Sinemanın büyük yönetmenlerinden Avusturyalı Michael Haneke’nin Fransız sinemasında çektiği “Bilinmeyen Kod” ve “Kurdun Günü” filmlerinin mahşerleri ortasında insanlığa tanıklık etmek istedik.
“Bilinmeyen Kod…”
Avusturyalı büyük yönetmen Michael Haneke’nin 2000 yapımı “Code Inconnu-Bilinmeyen Kod”, kapitalist Fransa’da insanlık durumlarına bakıyor. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Filmin fonunda müzik kullanılmamış. Sadece bir sahnenin içinde duyuluyor. Besteyi de Giba Gonçalves yapmış. Bir koreografiye dönüşen uzun kaydırmalı çekimlerin ve çarpıcı görüntülerin olduğu filmin kameramanıysa Alman Jürgen Jürges. Filmin uzun adı, “Code inconnu: Récit Incomplet de Divers Voyages…” Anlamıysa, “Bilinmeyen Kod: Çeşitli Yolculukların Tamamlanmamış Hikâyeleri…” Bu film, bir sekans filmiydi. Bazı sahnelerde hiç kesme yapmadan kayan bir kamera var bu filmde. Ayrıca bazı sahnelerde kamera sabit açıda hiç hareket etmeden yansıtıyor her şeyi. Bu filmdeki kamera ve sahneler özel. Kurgu da öyleydi. Bu film ülkemizde 24 Kasım 2000’de vizyona girmişti.
Film, ön jenerikle beraber sağır-dilsizler okulunda, sağır-dilsiz çocukların işaret diliyle tahmin oyunu üzerine açılıyor. Jenerik yazılarından sonra kamera, Paris’in kalabalık bir caddesine gidiyor. Sabah. Kamera, sağa kayarak genç Jean’ı (Alexandre Hamidi) takip ediyor. Abisi Georges’u (Thierry Neuvic) aramaya gelmiş çiftlikten. Savaştan savaşa sürüklenen foto muhabiri abisi Georges, sinema oyuncusu olmak için çabalayan Anne Laurent’ın (Juliette Binoche) sevgilisi. Anne, Jean’ı görünce şaşırıyor. Jean, çiftlikte yaşamaktan, sabahın köründe uyanmaktan ve sakinlikten bıkmış. Anne, kahvaltılık almak için Jean’ın yanından ayrılıyor. Jean, yavaş adımlarla yürümeyi sürdürüyor. Anne, kesekâğıdından poğaça veriyor. Anne, seçmelere yetişmek istiyor. Jean’a dairesinin anahtarını verirken, apartmanın dış kapısının şifresini de söylüyor. Kesekâğıdını da Jean’a veriyor ve gidiyor. Jean, geriye dönüyor. Kamera da sola doğru kayıyor. Jean, sokakta müzik çalanları dinliyor, sonra da sokağın başında oturmuş dilenen Rumen kadın Maria’nın (Luminita Gheorghiu) kucağına kesekâğıdını buruşturup atıyor. O an Malili siyahî genç Amadou (Ona Lu Yenke) ortaya çıkıyor ve Jean’ın Maria’dan özür dilemesini istiyor. Amadou, sağır-dilsizler okulunda öğretmen. Sağır-dilsiz küçük kız kardeşi de bu okulda okuyor. Aralarında arbede çıkıyor. Olaya esnaf da katılıyor. Metroya giderken, olayı gören Anne da geri geliyor. Çok geçmeden polis de. Bu andan itibaren önyargı öne çıkıyor. Siyahî bir genç ve Rumen dilenci bir kadın olunca ırkçılık alttan alta dışarı çıkıyor. Üniformalı polisler her yerde aynı sanki. Gözlerinde o nefret hep var. İnsandan nefret. Polis, bir suçlu gibi Amadou’yu kargatulumba karakola götürmek istiyor. Görüntü kararıyor. Bu sekans, hiç kesme yapmadan sekiz dakikadan uzun sürüyordu.
Georges’un birinci mektubundan… Savaşta acı çeken halkın trajik fotoğrafları yansıyor. Fotoğraflar renkli. Fotoğraflar yansırken, Georges’un dış sesi duyuluyor. Georges, Hırvatistan-Drasniçe’de esir düşüşlerini, sonra da kurtulmalarını anlatıyor mektubunda. Durum gerginmiş. Görüntü kararıyor.
Amadou’nu taksi şoförü babası Yusuf’un (Djibril Kouyate) cep telefonu çalıyor. Amadou karakoldaymış. Baba, taksideki müşteri anlamasın diye anadilinde konuşuyor. Sonra da müşterisini başka taksiye aktarıyor. Ücret de almıyor. Görüntü kararıyor.
