Hatıraların Masumiyeti: Orhan Pamuk’un Müzesi – İstanbul

Grant Gee’nin yönettiği ve Ayla Pandora Colin, Kemal Mehmet Ergen, Ara Güler ile Süleyman Fidaye’nin oynadığı Hatıraların Masumiyeti: Orhan Pamuk’un Müzesi – İstanbul (Innocence of Memories), 25 Mart 2016’da M3 Film dağıtımıyla Filmartı Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Orhan Pamuk, 28 Nisan 2012’de İstanbul’da Masumiyet Müzesi romanı ile aynı adı taşıyan bir müze açar. Türkiye’de en çok okunanlar arasına giren roman, 1975 ile 1984 yılları arasında İstanbul’da, varlıklı bir iş adamı olan Kemal ve onun kuzeni genç ve yoksul Füsun’un arasındaki unutulmaz aşkı anlatıyor. Masumiyet Müzesi ise hayali ama gerçek bir müze.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb

Hatıraların Masumiyeti: Orhan Pamuk’un Müzesi – İstanbul yazısına devam et

Veysel Atayman İçin İlk Söz

Hayatının son üç-dört ayını, bir gün böylesi bir yazıyı kaleme alma olasılığı nedeniyle kâbuslar görerek geçiren biri için, onu anlatabilmek çok ama çok zor… Evet, Veysel Hoca yok artık! Saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamadığımız, hemen her gece koca bir ülkeyi, siyaseti, sanatı, sinemayı ayağa kaldırıp yeniden yerine oturttuğumuz o doyumsuz sohbetler yok! Kim bilir, belki de ikimizin de “hayatımın filmi” dediğimiz, varlığından habersiz olanları, onu küçümseyenleri tabir-i caizse “adam hesabına koymadığımız”, -diğer bütün Kubrick filmleriyle birlikte- “Barry Lyndon”ın da bir anlamı yok…

*****

Hoca ile ilk karşılaşmam, ezber bozan bir derleme olan “Şiddetin Mitolojisi” ile tanışıklığımdan çok sonraya rastlar. 2006 sonlarıydı yanlış hatırlamıyorsam; Taşrada bir sinema dergisi projesi olan Modern Zamanlar için tartışmaya başladığımız ilk günlerdi. Yayın Kurulu’ndan bir arkadaşımız, ağabeyi aracılığıyla tanıştığı Atayman’ın dergi için özel bir yazı kaleme alabileceğini söylemişti. Temelleri 25. Kare’de atılan o muhteşem yazıda, Şarlo’dan Şaban’a sinemanın ölümsüz komikleri masaya yatırılıyordu. Hoca’nın her zamanki mütevazı tavrıyla, hakkında en küçük bilgi sahibi olmadığı bir dergiye imzasını koymasının anlamı çok büyüktü bizim için; hele bir de, adı sanı duyulmamış “büyük” sinema akademisyenlerinin, “yazılarınızı bir inceleyeyim, projede yer alıp almayacağıma öyle karar vereceğim!” dedikleri bir ortamda. Hemen sonrasında derginin yayın danışmanlığını üstlenen Veysel Hoca, bir taraftan birbirinden önemli yazılara imza attı, diğer yandan da yerinde uyarılarda bugüne ulaşmamızı sağladı. Coppola övgüsü yaptığı için sağlam bir zılgıt yiyen dostlarımız da oldu aramızda, hiç beklemediği anda onun övgüsüne mazhar olanlar da! Hepsi bir yana, 36 sayı ve on yıla yakın bir zamana yayılan dostluğumuzda benim için gerçek bir okul oldu Veysel Hoca.

Sözünü ettiğim mütevazı tavır dışında en çok çalışkanlığı ve paylaşım duygusuna hayran oldum. Oyunlarının çevirisinde dahi büyük noksanlıklar bulunan Tennesse Williams, 60’ların karşı kültür hareketinin gerçek birer örneği olan Arthur Penn ve Marlon Brando, “biçimsel” bir çerçeveye hapsedilmesine şiddetli bir itiraz olarak da okunabilecek Angelopoulos yorumları ve elbette Stanley Kubrick derlemeleri, -bir araya getirdiğimizde henüz okuyamamış dostları da şaşırtacak biçimde- sinema literatürümüz için birer ilk oldular. (2009’un bahar aylarında, tam da sinema yazınında 40. yılı geride bıraktığı bir anda, kendisi için özel bir sayı yapma teklifimizi “kibarca” reddetmiş ve bütün bir dergiyi kapsayan Kubrick Özel Sayısı’nın kendisi için yeterli olacağını söylemişti. Görevimizdir; bu çalışma da bir gün okurla buluşacak.)

*****
Sadece yarım saatlik bir sohbetin sonunda, hayatınıza giren en keyifli adamlardan biri olduğunu hemen anlardınız Veysel Hoca’nın. Evet, sevgili Enis Rıza’nın da dediği gibi filmlerle yaşar, onları yaşamının bir parçası haline getirirdi. (Daha birkaç ay önce, film üzerine düşündüğü günlerde, gittiği yayınevindeki sekreter kızın ayağındaki halkaya uzun uzun bakıp “Lolita’nın taktığına çok benziyor”, dediğini anlatmıştı. Etraftakilerin şaşkın bakışlarının ardından “70’imden sonra beni yanlış anlayacaklar” deyişini ve bu duruma dakikalarca güldüğümüzü hüzünle anımsıyorum bugün.) Ama onu sadece bu yönüyle anlatabilmek olanaksız olur. Her şeyden önce sokaktan biriydi, “dışarıyı” çok iyi tanıyordu. Yakınından bile geçmediğiniz hipodromları kırk yıldır tanıyormuş gibi ayrılırdınız yanından. Futbola ilişkin analizlerine kulak misafiri olsanız, yorumcuları dinlemek için televizyonun düğmesine basmaya dahi yeltenmezdiniz. Kusursuz bir Türkçenin yanında, tamamen haklı olduğu durumlarda çok da iyi küfrederdi!

*****

Sevgili İlkin ile birlikte iteleye kakalaya, “Popüler Sinema’nın Mitolojisi”ni tamamlamaya ikna ettiğimiz günlerdi. Bir akşamüstü beni arayıp “kapağına imza atmazsan hayatta kabul etmem” deyişiyle hayatım bir kere daha yön değiştirdi, aylar süren yazma sürecimiz başladı. Gün içinde sayfalar dolusu yazıyor, birbirimize ödevler veriyor, sonra akşam saatlerinin gelmesini ve birbirimize “günün raporunu” sunmayı iple çekiyorduk. Birbirini canlı olarak sadece iki saat görmüş olan iki insanın günlük telefon konuşmaları, ortalama iki saat sürüyordu. Hayattan kopmuş gibiydik; bazen “Kahraman Şerif” gibi yalnız, bazen Harold Lloyd’un teknolojiyle imtihanındaki gibi sakar, geçip gidiyorduk yaşamın kıyısından. Bu dönemde, iki gün üst üste bankamatikten para almayı unuttum; o da, Açık Radyo’daki söyleşisine -tarihleri karıştırıp- bir hafta önceden gitmiş, kimseyi bulamayınca çalışanları bir güzel azarlamıştı! Aklımız Bogie ve Renault’da kalmıştı bir kez!

