosyal devlet uygulamalarına şahsım ve ülkem adına gıpta etmekten kendimi alamadığımı belirtmek isterim.
(17 Temmuz 2016)
Ferhan Baran