Video görüntüyle bir kasvetli mekânda Anne, deneme çekiminde korkuyla yönetmeni anlamaya çabalıyor. Yönetmenin (Didier Flamand) sadece sesi duyuluyor. Yönetmen, kışkırtıcı kelimelerle Anne’ın yüzündeki gerçek ifadeyi yakalamak istiyor. Yönetmen, “Gerçek yüzünü görmek istiyorum” diyor Anne’a. Görüntü, Anne’ın korkusu üstüne kararıyor.
Çiftlikte, Georges ve Jean’ın babası (Josef Bierbichler) yapayalnız mutfakta pancar yemeği yiyor. Köy ekmeği ve kırmızı şarabı da var. Birden ortaya Jean çıkıyor. Baba, ona da bir tabak yemek koyuyor. Konuşmuyorlar. Baba, yemeğini yedikten sonra tabağını lavaboda temizliyor. Baba tuvalete giderken, kamera da geriye doğru kayıyor. Görüntü kararıyor.
Kamera da uçağa gidiyor. Yolcular uçağa biniyorlar. Rumen Maria da iki polisle uçağa geliyor. Yabancılar şubesi onu sınır dışı yapıyor. Görüntü kararıyor.
Amadou’nun annesi Aminate (Maimouna Heléne Diarra), Paris’teki Malilere yardımcı olan siyahî bir adama, bir dolu polisin evi basıp her şeyi dağıttıklarını anlatıyor ağlayarak. Onur kıran ve aşağılayan bu ırkçı polis, bir suçlu gibi davranmış. Amadou o sırada gözaltındaymış hapishanede. Adam, Amadou’nun Mali’ye dönmesini istiyor. Beyazlarla çok yakınmış Amadou. Anadilleriyle konuşuyorlar.
Kamera, Romanya’ya gidiyor. Rüzgârlı ve tozlu günde Maria, erkek torunuyla neşeli sohbet yapıyor. Torunu, bir cep telefonuyla Roma’dan köyü arayıp burada koyunlara doğum bile yaptırılabildiğini anlatıyor coşkuyla. Rumence konuşuyorlar. Torun gittikten sonra kocası Dragos (Bob Nicolescu) çıkıyor karşısına Maria’nın. Özlemle sarılıyorlar birbirlerine. Görüntü kararıyor.
Anne, dairesinde televizyonda haberleri izlerken, elbiselerini de ütülerken gösteriyor onu kamera. Kırmızı şarabını da içiyor Anne. Görüntü kararıyor.
Maria, dilenerek yaptırdığı evi ailesiyle geziyor gururlanarak. Kaba inşaatı bitmiş eve bazı mobilyalar da alınmış. Maria’nın küçük kızı evlenecekmiş. Ama damadın ailesi, kızının yaşını küçük görüyormuş. Rumence konuşuyorlar. Görüntü kararıyor.
Sağır-dilsizler okulunda küçük öğrenciler trampetleriyle coşkuyla prova yaparken yansıyor bir an. Amadou’nun küçük kız kardeşi de trampet çalıyor. Görüntü kararıyor.
Georges Paris’e dönmüş. Anne’ın dairesinde. Georges telefon ediyor. Oğlu beş yaşına giriyormuş. Çok geçmeden Anne geliyor. Georges’a değişmediğini söylüyor Anne ve ona “Çok özledim” diyerek sarılıyor. Görüntü kararıyor.
Çiftlikte baba, eski beyaz minibüsün arkasından yepyeni bir motosikleti dışarı çıkartıyor. Motosikleti park ettikten sonra içeri girip Jean’ı çağırıyor hediyesini göstermek için. Jean, mutlulukla motosiklete biniyor ve dolaşmaya çıkıyor. Sabit açıdaki kamera, Jean’ın motosiklete bindiğini göstermiyor. Bir an çerçeveye giren Jean, motosikletle uzaklaşıyor oradan. Görüntü kararıyor.
Film çekiminde. Anne, emlakçıyla evi dolaşan kadını oynuyor. “Steadicam” kamera da zaman zaman görüntüye giriyor. Kasvetli odanın kapı ve pencereleri de yok. Ama evin salonu geniş ve pencerelerinden günışığı aydınlatıyor içeriyi. Pencereden muhteşem bahçe de fark ediliyor. Haneke, bu anlarda sıkça açıları değiştirerek kesmeli çekimler yapmış. Görüntü kararıyor.
Ardından bir an yansıyor çiftlikten. Jean ve babası, ahırda ineklere yemliyorlar. Görüntü kararıyor sonra.