Haziran coşkusunun suskunluğa dönüştüğü bir yerlerde, -o, arada “yaramazlıklar” yapsa da- gündelik siyaseti konuşmayı yasaklamıştık birbirimize. Arada bir, en çok da kitabın “Korku” bölümünü yazarken, bütün bu yaşananların hiç de şaşırtıcı olmadığına ikna ediyorduk kendimizi, hepsi o kadar! Woody Allen gibi kaçmanın hiç de kolay olmadığını; Capra’nın, Ford ve Hawks’un farkına varmadan kendinizi sinema entelektüeli olarak tanımlamanızın ne kadar boş olduğunu; kitsch’in sinemasal karşılığını bulmanın o derin anlamını konuşmak, her şeyden önemliydi! Bir gece geç saatlerde beni arayıp; Maggio’nun, Prewitt’in kollarında can verdiği sahneyi bütün gün aklından çıkaramadığından söz etmiş (“İnsanlar Yaşadıkça”) ve o anın ne kadar etkili olduğu üzerine dakikalarca sohbet etmiştik. Melodram’ın alt sınıfların intikamı anlamına geldiğini bana öğrettiğinde, olasılıkla tüm sinemasal bilgilerime reset atmanın zamanının geldiğini kavramıştım!

Son bir projemiz daha vardı Hoca’yla: Aralarında Enis Rıza, Hüseyin Kuzu, Ahmet Soner ve Engin Ayça gibi “eskimeyen dostların” bulunduğu isimlerle bir araya gelip Türkiye’de sinemanın tarihini; Muhsin Ertuğrul’u, Erksan ve Refiğ’i, -aslında yanlış bir yere oturttuğunu düşünerek öfkelendiği- Sinematek’i (“İtalyan yeni gerçekçiliğinin yolunu izleyeceğimize Yeni Dalga’ya takılıp bok ettik!!!”), birilerinin “Yeni Türkiye’sine” benzettiği son dönemin “sanat” sinemasını tartışacaklar ve ben de çalışmanın editörlüğünü üstlenecektim.

Olmadı…

*****

Sırt ağrılarından şikayet ettiği; ama tüm ısrarlarımıza rağmen bilgisayar masasından kalkmaya razı olmadığı (“vasiyet kitabı gibi bir şey bu kitap, tamamlamadan olmaz!”) günlerden birinde, Western bölümü için uzunca bir Clint Eastwood yazısı kaleme almıştım. Şiddetle karşı çıktı. Bu, yalnızca kitabın değil, yaşamımızın son on yılının da ilk tartışmasıydı. Eastwood’un temsiliyeti ve muhafazakârlığına öfkeyle tepki vermiş, kitaba dahil olmaması gerektiğini uzun uzun anlatmıştı. Telefondaki öfkeli sesin, Fritz Lang veya Riefenstahl hakkında günlerce konuştuğumuz Veysel Hoca’ya ait olmadığını hemen anlayıp, sevgili eşi Zeynep Abla’yla konuştuğumu anımsıyorum. Zorlayarak da olsa hastaneye götürme vaktinin geldiğine hemfikir olmuştuk; ama sonraki dönemde, bir dostun da dediği gibi “nasıl yaşadıysa öyle gitmeyi” tercih etti. Son günlerinde yeterince vitamin almadığına, beslenmediğine yönelik eleştirilerimize, ilaçlarını düzenli kullanmayışına olan sitemimize tebessüm etti sadece, hepsi o kadar. (Sözün bu kısmında, Rekin Teksoy’umuzun son döneminde olduğu gibi her an yanı başımızda olan ve tedavi sürecini elinden geldiğince yönlendirmeye çalışan değerli dostumuz, Modern Zamanlar’ın Yazı İşleri Müdürlüğü’nü de üstlenen Prof. Dr. Akın Yıldız’a teşekkürü borç bilirim.)

Son günlerin en güzel yanı, son sohbetlerimizden birinde de söylediğim gibi, aslında ne kadar sevilip sayıldığını “dünya gözüyle görmesi” olmuştu. Şöyle yazmıştı 14 Aralık 2015 tarihli mesajında: “Ne yaşadığımızdan çok, o şeyleri nasıl yaşadığımız önemli… Son iki üç hafta içindeki ilgiler, samimi kaygılar (saymakla bitmez lisansüstü ve seksenli yıllar lisans öğrencilerim -hepsi öğretmen şimdi-), zincirleme bilgi aktarışları, bastırmaya çalıştıkları endişeler vb. Hepsi bir yana, insan dünyayı kurtarma ütopyalarının rafa kaldırıldığı şu son otuz yılda ‘söylemek istediğimiz ne kaldı?’ diyor.”

Daha çok şey vardı söylenecek, kuşkusuz ve bu tarihi yük şimdi bizim omuzlarımızda. Cenazesinde gözyaşlarıyla onu uğurlayan meslektaşları ve öğrencileri, yalnızca büyük bir akademisyen ve yazarı değil, hayatlarını değiştiren ender insanlardan biri olarak çok sevdikleri bir dostlarını da uğurlamanın hüznü içindeydiler. Bu, “insan ne için yaşar?” sorusuna öyle güzel bir yanıt anlamına geliyordu ki…

Eline alamamış olmasına karşın, tamamlanmış ve baskıya yollanmış olmasından büyük mutluluk duyduğu “Popüler Sinema’nın Mitolojisi”nin ilk cildi önümüzdeki günlerde okurla buluşacak. Modern Zamanlar’ın Mart sayısında o güzel yazılarından özenle hazırlanan bir seçkiyi bulacaksınız. Sırada diğer dosyalar ve projeler var. Bunlar, yazının başlığında da belirttiğim gibi Veysel Atayman için söylediğimiz henüz ilk sözler.

Sonsözü söylemek için katetmemiz gereken daha çok yol var.

NOT: Geçtiğimiz Aralık ayında, 52. Altın Portakal’da karşılaştığım SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) Yönetim Kurulu’ndan bir arkadaşa, sinema yazınına neredeyse 50 yıl boyunca emek vermiş Veysel Hoca’yı Onursal Üye olarak derneğe davet etmek için sınırlı bir zaman kaldığı uyarısını yapmış ve ondan da konuyu birkaç gün içinde yapılacak Yönetim Kurulu toplantısında gündeme getireceği yanıtını almıştım. Bu ülkede felsefe, dil, spor ve sinema üzerine düşünen birçok insanın yaşamına derin izler düşürdü Veysel Atayman. Dernek içinse vakit kalmadı ne yazık ki…

(25 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]

Alexander Skarsgård, If İstanbul’a Geliyor

True Blood’daki vampir Eric Northman rolüyle fenomene dönüşen İsveçli oyuncu Alexander Skarsgård, If İstanbul’un konuğu olarak ilk kez Türkiye’ye geliyor. If Galalar’da gösterilen The Diary of a Teenage Girl’ün oyuncularından Skarsgård, Pazar günü Levent Cinemaximum Kanyon Sineması’nda festivale özel bir sohbete katılacak ve Meltem Cumbul’a oyunculuk kariyerini anlatacak. Çok yakında yılın merakla beklenen filmlerinden The Legend of Tarzan’da sinemanın yeni Tarzan’ı olarak izleyeceğimiz Skarsgård kariyerine, henüz sekiz yaşındayken, babası Stellan Skarsgård’la birlikte oynadığı Åke and His World ile başladı.