Restoranda. Anne, arkadaşlarıyla mutluluğunu paylaşıyor bu anda. Georges da orada. Anne’ın film çekimi kutlanırken, Georges’un da “medeniyete” dönüşü de bu kutlamaya dâhil oluyor sanki. Georges’un medeniyet üstüne düşünceleri derin. Şehir medeniyet miydi? Masaya, Paris’e birkaç saat önce gelmiş ortak dostları da gelirken, kameraya Amadou ve sevgilisi (Florence Loiret Caille) takılıyor. Kamera onları sola kayarak takip ediyor. Amadou, sevgilisine babasının gemiyle Fransa’ya nasıl geldiğini büyüleyici kelimelerle anlatıyor. Amadou’nun babası, bizdeki medyanın “kaçak göçmen” dediği göçmenlerdendi. Bizdeki medyanın şefkat duygusu aşağılarda mıydı? Garson, ayırttıkları masaya oturtmuyor onları. Garson, bu siyahî de nereden çıktı der gibi davranıyor. Irkçılığa bu anda da dokunuluyor. Amadou, beyaz sevgilisinin kolundaki saati tuhaf buluyor. Kız saati bileğinden çıkartıp küllüğe atıyor. Amadou, sevgilisinin artık boş olan beyaz dişi bileğini şefkatle öpüyor. Lavabodan çıkan Anne, Amadou’yu fark ediyor. Anne, masaya giderken, kamera da sağa doğru kaymaya başlıyor. Görüntü kararıyor.
Kamera Romanya’ya gidiyor. Kamera, arabanın içinde, arka tarafta sabit açıdan yansıtıyor her şeyi. Arabanın direksiyonu sağ tarafta. Araba, Maria’nın yanında duruyor. Maria arabaya biniyor. Adam, karısının Dublin’de çocuk bakıcılığı yaptığını söylüyor. Çok geçmeden Maria arabadan iniyor. Kamera arabada kalıyor. “Rap” müziği duyulmaya başlıyor arabanın teybinden. Rumence konuşuyorlardı. Görüntü kararıyor.
Anne, dairesinin kapısını açtığında bir not buluyor. Notu anlamaya çalışıyor. Sonra karşı dairedeki yaşlı komşusunun zilini çalıyor. Kadın, bir şey bilmediğini söylüyor Anne’a. Görüntü kararıyor.
Amadou’nun annesi, yine aynı adamla konuşuyor evde. Bu defa migrenini anlatıyor. “Allah’ın izniyle yeneceğini” söylüyor anne. Anadilleriyle konuşuyorlar. Görüntü karıyor.
Çiftlikte. Baba, Jean’ın kendine bıraktığı notu okuyor mutfakta. Baba, ifadesiz bir yüzle yerinden kalkıyor, ocağın altını yakıyor, tencereye çeşmeden su dolduruyor ve ardından görüntü kararıyor.
Markette. Georges ve Anne, alışveriş arabasıyla raflar arasında dolaşırken, bir yandan da tartışıyorlar. Georges’un duyarsızlığına öfkeleniyor Anne. Çünkü Georges notla ilgilenmiyor. Anne, hamile olabileceğini de söylüyor Georges’a gizemli kelimelerle. Sonra da onu öpüveriyor Anne.
Kamera, Romanya’ya gidiyor. Maria, düğünde eğleniyor; halay bile çekiyor neşeyle. Görüntü kararıyor.
Amadou’nun babası, küçük oğlunun sorunun anlamaya çabalıyor evde. Okulda, kendinden büyük bir beyaz oğlanla yaşadığı tuhaf bir olayı anlatıyor çocuk. Bu anda, hem Fransızca hem de anadilleriyle konuşuyorlar. Beyaz oğlan, montunu almış ve ondan yüz frank istemiş.
Kamera, kesme yaparak Georges’un fotoğraf makinesini hazırlarken yansıtıyor. Anne’ın dairesinde. Arkadaki boy aynasına dönüyor, kendine bakıyor. Görüntü kararıyor.
Çiftlikte baba, tüm inekleri öldürüyor. Baba, sonra ahırın kapısını kapatıyor. Görüntü kararıyor.
Tiyatro seçmelerinde. Anne, tiyatro sahnede tekstini sahneliyor. Kamera, genel planda ve sabit açıyla yansıtıyor her şeyi. Görüntü kararıyor.
Amadou ve kardeşleri masada yemek yerlerken, annesi, babasının Afrika’ya geri döneceğini söylüyor. Yusuf, yaşlanmış ve bu ülkeden yorulmuş. Belki de beyazların ırkçılığından usanmıştır. Bu anda hem Fransızca hem anadilleriyle konuşuyorlar. Amadou, sağır-dilsiz küçük kız kardeşi Salimata’ya (Guessi Daikite-Goumdo) konuşulanları işaret diliyle anlatıyor. Görüntü kararıyor.
Georges metroda. Ayakta duran Georges, boşalan yere oturuyor. Karşısında oturan sarışın kadına rahatsızlık vermeden baksa da kadın kalkıp gidiyor. Başka bir kadın geliyor. Ona da bakıyor. Fotoğraf makinesiyle de oynamaya başlıyor. Sonra kalkıyor. Görüntü kararıyor.