Alexander Skarsgård, If İstanbul’a Geliyor yazısına devam et

Paramount, Vin Diesel’in xXx: The Return Of Xander Cage Filmini Beyazperdeye Taşıyor

Revolution Studyoları, Roth Kirschenbaum Films ve One Race Films, bir açıklamayla gişe rekortmeni xXx serisini yeniden çevrileceğini duyurdu. Yapımcı ve oyuncu Vin Diesel, devam filmi xXx: The Return of Xander Cage’de ekstrem sporcudan süper ajana dönüşen ikonik rolünü tekrar canlandıracak. D. J. Caruso’nun yöneteceği film, devlet ajanı Xander Cage’in sürgünden dönüşünü, ölümcül alfa savaşçı Xiang ve ekibiyle tehlikeli bir silahı ele geçirmelerini konu alıyor.

If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali Günlüğü: 19 Şubat 2016

4 yıl önce If İstanbul’da da gösterilen ilk filmi Volkan (Volcano) ile takibe aldığımız İzlandalı yetenek Rúnar Rúnarsson’ın Serçeler (Sparrows) adlı filmi saat 11:00’de Beyoğlu Fitaş Salon 4’te gösteriliyor. Buñuel sürrealizmine modern bir yorum getiren, San Sebastián’dan FIPRESCI Ödüllü absürt komedi Ayrık Otu (The Apostate) saat 16:00’da Nişantaşı City’s Cinemaximum Salon 7’de yapılacak gösterimine filmin senaristlerinden Alvaro Ogalla da katılacak.

If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali Günlüğü: 19 Şubat 2016 yazısına devam et

Naciye, Türkiye Prömiyerini If İstanbul’da Yapıyor

İlk kez Ekim ayında ABD’de Screamfest’te gösterilen Naciye, If İstanbul’un da yıldızı. Lütfü Emre Çiçek’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği Naciye, Türkiye prömiyerini 21 Şubat Pazar günü saat 19:00’da Nişantaşı Cinemaximum City’s Cinemaximum Sineması’da gerçekleştiriyor. İkinci gösterim ise 26 Şubat Cuma gecesi 23:59’da Levent Cinemaximum Kanyon Sineması’nda.

Ali Kundilli, Baba Olarak Geri Dönüyor

Sosyal medyada keşfedilen ve yarattığı karakterle, ilk filmi Ali Kundilli’de 500 bin kişiyi sinema salonlarına çeken Cem Gelinoğlu, ikinci filmiyle geri dönüyor. Dost canlısı, namuslu, delikanlı Ali Kundilli ikinci kez izleyiciyle buluşmak için gün sayıyor. İlk filmde, sevdiği kız İlknur’la evlenme sürecinde başından geçenleri kahkahalarla izlediğimiz Ali Kundilli bu kez çok daha fazla güldürmek için geliyor. Ali Kundilli şimdi de baba oluyor. Ali Kundilli’nin babalık yolundaki macerası yine 7’den 70’e tüm sinemaseverleri çok eğlendirecek. Başrollerini Cem Gelinoğlu, Zeynep Aktuğ, Ezgi Tombul, Sami Aksu ve Hakan Bilgin’in paylaştığı Ali Kundilli 2, 04 Mart’ta vizyonda olacak.

Gizem Ertürk Yazıyor: Her Şey Böyle Başlamıştı. Onu Gördüm. Onu Sevdim. Onu İstedim.

“Bazıları hiç delirmez, ne korkunç bir hayat sürüyorlardır kimbilir” der Bukowski… Hep merak etmişimdir. Psikologlar, yaşam koçları ya da şu hayatı nasıl yaşayacağımıza; nasıl başarılı, mutlu vs. olacağımıza dair sihirli formüller veren yazarların o mükemmel halleri hep biraz acıklı gelmiştir. Bir hastaya tavsiye verirken ya da yüzlerce kişinin önünde yapılan başarılı bir konferansın ardından bir başlarına kaldıklarında ne hissediyorlardır? … Devamı… »

Postmodern Sinemanın Dehlizlerine Girmek: David Lynch

Sinemanın büyük ustası Amerikalı David Lynch’in, tam anlamıyla loş yollarda yönleri kaybettiren “Kayıp Otoban” ve “Mulholland Çıkmazı” filmleriyle yolları kaybettirmek.

“Kayıp Otoban…”

David Lynch’in, içinde kaybolunan 1996 yapımı sinemaskop “Lost Highway-Kayıp Otoban”, gizem yüklü ve gotik atmosferli bir suç filmi. Rüyalarla kâbusların ortasında gerçekliğin bulanıklaştığı zihinsel kaos filmi bu. MK2’nin sunduğu filmin senaryoyu yönetmenle beraber yazar Barry Gifford yazmış. Müzikleri de, yönetmenin kadim bestecisi Angelo Badalamenti yapmış. Ama fonda rock müzikler de duyuluyor. Zihinlerde kaos yaşatan kurguda Mary Sweeney’nin katkısı büyük. Gerçekliği ararken birçok şeyi de kaybettirebilen bir kurgu bu. Karanlık atmosferli filmde çarpıcı sinemaskop fotoğraflar yansıtan kameran Peter Deming’in bu görüntülerini sinema perdesinde görülmeli. Bu film ülkemizde, ekim 1997’de viyona çıkmıştı.

Lynch’in bu yapıtında, klasik film izleme alışkanlığıyla anlam yaratılabilir miydi? Gerçekten zor. Kaosa sürükleyen bulmacalar. Bellekte kayboluş. Şizofreninin kuşatması. Kâbuslar, rüyalar. Suç. Boşluk. Bellek. Elbette Lynch’in karanlık gerçeküstü yollarında kaybolmak. Zihinsel kaos ve savruluş, en başından sonuna kadar sürüp gidiyor filmde. Her şey bittiğinde boşluklar dolacak mıydı? Gerçek neydi? Gerçek nerede başlıyor ve bitiyordu? Bir dolu soruyla sürüp gidiyor her şey.

Los Angeles’ta zenginlerin yaşadığı Hollywood’da. Yaz. Ön jenerik yazılarının rengi, gecenin içinde yol alan arabanın farlarından aydınlattığı yoldaki çizgilerin sarı rengiyle aynı. Bu yol çok önemli. Filmde “leit-motif”e dönüşüyor bu yol. Yazılar okunurken, altta duyulan şarkı da çarpıcıydı. Müzik hareketliyken, şarkı da alabildiğine yavaştı. David Bowie’nin söylediği bu “I’m Deranged” şarkısı muhteşemdi. Kamera, karanlığın içinde kayboluveriyor birden. Fred Madison (Bill Pullman) sigara içerken yansıyor. Fred’in yüzü yandan görünüyor. O, Fred miydi? Zihin bulanıklaşıyor. Işık biraz daha yoğunlaşınca, kamera Fred’i önden yansıtıyor. Fred, sigaranın tadını çıkarır gibi içiyor. Gündüz. Kapı zili çalıyor. Fred, kapıya gidiyor ve megafonun tuşuna basıyor. Ses, “Dick Laurent öldü” diyor. Fred, evin içinde dolaşıyor, birisini arar gibi. Ardından polis sireni duyuluyor sokaktan. Fred, dışarı bakıyor pencereden. Sonra görüntü kararıyor. Girişteki bu iki an, filmin derinliğinde nereyle buluşacaktı? Zihinler hep bulanık.