Romanya’da. Maria, evlerinin önünde bir adamla konuşurken yansıyor. Maria’nın kızı da yanında. Adam, yeni yolculuktan bahsediyor. Maria, yorgun ve isteksiz sanki. Görüntü kararıyor.
Çiftlikte. Georges ve Anne, babayı ziyarete gelmişler. Kayıp Jean’dan konuşuyorlar. Baba, oğlunu aramayacakmış. Baba, Anne’a karşı sıcak. Böyle muhteşem bir kadını, oğluyla yan yana getiremiyor zihninde baba. Görüntü kararıyor.
Romanya’da da yolculuk başlıyor. Görüntü kararıyor.
François’nın cenaze töreninde. Mezarlıkta insanlar, mezara toprak atıyorlar. Anne da atıyor. Anne, oradan ayrılırken, kamera sola kaymaya başlıyor. Anne, yaşlı bir kadınla yan yana yürümeye başlıyor. Derinlikte de Paris’in gökdelenleri yansıyor. Görüntü kararıyor.
Georges’un çektiği siyah-beyaz portre fotoğrafları gösteriyor. Georges’un ikinci mektubu… Georges’un dış sesi duyuluyor fotoğraflar yansırken. Genç yaşlı, siyahî beyaz, kadın erkek fotoğrafları bunlar. Georges mektubunda esaret anlarını anlatıyor. Gazetecileri, değirmene götürmüşler. Yeni gelen gardiyanla İngilizce iletişim kurmaya çabalamış. Gardiyan, “What I can do you” diyormuş. Bunu dedikçe hep anlatıyormuş. Gardiyanın tek bildiği cümle buymuş. CNN’den birisi kurtarmış onları. Sonra da Kabil’e dönmüşler. Görüntü kararıyor.
Çiftlikte. Baba, traktörle tarlayı sürerken yansıyor bir an. Traktör, çerçeveden çıkıyor, kamera sabit açıda bir süre öylece kalıyor. Görüntü kararıyor.
Romanya’da insanlar içip eğlenirlerken, Maria mutsuzluk içinde. Kalabalıktan uzaklaşan Maria bir köşede ağlarken, bir kadın onu teselli ediyor. Maria için bu yolculuk kolay değildi.
Anne’ın oynadığı filmden havuz sahnesi yansıyor. Haneke, bu anlarda kameranın açılarını sürekli değiştirmiş. Anne’ın filmde oynadığı kadınla kocası, çatıdaki havuzunda eğlenirken, küçük oğullarının balkonun ucunda durduğunu fark ediyorlar birden. Baba havuzdan çıkıp oğlunu son anda ölümden kurtarıyor. Kesmeyle kamera, dublaj odasına gidiyor. Anne, havuz sahnesinin dublajında “seni seviyorum” sözünü derken gülme krizine giriyor. Bu söz günümüzde gülünecek bir söz müydü artık? Görüntü kararıyor.
Amadou’nun babası, Afrika’da arabasıyla feribottan çıkarken yansıyor, kamera da arabanın içindeyken.
Metroda. Anne, tren vagonunun uç taraflarında yolculuk yaparken, Kuzey Afrikalı gençler, umutsuzluklarını ve geleceksizliklerini buradaki beyaz Fransızlara öfkelenerek gösteriyorlar. Yönetmen, ikileme düşürüyor insanları. Banliyöden şehrin merkezine inmiş bu geleceksiz gençler konformistlerin rahatını mı bozacaktı? Anne, oturduğu yerden kalkarak sabit açıda duran kameranın olduğu yere geliyor. Gençler, Anne’ın rahatsız olduğunu anlıyorlar ve öfkeli kelimelerini Anne üzerinden savuruyorlar. Gencin biri (Walid Afkir), Anne’ı rahatsız etmeyi sürdürürken, yaşlı bir Arap da (Maurice Bénichou) rahatsızlık duyuyor. Gençler durakta indikten sonra Anne ağlamaya başlıyor. Duygu boşalması gibiydi bu. Görüntü kararıyor.
Dışarıda. Sağır-dilsiz çocuklar hep beraber trampet çalmaya başlıyorlar. Amadou da orada. Görüntü kararıyor.
Filmin girişindeki caddede Rumen Maria yürürken, kamera da onu takip ediyor sağa-sola kayarak. Maria sokağa geliyor, sokağın içine giriyor, sonra da sokağın başındaki köşeye oturuyor. Dükkândan çıkan bir kadın Maria’ya bakıyor bir süre. Sonra bir kadın ve bir adam Maria’nın yanına geliyorlar. Bu köşe kapatılmış başka dilenciler için. Her şey mafya işiydi artık. Maria ayağa kalkıyor ve uzaklaşıyor oradan. Trampet sesleri duyulmayı sürdürüyor ve görüntü kararıyor.