Görüntü açılıyor ve kamera, gecenin içinde evi dışarıdan yansıtıyor. Fred, içeride saksofonunu kutusuna yerleştiriyor. Kırmızılar içindeki siyah saçlı karısı Renée (Patricia Arquette), Fred’le gece kulübüne gitmek istemiyor. Kırmızı, seksin ve şiddetin rengiydi. Renée’nin ojesi de siyahtı. “Luna Lounge” adlı gece kulübünde kırmızı ışık altında Fred, tenor saksofonuyla coşkuyla solo yaparken yansıyor sahnede. Performansından sonra evini jetonlu telefonla arıyor. Renée açmıyor. O telefonla aradığında kamera, evin içinde kayıyor, siyah telefonu gösteriyor. Kamera, bazı anlarda “asenkronizasyon” parça yansıtır gibi evin içinde dolaşıyor hep. Biri çekiyormuş hissi veren. Gecenin bir yerinde eve geliyor Fred. Kırmızı ışıklar düşüyor mekâna. Renée de yatakta uyuyor. Sabah. Renée, evin bahçesinde gazeteyi alırken bir zarf görüyor. Onu da alıyor. Zarfta kimden geldiği yazmıyor. Zarfın içinden videokaset çıkıyor. Renée, kaseti dışarıda bulduğunu söylüyor. Fred, kuşkulu bir sesle “Neden” diyor. Fred, videokaseti salonda oynatıcıya takıyor. Sadece evlerinin gece çekilmiş siyah-beyaz görüntüsü var videokasette. Görüntü kararıyor.

Kamera, perdeye doğru kayıyor. Zincirlemeli geçişle kamera Fred’i yatakta gösteriyor. Fred’in gözleri açık. Zihninden, sahnede saksofon çaldığı an flaş gibi düşüyor. Kırmızı ışık yüzüne yansıyor. Renée yatağa geliyor. Öpüşmeye başlıyorlar. Sevişmek Renée’ye heyecan vermiyor sanki. Fred, üstüne çıktığında Renée’nin göğüsleri deniz dalgaları gibi dalgalanıyor bu sevişmede. Tüm gücünü yitirmiş gibi Fred, sevişmeden sonra kâbusu yaşıyor. Fred, salonda yanan şömineye bakarken, Renée’nin sesi duyuluyor. Mobilya arkasından yoğun duman çıkıyor bir anda. Kamera, öne kaymaya başlıyor, perdeler fark ediliyor. Ardından çevrinen kamera, yatağı gösteriyor. Renée yatakta uyuyor. Kamera, Renée’ye doğru kayıyor. Renée, çığlıkla uyanıyor. Renée uyanıyor, ama Fred uyuyor. Kırmızı ışık yansırken birden uyanıveriyor Fred. Karısının yüzünde, şeytanın, Yabancı’nın (Robert Blake) yüzünü görüyor birden. Ardından görüntü kararıyor.

Sabah. Renée gazeteyi alırken, yine bir zarf görüyor. Komşularının havlayan köpeğinin sesi duyuluyor. Zarfta yeni videokaset var ve salonda izliyorlar. Siyah-beyaz görüntüde yine evlerinin dışarıdan çekilmiş görüntüsü var. Ama görüntü karıncalaştıktan sonra evin içinden de görüntüler yansıyor. Fred ve karısı yatak odasında uyurlarken çekilmiş görüntü bu. Kamera, Fred’in gözlerini yakın çekimle yansıtırken, “Dick” diyen kadın sesi duyuluyor videokasetten. Renée, polisi aramak istiyor. Gündüz Renée, telefonla konuşurken, kamera onun kırmızı dudaklarını yakın çekimle yansıtıyor, ardından da gözlerine tilt yapıyor.. Eve, iki polis dedektifi geliyor çok geçmeden. Biri biraz kilolu olan Ed (Lou Eppolito), diğeri de uzun boylu olan Al (John Roselius). Sorular soruyorlar. Video kameraları var mıydı? Renée, Fred’in, video kameralardan hoşlanmadığını söylüyor. Fred, “Bir şeyleri kendimce hatırladığımda severim” diyor dedektif Al’a. Dedektif, “Ne demek bu” diyor kuşkuyla. Fred, “Yaşadıklarımın hatırladığım gibi olması gerekmez” dese de dedektif anlamıyor bu sözleri. Dedektifler ve Renée, dışarı çıkıyorlar. Dedektifler, her yere baksalar da pek bir şey bulamıyorlar. Dedektifler giderlerken, “dolly”ye takılı kamera onları plonje çekimle yansıtıyor. Sonra da kamera yavaşça aşağıya iniyor. Dedektifler evi gözetim altında tutacaklarmış.

Zincirlemeli geçişle, mavi ışığın yoğun olduğu havuz yansıyor. Mavi, karmaşanın rengiydi. Burada Andy (Michael Massee), evinde havuz başı partisi veriyor. Müzikler, 1970’lerin ruhuyla buluşuyor sanki. Partiye, Renée ve Fred de davet edilmiş. Üstelik Yabancı da var partide. Andy ve Renée, eskiden beri tanışıklarmış. Bu önemli. Fred’in yanına Yabancı geliyor. Yüzü, hortlak gibi olan ve simsiyah elbiseler içindeki Yabancı, “Daha önce karşılaştık” diyor. Fred, “Hiç sanmıyorum” diyor. Yabancı, cep telefonunu Fred’e veriyor ve evini aramasını istiyor. Fred arıyor ve Yabancı telefonla “Burada olduğumu söylemiştim” diyor. Fred’in zihni karışıyor. Yabancı yanından gittikten sonra Andy’ye Yabancı’yı soruyor. Dick Laurent’ın arkadaşı olabilir, diyor. Fred, “Dick Laurent öldü” deyince, Andy de, “Dick Laurent ölmüş olamaz” diye karşılık veriyor Fred’e. Sonra kırmızı Ford Mustang arabalarıyla gece eve dönüyor Fred ve Renée. Arabadan çıkan Fred, Renée’yi arabada bırakıyor ve tek başına eve giriyor. Evin içine bakıyor güvenlik için. Fred’in gözü salondaki telefona kayıyor. Ardından telefon çalıyor. Kamera, çevrinerek salonu gösteriyor. Fred, arabada beklemeyen Renée’ye kızıyor, sonra da eve giriyorlar.

Zincirlemeli geçişle kamera, Fred’i gösteriyor. Renée’de tuvalette makyajını temizliyorken, Fred de, boy aynasında yüzüne bakıyor. Sanki yabancı birisinin yüzüne bakar gibi. Renée, yatak odasına geliyor. Mekâna kasvet veren bir ışık düzenlemesi yaratmış yönetmen bu anda. Renée’den sonra Fred de yatak odasına geliyor. Ama öncesinde dışavurumcu ışıkla bir gölge duvara yansıyor. Renée’nin, “Fred neredesin” diyen sesi duyuluyor. Sabah. Bu defa Fred, gazeteyi ve zarfı alıyor. Salonda videokaseti takıyor, izliyor. Renée ortalarda görünmüyor. Siyah-beyaz görüntüyle ev dışarıdan yansıyor yine. “Dolly”ye takılmış kamera, plonje çekimle gezinip duruyor. Yatak odasına geldiğinde görüntü renkleniveriyor bir ara. Renée, yatak kenarında kanlar içinde ve öldürülmüş. Renée’nin yanında da Fred var video görüntülerinde. Fred, video kameraya bakıyor. Yatak da kanlar içinde. O Fred miydi? Yine zihinler karışıyor. Fred, Renée’yi sesleniyor, ama cevap gelmiyor. Birden dedektifler ortaya çıkıyor ve Al, Fred’in yüzüne yumruk atıyor.