Anne, metrodan çıkıyor. Kamera, sola kayarak onu takip ediyor. Anne, apartmanın önüne geldiğinde kapının şifresini yazıyor, kapı açılıyor. Sonra da şifreyi değiştiriyor. Trampet sesleri duyulmaya devam ediyor. Görüntü kararıyor.
Georges geldiğinde yağmur yağıyor. Valizi olan Georges, bir dükkâna giriyor ve hediye alıyor. Kamera sağa kayarak onu takip ediyor. Apartmanın kapısına geldiğinde şifreyi yazıyor, ama kapı açılmıyor. Georges, caddenin karşısına geçiyor ve ankesörlü telefondan Anne’ı arıyor. Cevap yok. Trampet sesleri hâlâ duyuluyor. Sonra da görüntü kararıyor.
Sağır-dilsizler okulunda bir çocuk işaret diliyle tahmin oyunu oynuyor. Bu filmde, sağır-dilsiz çocuklardan keşfedilecek çok şey vardı. Öncelikle iletişimdi bu. Çocuklarda din, dil, ırk, mezhep vb yetişkin takıntıları yoktu. Önemli olan birlikte olabilmekti. Yabancılaşmalarla, iletişimsizliklerle, kopukluklarla, hoşgörüsüzlüklerle, bencilliklerle nereye kadar gidilebilecekti ki?
“Kurdun Günü…”
Michael Haneke’nin 2002 yapımı “Le Temps du Loup-Kurdun Günü”, mahşer sonrasını anlatan bir yapıt. Filmi anlamlandırabilmek için kuzey kültürlerinin içinde dolaşmak gerekli. Filmde kurtlar yok. Bir belirti de yok. Kurtların sürü oluşumu üstünden ortaya bir şeyler çıkabilir miydi? Kurt sürülerinde, alfa olan dişi ve erkek, tüm sürünün lideri oluyordu. Çiftleşme ve yavru doğurma haklarının yanında, ortaklaşa avlanan avlarda öncelik de alfalarda oluyordu. Kurt sürülerinde bir hiyerarşi vardı hep. Filmde İncil’e de gönderme var. Öncelikle “Vahiy” bölümündeki ilk beş mührü okuyunca az da olsa zihinde bir şeyler oluşuyor. Haneke sadece İncil’in kıyılarında dolaşıyor ama. Sözü edilen “36”lar, “36 Salih”e gönderme yapıyor. Yahudilikte “Dünyayı Koruyanlar” demek. Yahudiler, onlara “Tzaddikim” diyorlar. Onlar adaleti koruyorlarmış. Simgeler yüklü bu gizlenmiş anlamları epey araştırmak gerekiyordu. Sonunda “com” olan “lanuitdublogeur” adresinde bulabildik araştırmayla. “Ateş Adamlar” efsanesi de genelde İskandinav, özelde de Norveç efsanelerine dayanıyor. Thor, Tyr (Tır), Freyr vb üzerine efsanelere bakmak gerekiyor. Araştırmalarla, sonunda “org” olan “norse-mythology” adresinde bulabildik. Adresin sonuna “/tales/ragnarok” eklemek de gerekli. “Ragnarök”, Hıristiyanlık öncesi bir efsaneydi İskandinavlarda. Final bölümünde çocuk Ben’in kendini yakmak istemesi, efsaneye mi, yoksa çocuk İsa’ya mı göndermeydi? Umut muydu bu yoksa? Filmin içinde dolaşırken, şu anki dünyadaki tüm felaketleri, iklim değişimlerini, mültecileri, trajedileri düşünüyorsunuz.
ORF-Wega-Bavaria-Canal Plus-Arte’nin ortak sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Buz mavisi soğukluğundaki fotoğrafları da Jürgen Jürges yansıtmış. Filmde müzik yok. Sadece radyodan bir an Beethoven duyuluyor. Yönetmen, doğal sesler kullanmış. Filmin kurgusu da insanı yabancılaştırıyor. Haneke, filminde Brechtyen anlatım oluşturmuş. Bu da insanı yabancılaştırıyor anlam yaratmada. Bazı anlarda, ortadan veya sondan o sahneye dâhil olununca, ne olduğunu anlamakta zorlanıyor insan. Amerikalı yönetmen Joseph Losey’in Alain Delon’u oynattığı 1976 yapımı “Mr. Klein-Kaderi Arayan Adam” filminde de, Bretctyen yabancılaşma yaratılmıştı. Ortasından veya sonundan sahnelere, Losey’in bu filminde de dâhil olunuyordu. Haneke’nin bu filmi ülkemizde 24 Ekim 2003’te vizyona çıkmıştı.