Fred ve polisler merdivenlerden inerken, dış ses olarak mahkemedeki karar açıklanıyor. Fred, karısını birinci dereceden öldürmekten elektrikli sandalyede idam edilecekmiş. 47516 mahkûm numarasıyla hücreye konuyor Fred. Gözünün önünden karısının kanlı görüntüsü geçiyor birden. Fred’in hücresinde yatak, lavabo ve klozet de var. Hücrenin tavanında demir parmaklığa benzeyen gözetleme de var. Fred, Alan Parker’ın 1987 yapımı “Angel Heart – Şeytan Çıkmazı” filmindeki özel dedektif Harry Angel’ın sendromunu mu yaşıyordu? Yukarıdan plonje çekimle hücrede yapayalnız Fred yansıyor. Fred yatağa uzanmış. Uyumamak için direniyor. Görüntü kararıyor. Doktor onu muayene ediyor. Kamera önce aşağıdan plonje sonra da yukarıdan kontr-plonje çekimle doktorun (David Byrd), Fred’i muayene edişini yansıtıyor. Doktor, Fred’e zorla uyku hapları içirtiyor. Bu durum Fred’i daha da zorluyor. Fred uyuyamamak için direniyordu. Uyuyunca bir felaket olmasından mı korkuyordu? Uykuya direnen Fred, açıkgözle de kâbus görüyor. Ahşap bir kulübeyi yanarken görüyor. Sonra video görüntülerdeki gibi başa sarılıyor görüntü. Kulübenin kapısından Yabancı dışarı çıktığını fark ediyor. Yabancı’yı hücresinin dışında da görüyor Fred.

Filmin girişindeki yol yansıyor birden. Araba hızla yol alıyor gecenin içinde. Farlar yolu aydınlatıyor. Araba, favorili Pete’in (Balthazar Getty) önünde duruyor. Pete’in sevgilisi Sheila (Natasha Gregson Wagner), “Pete! Pete!” diye çığlık atıyor. Bindirmeli çekimle Pete’in sevgilisiyle annesi Candace (Lucy Butler) ve babası Bill Dayton (Gary Busey) evden çıkıyorlar ve boşluğa koşuyorlar sanki. Kamera, Pete’in gözlerini yakından gösteriyor, flaş gibi ışıklar patlıyor. Belli belirsiz bulanık görüntüler yansıyor. Hücre, sisler, zihinsel karışıklık. Sanki bir dönüşüm. Gerçeküstücülükle dışavurumculuk arasında zihinsel karmaşa yaratan bir resim tablosu gibi bulanık bu görüntüler. Uykudan birden uyanmış birinin ne olduğunu anlamaya çabalaması gibi sanki. Çerçevenin sağında bir insan beliriyor. Ama bulanık yansıyor. Fotoğrafın negatifi (arabı) gibi. Sonra bu yüze yoğun ışık düşüyor. Başı iki yandan tutan eller aşağıya iniyor. Öncü dışavurumcu ressam Norveçli Edvard Munch’un (1863-1944) “Çığlık” (Der Schrei) tablosunu çağrıştırıyordu. Munch, yabancılaşmanın yansıdığı bu tablosunu otuz yaşındayken, 1893’te yapmıştı. Lynch, bu tür biçimbozumlarını (distortion), kameranın merceğiyle oynayarak oluşturmuş. Görüntü kararıyor.

Sabah, hapishanede gardiyan hücrelerin kapısındaki küçük pencereden içeri bakarken, Fred’in hücresine geldiğinde tuhaf bir şey görüyor. Hapishane müdürü yüzbaşıya (William Parker) haber veriyor. Fred’in hücresinde genç Pete var. Polis de anlayamıyor olanları. Fred nereye gitti? Pete, araba hırsızlığından beş yıl yemiş eskiden. Şimdiyse büyük bir araba tamirhanesinde çalışıyor Pete. Hapishaneye, anne ve babası geliyor, zincirlemeli geçişle. Sonra Pete’i eve götürüyorlar. Gündüz. Kırmızı tişörtlü Pete, evin bahçesinde şezlonga uzanmış güneş altında dinlenirken, fonda da caz tınıları yayılıyor. Pete, cazı ve yavaş müzikleri dinlemeyi seviyor. Pete, şezlongdan kalkıyor, komşu bahçedeki mavi renkteki plastikten çocuk havuzuna bakıyor. Gece. Pete’in arkadaşları ve Sheila da evdeler ve onunla dışarı çıkmak istiyorlar. Pete, salonda televizyon izleyen anne-babasından izin alıyor ve bovling oynamaya gidiyor onlarla. Zincirlemeli geçişle Pete ve Sheila dans ediyorlar. Öpüşüyorlar. Bir an insan kendini, yönetmenin 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife” filminin içindeymiş gibi hissediveriyor.

Zincirlemeli geçişle araba tamirhanesi yansıyor. Gündüz. Pete işe geliyor. Çok geçmeden Eddy (Robert Loggia), Mercedes arabasıyla fark ediliyor, yanındaki iki fedaisiyle beraber. Sivil polisler de Pete’i gözlem altında tutuyorlar. Eddy’nin arabasının motordan ses geliyormuş. Küçük bir yolculuğa çıkıyorlar. Sorunu hemen hallediyor Fred. Bir spor araba, onları geçmek için taciz ediyor. Yakınlaşıyor. Geçerken de, spor arabadaki adam parmak işareti yapıyor Eddy’ye. Bu aşağılayıcı bir şeydi Eddy için. Mercedes, spor abrayı yakalıyor ve Eddy, adama trafik kuralları üzerine söylev çektikten sonra serbest bırakıyor. Tamirhaneye geri dönüyorlar. Arabada şoför tarafındaki sivil polis Hank (Carl Sundstrom), diğer polis Lou’ya (John Solari) Eddy’yi göstererek, “Şu adamı tanıdın mı” diyor. Lou da şaşırtıcı bir şey diyor ve görüntü kararıyor sonra.

Pete’in evi gece dışarıdan yansıyor. Pete, odada boy aynasında kendine bakıyor. Fred de boy aynasında kendine bakmıştı. Gece, zincirlemeli geçişle siyah deri montlu Pete, sokakta arabasıyla yolda. Bir sigara yakıyor. Peşinde de polisler. Pete, Sheila’nın evinin önüne geliyor. Dolaşmaya çıkıyorlar. Bir yerde duruyorlar. Öpüşmeye başlıyorlar. Sheila üstünü çıkartıyor. Altta da tuhaf bir müzik duyuluyor. Arabanın içinde çırılçıplak sevişen iki gence zincirlemeli geçiş yapıyor yönetmen. Pete, susuz kalmış gibi sevişiyor Sheila’yla. Pete, gerçekten Sheila’yı seviyor muydu? Yoksa seks ihtiyacı olarak mı görüyordu Sheila’yı? Görüntü kararıyor. Gündüz tamirhanede arabanın altında çalışan Pete, radyoda çalan hareketli müzikten kurtulmak istiyor birden. Yavaş müzik çalan başka bir radyo istasyonunu buluyor kendine. Pete bencil miydi? Tamirhaneye Cadillac’la Eddy geliyor. Arabanın içindeki Renée’ye benzeyen sarışın Alice’e (Patricia Arquette) gözü takılıyor Pete’in. Alice bu bakışların farkında. Tuhaf “Wakefield” soyadı olan Alice kimdi? Cesedi ortada olmayan Renée neredeydi? Zihinler, sürekli bulanıklaşıyor sorularla. Arabayı bırakıyorlar. Zincirlemeli geçiş. Ufukta güneş batıyor. Akşam oluyor. Tamirhaneye Alice geliyor. Pete’le çıkmak istiyor. Pete biraz kuşkuyla çıkmak istemiyor. Alice, geri dönmek için ankesörlü telefondan taksi çağırırken, Pete centilmenliği hatırlıyor ve arabasıyla onu evine götürüyor. Alice’in evinin önünde öpüşürlerken, polisler de arabanın içinde onları izliyorlar. Zincirlemeli geçişle yatakta çırılçıplak sevişiyorlar. Pete, Alice’in içindeki her şeyi keşfetmek ister gibi sevişiyor onunla. Tüm gücünü ona adamış gibi. Bu anın bitmesini hiç istemiyor sanki. Lynch, pornografinin sınırlarında dolaşmış bu sevişmeyle. Sevişmeden sonra Alice’in sol gözü, ardından Pete’in sağ gözü yakın çekimle peş peşe yansıyor. Bir bütünün parçası gibiydi sanki. Kırmızı ışık da yoğun yansıyor. Kapının önünde vedalaşırken, sevişmeye doyamamış gibi öpüşüyor onu Pete.

Zincirlemeli geçiş. Pete, arabasıyla gece Alice’le dolaşıyor. Kamera, gece zincirlemeli geçişle Alice’i motelin balkonunda buluyor. Pete de arabasıyla motele geliyor. Polisler de peşinde elbette. Görüntü kararıyor. Şimşek çakıyor. Alice, motel odasında telefonla konuşurken, kamera dudaklarını yakın planda yansıtıyor. Alice, Eddy’nin bir şeylerden şüphelendiğini söylüyor Pete’e. Zincirlemeli geçişle motel odasında. Pete’i gösteren kamera, hızla sola çevrinerek bindirme tekniğiyle Alice’in yüzünü gösteriyor. Pete odada yalnız başına. Altta da tuhaf ve ürkütücü bir müzik duyuluyor. Pete, lambanın etrafında uçuşan pervaneleri izliyor bir süre. Ardından motosikletine atlayıp gecenin içinde Sheila’nın evine gidiyor ve Sheila’yla sevişiyor. Görüntü kararıyor. Pete evde, anne ve babasıyla tartışıyor. Nasıl hücreye gittiğini o da anlayamıyor. Polis ondan bir şey hatırlayıp hatırlamadığını öğrenmek istiyormuş. Sheila da evde. Arabada bir adamı gördüğünü söylüyor Sheila. Anne ve babası da görmüş adamı. O anlar yansımaya başlıyor. Bir an Renée’nin cinayet anı yansıyor. Görüntü kararıyor.

Tamirhaneye Eddy geliyor ve Pete’i tabancasıyla tehdit ediyor. Alice’le ilişkisini biliyor. Zaman geçiyor. Gündüz. Pete’in zihni bulanıklaşıyor birden. Ardından Alice onu telefonla arıyor. Alice telefonla konuşurken, kamera plonje çekimle Alice’in dudaklarına yaklaşıyor. Lynch bu anı gölgeli ışık düzenlemesiyle yansıtmış. Motele çağırıyor Pete’i. Motel odasında önce öpüşüyorlar. Alice, Andy’yi soyup öldürmek istiyor. Andy’yle uzun zaman önce tanışmışlar. İş için Andy, Alice’i Eddy’ye göndermiş. Eddy, porno filmler yapıp pazarlayan biriymiş. Eddy’nin mekânına iş için gittiğinde pornonun içine düşmüş Alice. O anlar, Alice’in anlatımıyla gösteriliyor. Fedainin biri tabancasını doğrultmuş. Üzerindeki elbiselerini çıkartan Alice, koltukta oturan Eddy’nin önünde diz çökmüş. Bu görüntülerin hard rock müzikle yansıyor. Kamera, motel odasındaki Alice ve Pete’e dönüyor. Alice, Andy’yi soymak ve öldürmek için plan yapıyor. Gece. Pete’in evinin önünde Sheila, Pete’e öfkeli. Çünkü Alice’i duymuş. Pete’in babası da çıkıyor evden. Kamera, aşağıdan plonjeyle, yere uzanmış Pete’in gözlerinden (öznel kamera) Sheila ve babasını gösteriyor. Görüntü biçimbozumuyla bulanıklaşıyor birden. Annesi de telefonda birisi var diyor Pete’e. Eve girerlerken, kamera da peşlerinden kayarak onları takip ediyor. Eddy arıyor. Eddy, telefonu Yabancı’ya veriyor. Fred’le konuştuğu gibi Pete’le de aynısını konuşuyor Yanancı. Olanlardan hiçbir şey anlamıyor Pete.

Gece. Belediye otobüsündeki. Pete, durakta otobüsten iniyor ve Andy’nin yerine gidiyor. Havuzun mavisi sarıyor her yanı. Gizlice mekâna giriyor. İçeride kimseyi göremeyen Pete’in gözleri televizyon ekranında Alice’in siyah-beyaz porno filmine takılıyor. Kadın elbiseleri de var ortalıkta. Pete, merdivenlerden inen Andy’yi görüyor. Elindeki golf sopasıyla vuruyor ve yere yığılıyor Andy. Yarı çıplak merdivenlerden inen Alice, Pete’in yanına geliyor. Birden Andy ayağa kalkıyor ve Pete saldırıyor. Pete, Andy’yi üzerinden atıyor ve bu defa onu öldürüyor. Andy’nin alnı cam sehpaya saplanıyor. Pete, Andy’nin korkunç görüntüsüne bakarak, “Onu öldürdük” diyor. Alice, “Sen öldürdün” diye kışkırtıcı karşılık veriyor. Pete birden çerçeveli siyah-beyaz fotoğraf görüyor. Fotoğraftakiler Andy, Alice, Renée ve Eddy. Burnundan kan gelen Pete,. Yukarı katta tuvaleti ararken, odaların birine girdiğinde pornocu bir kadınla karşılaşıyor. Aşağı döndüğündeyse Alice’in kendine tabanca doğrulttuğunu görüyor Pete. Sonra tabancayı Pete’e veriyor Alice. Onlar dışarı çıkarken, aşağıdan plonje açıdaki kamera sağa çevrinerek Andy’nin trajedisini bir daha gösteriyor.