Film başlar başlamaz bir kâbusun içine düşülüyor. Bu gri soğuk mavisi atmosferin ortasında birden uykudan uyandırılmış gibi hissediyor insan. Sürekli bir yabancılaşma yaşanıyor film boyunca. Anne, baba ve iki çocuğuyla bir aile sayfiyedeki evlerine arabalarıyla gelişiyle başlıyor her şey. Yanlarında günlerce yetecek yiyecek ve içecek de almışlar. Evlerine girdiklerinde hiç beklenmedik bir şey oluyor. Bir karı-kocayla bir çocukları olan bir aile tüfekle onları karşılıyorlar. Ne olacaktı şimdi? Eve gelen ailenin babası Georges Laurent (Daniel Duval), kızları Eva’yla (Anaïs Demoustier) küçük oğulları Ben’i (Lucas Biscombe) dışarı çıkartıyor. Evde karısı Anne’la (Isabelle Huppert) kalıyor. Tüfekli adam, karısı oğluna su içirirken tüfeğiyle Georges’a ateş ediyor ve onu öldürüyor. Adamın karısı “Öldürdün” diye çığlık atıyor korkuyla.
Uzaktan orman yansıyor. Anne ve çocukları bisikletleriyle köye doğru yürürlerken yansıyor. Köyde bir eve gidiyorlar. Kocasının öldürüldüğünü ve erzaklarının olmadığını söylüyor Anne. Adam yardımcı olmuyor ve “Buradan gidin” diyor onlara. Gece sığınılacak bir barakaya geliyorlar. Sabah dışarı çıktıklarında ahırda yakılan inekleri görüyorlar. Köyde kapıları çalıyorlar ve kimse açmıyor. Gidiyorlar. Karanlık çökerken barakaya sığınıyorlar. Anne, konserveyle çocukların karnını doyurmaya çalışıyor. Isınmak için de ateş yakmışlar. Anne, biraz yiyecek bulabilmek için dışarı çıkıyor. Bir eve gidiyor ve az da olsa yiyecek alabiliyor. Artık yiyecek yetmiyormuş. Barakanın içinde Ben’in kuşu kurtulmuş uçarken, Ben de onu yakalamaya çabalıyor. Ben’in burnu kanıyor birden. O sırada ablası Eva kuşu yakalıyor ve Ben’e veriyor.
Gündüz oluyor. Dışarısı sisler içinde. Aile sisler içinde yine yollara düşüyor. Bir kulübe görüyorlar. Gece sığınılabilecek yeni bir yer burası. İçeriye saman yığılmış. Ben’in de kuşu ölüyor. Ben, kuşu için küçük bir cenaze töreni yapıyor hüzünle. Anne, pencereden uzaklara bakıyor. Ne yapabileceğini düşünüyor. Karanlıklar içinde Anne çakmağı yakıyor ve her yer aydınlanıyor birden. Eva, Ben’in olmadığını söylüyor annesine. Ben’e sesleniyorlar. Yerde ateş yakıyorlar. Eva ateşi beslerken, Anne da Ben’i aramaya çıkıyor. Bir süre sonra kulübe yanmaya başlıyor. Eva, annesine özür diler gibi sarılıyor. Sabaha karşı, yabancı bir genç kaçakla (Hakim Taleb) Ben çıkageliyor. Ben, gencin tutsağı gibiydi sanki. Ama aile yine bir araya geliyor. Anne, gence kendileriyle kalmalarını söylüyor. Gencin avucundaki yarayı görüyorlar. Anne, gencin yarasını temizliyor yakınlık kurabilmek için. Eva da gence yakınlık duyuyor. Genç, aileden alabileceklerine göz atıyor ve “Bisiklet fena değil” diyor. Genç, tren istasyonundan bahsediyor onlara. Demiryolundan istasyona doğru yürümeye başlıyorlar. Demiryolu kenarında genç, ölü bir koyun buluyor. “Susuzluktan biri öldürmüş olabilir” diyor. Yerde yatan ölü bir adamı da fark ediyorlar. Genç, ölü adamın elbiselerini çıkartmaya başlıyor. Paltoyu da Eva’ya veriyor. Bir tren geçiyor. Hep beraber trenin peşinden koşarken, Ben geride kalıyor ve yere çöküyor.