Gece, Fred’in kırmızı Mustang arabasıyla çölde yolculuk ediyorlar Filmin girişindeki yoldalar. Fred’in zihninde yanan ahşap kulübenin olduğu yere geliyorlar. Alice kulübeye gidiyor. Kapıyı çalıyor. Kimse yok. Romantik bir müzik duyulmaya başlıyor. Arabanın önünde bekliyorlar. Alice arabanın farlarını yaktığında, Pete, “Neden ben? Neden beni seçtin” diyor. Alice, “Hâlâ beni istiyorsun değil mi” diye soruyor. Sonra öpüşüyorlar. Arabanın önünde çırılçıplak soyunuyorlar ve çılgınca sevişiyorlar. Sevişme anında romantik müzik birden çığlığa, korkuya dönüşüveriyor. Pete hazza ulaşacağı anda Alice, “Asla bana sahip olamayacaksın” diyor ve ayağa kalkıp çırılçıplak kulübeye doğru gidiyor. Pete ayağa kalktığında Fred oluyor. Pete’in elbiselerini giyiniyor. Pete nereye gitmişti? Zihinler karmakarışık oluyor yine. Fred kulübeye gidiyor. Orada elinde video kamerasıyla sadece yabancı onu bekliyor. Alice’i soruyor. Alice var mıydı? Dışarı çıkan Fred, arabaya gidiyor. Yabancı, video kamerayla onu çekiyor.

Ön jenerikteki yolda. Fred, “Lost Highway Hotel” adındaki otele geliyor. Gök gürüldüyor. Bir odada Renée, Eddy’yle sevişmiş. Fred koridora geliyor. Kapılar bembeyaz. Görüntü kararıyor. Renée, Eddy’le seviştikten sonra odadan çıkıyor. Otelin dışına çıkan Renée, arabaya biniyor. Fred, elinde tabancayla odaya giriyor. Boğuşuyorlar. Dövüşte sarsılan Eddy’yi dışarı taşıyan Fred, Eddy’yi arabanın bagajına koyuyor. Araba Eddy’nin. Odanın penceresinden Yabancı olanlara bakıyor. Fred, Eddy’yi çöle götürüyor. Bagajı açtığında Eddy ona saldırıyor. Fred’le Eddy boğuşurken, birden Yabancı ortaya çıkıyor ve Fred’e bıçak veriyor. Fred, Eddy’nin boğazını kesiyor. Yabancı, cep telefonundaki video görüntülerini Eddy’ye gösteriyor. Renée’nin bir kadınla sevişen siyah-beyaz görüntüsü yansıyor önce. Şiddet görüntüleri de var. Andy, Eddy ve Renée, haz alarak bakıyorlar şiddet anlarına. Yabancı, tabancayla ateş ederek öldürüyor Eddy’yi. Merak duygusu ve gerilim çoğalıyor. Filmin girişindeki ana ulaşmak için filmin içinde kaybolmak gerekiyor. “Dick Laurent” sorusu önemli. Evin megafonuna “Dick Laurent öldü” diyen ses keşfedildiğinde bile zihinlerdeki bulanıklıklar sürüp gidecek belki. Polis dedektifi Al, Andy’nin cinayet mahallinde, Pete’in de gördüğü çerçeveli siyah-beyaz fotoğrafa bakarak, “Bence, kötü rastlantı diye bir şey yok” diyor. Sonra da film boyunca gelip geçenler düşmeye başlıyor zihinden. Rastlantı olan neydi? Hepsi miydi? Yoksa hiçbiri miydi? Bu otobanda kaybolup gidiyor insan. Filmin müzikleri de arşivlik.

“Mulholland Çıkmazı…”

David Lynch’in 2001 yapımı sinemaskop “Mulholland Driver-Mulholland Çıkmazı”, filmlerinin içinde zihinsel kaoslar yaşayanlara az da olsa önlerini görmeleri için loş ışık yansıtıyor. Ama yine de yolları kaybetmemenin güvencesi yok. Studio Canal’ın sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. İnsanın zihninde farklı duygular yaşatan müzikleri Angelo Badalamenti bestelemiş. Zihinde karmaşa yaratan kurguyu da Mary Sweeney gerçekleştirmiş. Kasvet veren gotik atmosferi yansıtansa kameraman Peter Deming. Filmde uzun bir rüya, ihtiras, kıskançlık, harislik, nefret, suçluluk, vicdan azabı, halüsinasyonlar ve zihinsel savruluşlar saçılıyor etrafa. Uykudan uyanışta, gerilim ve merak duygusu artıyor. Her şey anlaşılacak mıydı, yoksa her şey karmaşıklaşacak mıydı zihinlerde? Bu film, Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülü almıştı. Bu film ülkemizde Nisan 2002’de vizyona çıkmıştı.

Filmin girişinde mavi fon üzerinde bindirmeli çekimle, neşeli dans eden insanlar yansıyor. Sanki bir müzikalinden düşmüş gibi bu an. Herkesin yüzünde gülümseme var. Mutluluk ve huzur her yerden kuşatmış. Kendine Betty (Naomi Watts) diyen sarışın bir genç kadının mutluluk ve gülücük sunan yüzü yansıyor sonra. Betty’nin yüzü, parçalara bölünüyor ve mutluluk çoğalıyor. Betty, bir yıldız gibi. Ardından görüntü bulanıklaşıyor. Kamera, biçimbozumuna uğramış görüntüyle yatağa doğru geliyor ve yastığa yöneliyor. Bu an önemli. Sonra görüntü kararıyor.

Gece. Yön levhasındaki “Mulholland Dr.” yazısı yansıyor önce. Görüntü yine kararıyor. Gecenin içinde, Hollywood’daki Mullholland yoluna bir araba yöneliyor. Kamera da arabayı arkadan takip ediyor. Zincirlemeli geçişle ışıklar içindeki Los Angeles yansıyor birden. Mavi ön jenerik yazıları yansırken, fonda da usul usul gerilime sürükleyen bir müzik duyuluyor. Mavi önemliydi. Limuzin arabanın arkasında esmer bir genç kadın, Rita (Laura Elena Harring) tek başına. Önde de iki adam var. Araba duruyor. Arabayı süren tabancayı çıkartıyor ve Rita’ya yöneltiyor. Rita arabadan çıkmak istiyor. Diğer adam arabadan çıktığında Limuzin’e arkadan bir araba çarpıyor. Araba yanarken, Rita arabadan çıkmayı başarıyor. Diğer iki adam ölüyor. Arabadan çıkabilen Rita şok geçirmiş gibi. Nerede olduğunu anlayamıyor. İleride yansıyan ışıklara doğru yöneliyor. Yola çıkıyor. Birilerinden korkuyormuş gibi saklanıyor. Sonra da saklandığı yerde uykuya dalıyor. Kaza mahalline polis geliyor. Polis arabada bir küpe buluyor. Dedektif McKnight (Robert Forster), öne doğru yürüyor ve kurtulanın gittiği yöne bakıyor. Zincirlemeli geçişle Rita, sesle uykudan uyanıyor. Sabah. Yaşlı bir kadın valizlerini arabaya taşıtıyor. Kadın gittikten sonra Rita eve gizlice giriyor. Kadın, anahtarlarını almak için eve geldiğinde saklanıyor ve oracıkta uykuya dalıyor Rita.

Gündüz, kafede. Bu kafe, filmde “leit-motif”e dönüşüyor. Dan (Patrick Fischler), arkadaşı Herb’e (Michael Cooke) rüyasındaki kâbusun gerçekleştiğini söylüyor. İki defa bu rüyayı görmüş. Kafeye silahlı bir adam varmış. Gündüz veya gece değilmiş. Herkes ayakta duruyormuş. Duvarın ardında korkunç bir adam görmüş. O adamı bir daha görmek için gelmiş buraya. Herb, kasaya hesabı ödüyor. Dışarı çıkıyorlar. Kamera, Dan’in gözlerinden duvarı gösteriyor. Dan, duvara yaklaşırken kalp krizi geçiriyor korkusundan. Duvarın ardında yüzü çürümüş ve uzun siyah saçlı bir insan yansıyor birden. O bir kadın mıydı? Final bölümünde anlamlaşacak belki.