Tren istasyonuna geliyorlar. Bekleme salonunda treni bekleyen insanlar var. İçeride yaşlı bir adamı görüyor Anne. İçeride soba da var. İçerisi soğuk. Anne, yaşlı adama sigara paketini uzatıyor. Treni soruyor. Yaşlı adam, Anne’ı anlamıyor pek. Yaşlı adamın, kendisi gibi yaşlı karısı, oğlu, gelini ve bir bebek torunu var. Polonyalı göçmen bir aileydi bu. Su ve yiyecek çok önemli. Bunları alabilecek şeyler de. İçeri başka insanlar da geliyor. Buradaki her şeyi ayarlayan Koslowski (Olivier Gourmet), gence çantasını boşaltmasını söylüyor. Kurallardan biriymiş. Genç dışarı kaçıyor. Eva, Koslowski’den gençle konuşmak için izin istiyor. Bir şey mi çalınmıştı? Gencin avucu nasıl yaralanmıştı? Eva, gençten gitmesini istemiyor. Genç, yalnızken kendini daha iyi hissediyormuş. Kurallar yokmuş. Genç, içeride birinin gözlüğünü çaldığını itiraf ediyor Eva’ya. Genç, “Tren belki burada durur. Buralardayım” diyor Eva’ya. Trenler çok önemliydi. Godot’nun beklenişi gibi. Su ve yiyecek tren kadar önemli bu kıtlık mahşerinde. Bu kıyamette, binalara pek zarar gelmemiş. Daha çok su ve yiyecek bulması zor. Para bir yere kadar önemli. Mafya organizasyonu oluşturmuş bazı atlı adamlar, insanlara su vermek için onlardaki para dâhil her şeyi alıyorlar.
Gündüz. Dışarıdaki insanlar treni iterek makas değiştirmeye çabalıyorlar Thomas Brandt’ın (Patrice Chereau) yönlendirmesiyle. Eğer tren gelirse bu istasyonda dursun diye. Thomas, Lise’in (Beatrice Dalle) eşi. Brandt ailesinin bir de kızları var. İçeride Anne, Béa’yla (Brigitte Rouan) iletişim kurmaya çalışıyor sigara vererek. Bir şeyi paylaşmak çok değerliydi bu kıyamet sonrasında. Béa da Anne’a bir konserve veriyor. Bu istasyonda, susuz ve yiyeceksiz kalmamak için Koslowski’ye bedeller ödemek zorunda kalıyor kadınlar. Onunla, bir bardak su için vagonda yatmak zorunda kalan kadınlar var. Béa, Anne’a 36 kişiden söz ediyor. Onların biriyle tanışmış. Kolay ortaya çıkmıyorlarmış. Ama hayatın devamı için savaşıyorlarmış. Bu “36”lar kimdi? Mitolojik bir şey miydi? Béa, trenlerin kolay kolay bu istasyonda durmadığını da söylüyor. Radyodan haber dinleme imkânı olan Thomas, ülkenin diğer yerlerindeki olayları da haber veriyor. Moral bozucu haberler. Yiyecek, içecek ve mazot kıtlığı çekiliyormuş ülkede. Ülkenin güneyinde zorluklar artmış. Her şeyin aynı olduğu haberleri duyanlar öfkeleniyorlar. Gerginlik çıkıyor. Lise de çok öfkeleniyor. Eva da, başka bir mekânda bir şey arıyor gibi. Dışarıda bir kadın çocuğu için su istiyor. Koslowski, “Hakkını aldın” diyor kadına. Gece herkes uyuyor. Sabah olunca Eva, ormanda gencin yanına gidiyor. Gencin yarasına merhem de sürüyor. Genç, köpeklerle arkadaş olmak istemiş. Ama köpekler ona saldırınca eli yaralanmış. Anne da, bütün mücevherleri Koslowski’ye vermiş. Eva giderken, genç de çaldığı gözlüğü Eva’ya veriyor.
Koslowski atlılarla su getiriyor istasyona. Bir kadın, çocuğuna su için yalvarıyor Koslowski’ye. Thomas, atlı sucunun, kadının çocuğuna su vermesi için saatini vermek istiyor. Eşkıya saati alıp akıl da veriyor. Öte tarafta Eva da daha önce keşfettiği mekânda ölü babasına mektup yazıyor. Mekânda fotoğraflar da yansıyor. Sonra ormanda çalı çırpı topluyor insanlar yakmak için. Başka bir taraftaysa Polonyalı ailenin ölen bebeği gömülürken yansıyor. Bebeğin babası, mezara haç yapıyor ve küçücük mezarın üstüne koyuyor. Bebeğin annesi, yüreklere hüzün çöktürür gibi ağlıyor. Gece. Dışarıda ateş yakılmış ve etrafında da insanlar toplanmış. Su getiren atlılar da orada. Bebeği ölen genç Polonyalı baba, yaşlı babasını dışarı çıkartıyor. Keçileri olan kadından süt alıyorlar. O sırada birileri, Polonyalı babaya ırkçı söylemlerle saldırıyorlar. Yaşlı adam içeri gidiyor. İçinde süt olan tabağı kendi gibi yaşlı eşine götürüyor susuzluktan ölmesin diye. Bu şefkatli an çok etkileyiciydi ve insan olmanın erdemini hissettiriyordu. Aslında bu filmde insan denen tuhaf mahlûkatın ne olduğu anlamlaşabilecek belki de. İnsanın olduğu her yerde türlü çeşitli fikirler, kültürler ve başka şeyler var işte. İnsanı tanımak, tanımlamak ve anlamlandırmak içinden çıkılmaz bir şey miydi? Anne, yaşlı adamın karısına sütü içirdiği anı şefkatli gözlerle izliyor. Sonra da dışarı çıkıyor. İçeride Eva da çantasında bir şeyler arayan adamı izliyor. Dışarı çıkan Anne, ağlıyor.
Gündüz. Kamera, tarlaların ortasında genel çekimle istasyonu yansıtıyor bir an. İçeride de uykudan kalkmış insanlar, uyuyanlar, bir şeyler yapanlar, tıraş olanlar yansıyor. Eva, dışarıda vagonun yanında genci görüyor. Keçilere su verilmesine kızıyor genç. Bencillik miydi bu? Başka bir an. Eva, annesini çağırıyor. Eva, orada, babasını vuran aileyi görüyor. Anne, adama öfkeli sözler söylüyor. Adam anlamıyor. Koslowski kanıt istiyor. O sırada bir atı vuruyorlar. Yere düşen ve hâlâ canlı atın boğazına bıçak saplıyor atlı suculardan biri. Kan, atın boğazından oluk gibi fışkırıyor. O sırada gök gürüldüyor ve yağmur yağmaya başlıyor. Bu simgesel bir an mıydı? Ben, yine kayboluyor. Eva, onu aramaya çıkıyor. Kamera, içeriden sağa kayarak Eva’yı takip ediyor. Ben’i vagonun altında buluyor Eva.
Gece. İçeride adamın biri Béa’ya, “36”lardan daha fedakâr “Ateş Adamları”nın hikâyesini anlatıyor. Delilerden söz ediyor. Ateşe çırılçıplak atlıyorlarmış. Bu çürümüş dünyayı insanlara yaşanır kılmak için kendilerini yakıyorlarmış. Kendilerini kurban ediyorlarmış. Adam, “Doğruların üyesi olmalılar” diyor kadına. Adam, “Dünyayı kurtaran benim ateş kardeşlerim” diyor. Biri ateşe atlarsa, diğeri de atlıyormuş. Onları dinleyen Eva, ayağa kalkıyor ve bir adamın yanına gidiyor. Eva müziği soruyor. Adam, “walkman”e kaseti takıyor ve Eva’ya dinletiyor. Lüks lambasının ışığı da loş bir aydınlık veriyor mekâna. Gecenin derinliğinde uyuyan Eva uyanıyor. Etrafına bakınıyor. Ben de uyanık. Sabaha karşı herkes uyurken, tüfekli insanlar içeri giriyorlar. Polonyalı aileyi hırsızlıkla suçluyorlar. Suyla keçinin biri çalınmış. Sabah olduğunda Eva, gençle ormanda buluşuyor. Keçiyi genç çalmış. Tüfekli adamlar hırsız ararlarken, Eva ve genç saklanıyorlar. İstasyondaysa, Thomas’nın kızı ölüyor. Genç kıza temiz elbise giydiriyorlar. Ormanda keçi ses çıkartıyor. Tüfekli adamlar da uzakta değil. Genç, bıçağı keçinin boğazına götürürken, istasyondaysa, Thomas kızını gömmek için yardım istiyor insanlardan.
Gece. İçeride insanlar uyuyor. Dışarıda da ateş yanıyor. Burnu kanayan Ben de uyanmış. Dışarıda iki adam nöbet tutuyor. Adamlardan biri devriyeye çıkarken, “Ateş Adamlar” mitolojik hikâyesini anlatan adam oturmayı sürdürüyor. Ben, dışarı çıkıyor ve demiryolunda yürüyor. Ateşin yandığı yere geliyor. Ateş sönmesin diye odun atıyor. Sonra da çırılçıplak soyunuyor. Bir at kişniyor. Ateş demiryolu üzerinde yanıyor. Adam at sesini duyuyor. Adam, Ben’i görüyor. Ben’e koşuyor. Adam, Ben’in “Şu atlara bak, ateşe doğru geliyorlar” diyerek dikkatini dağıtıyor ve çocuğu ölümden kurtarıyor. Ben, adamın anlattığı “Ateş Adamlar” hikâyesinin etkisinde kalmış. Adam bunu anlıyor. Ben, kendini ateşe atarak dünyayı kurtaracaktı kahramanlar gibi. Adam, çocuğu teskin ederken, kamera da yavaşça geriye doğru çekiliyor. Gündüz. Trenin kompartımanından doğa yansıyor sonda. Cennetin yansıması gibiydi. Ardından da her şey bitiyor birden. Bütün bunlar yaşanmış mıydı? Yoksa bir kâbus muydu her şey?
(15 Temmuz 2016)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com