Rita evde ve hâlâ uyuyor. Kamera, tuhaf ve kasvetli mekânlara gidiyor. Tekerlekli sandalyedeki Roque (Michael J. Anderson) telefonla konuşuyor. Telefonla konuştuğu kameraya arkası dönük Bum’a (Donnie Aarons), “Kız hâlâ kayıp” diyor. Bum, sonra başka bir yeri arıyor telefonla. Döküntü mekânda bir el duvardaki pembe telefona uzanıyor ve “Benimle konuş” diyor. Bum da, “Aynen” diye karşılık veriyor. Her şey boşlukta kalıyor.

Mutlu Betty, Los Angeles’a geliyor. Uçakta tanıştığı iki yaşlı çift Irene (Jeanne Bates) ve yaşlı adamla (Dan Birnbaum), havaalanı dışında vedalaşıyor. Hepsi mutluluk saçıyorlar etrafa. Betty, Hollywood’un geçmişteki yıldızlarından Doris Day’i çağrıştırıyor sanki. O da mutluluk saçıyordu çoğu salon-müzikal filminde. Betty, Hollywood’a geliyor, rüyasına. Halası Ruth’un (Maya Bond) malikânesinde şimdi. Bir kapının ziline basıyor. Yüzü aşırı makyajlı halasının komşusu Coco (Ann Miller), Betty’ye anahtarı veriyor. Coco önemli. Eve giren Betty mutlulukla gözlerini gezdiriyor bu zenginlik üzerinde. Kamera da, Betty’nin gözleriyle sunuyor güzellikleri. Ardından kamera, Betty’yi kayarak izliyor. Betty, aynada kendine bakıyor. Birden banyoda birini fark ediyor Betty. Rita, bir kaza olduğunu söylüyor. Rita Hayworth’un oynadığı Charles Vidor’un 1946 yapımı siyah-beyaz muhteşem “Gilda-Şeytanın Kızı Gilda” kara filminin afişi yansıyor. Rita, Hollywood’un geçmişteki yıldızları Rita Hayworth’la Jane Russell’ı karışımı gibi. Rita, kaza dışında hiçbir şeyi hatırlamıyor. İsmini bile. Sadece uyumak istiyor bu kâbustan kurtulmak için.

Gündüz. Los Angeles tepeden yansıdıktan sonra, kamera Ryan Entertainment adındaki film şirketindeki toplantıya gidiyor. Yönetmen Adam’a (Justin Theroux) bir oyuncunun, Camilla Rodes’un (Melissa George) fotoğrafı gösteriliyor. Çekilecek filmin başrol kadın oyuncusu o olacakmış. Adam, “O kız benim filmimde oynayamaz” diyor. Adam’a, “Filmi artık senin değil” diyorlar. Dışarı çıkan Adam, yapımcılardan Luigi’nin (Angelo Badalamenti) arabasının camını elindeki golf sopasıyla parçalayıp öfkesini alıyor. Kısa kısa anlar yansıyor peş peşe. Betty ve Rita hâlâ evdeler. Ardından da Roque kendi mekânında beklerken yansıyor. Ardından görüntü kararıyor. Zihinsel karışıklık çoğalıyor. Bir ofiste iki adamın konuşmasına tanıklık ediyor kamera. Masada oturan Ed (Vincent Castellanos), ayaktaki Joe’ya (Mark Pellegrino), gülerek “araba kazası” diyor. Joe, susturucu takılmış tabancasıyla Ed’e ateş ediyor. Ed ölüyor.

Tabancadaki parmak izlerini silip intihar süsü verirken, parmağı tetiğe dokununca kurşun duvarı delip diğer odadaki kadını yaralıyor. Kadının çığlıklarını duyan Joe, diğer ofise geçiyor. Yaralı şişmanca kadınla (Diane Nelson) önce boğuşuyor, sonra da kadını Ed’in ofisine taşırken temizlikçi bir adamı (Charlie Croughwell) görüyor. Bir cinayet işlemeyi düşünürken üç cinayet işlemiş oluyor Joe. Hızını alamayan Joe, hâlâ çalışan elektrikli süpürgeye ateş edince alarm çalmaya başlıyor birden. Telaşa kapılan Joe, pencereden kaçıyor. Trajikomik anlardı. Joe’yla yaptıkları ve becerileri önemli.

Gündüz. Evin salonunda divan koltuğa uzanmış Betty, telefonda halasına Rita’yı soruyor. Halası, Rita’yı tanımıyormuş. Betty şüpheye düşüyor ve olanları anlamaya çalışıyor. Bellek kaybı yaşayan Rita, kazayı hatırlıyor, ama sonrası boşluk. Rita, Betty’ye çantasını göstererek “Aç onu” diyor. Bu anda kamera, Rita’nın dudaklarından gözlerine tilt yapıyor. Kamera, Betty’nin gözlerini yakın çekimle yansıtıyor. Çantanın içinden destelerce dolar çıkıyor. Bir de mavi anahtar. Bu önemli. Kamera, Betty’nin gözlerini yine yakın çekimle gösteriyor. Araya başka bir an giriyor. Joe tıkınırken, yanındaki bir genç kadın ve bir adamla (Michael des Barres) konuşuyor. Kadın, Joe’dan sigara istiyor sadece. Evdeyse Rita, paranın nereden geldiğini hatırlamadığını söylüyor Betty’ye.

Adam, üstü açık spor arabasıyla yol alırken, şirketteki sekreter Cynthia’yla (Katharina Towne) konuşuyor. Cynthia, hemen gelmesini istiyor. Adam, lüks malikânesine geldiğinde yabancı bir arabanın evin önünde park ettiğini görüyor. Elinde golf sopasıyla eve giren Adam, yatak odasına gittiğinde karısı Loraine’i (Lori Heuring) âşığıyla yakalıyor. Adam, karısının mücevher kutusunu alıyor ve içine yağlıboya boşaltıyor. Loraine’in sevgilisi Adam’ı dışarı atıyor. Arabasıyla oradan uzaklaşıyor Adam. Evdeyse, Betty paraları başka bir çantaya koyup elbise dolabına saklıyor. Rita beyaz elbiseli. Betty, kazayı öğrenmek için polisi aramalarını söylüyor. Dışarı çıkıyorlar. Ankesörlü telefonla Betty polisi arıyor. Mulholland yolunda kazanın olduğunu öğreniyor. Beraber kafeye gidiyorlar. Rita, kafede garson kızın göğsünde Diane ismini görüyor. Rita’nın ismi Diane miydi? Eve gidip telefon rehberinden Diane kayıtlı telefon numaralarını arıyorlar. Bir telefon numarası bulup arıyorlar. Limuzin’in yapılı şoförü Adam’ın evine geliyor. Şoför, Adam’ı soruyor. Loraine, şoförün üzerine atlıyor. Loraine’in sevgilisi de şoföre saldırıyor. İkisini de yumruğunu tattırıyor şoför. Eğlenceliydi.

Gece. Adam otele geliyor, ama bir sorun çıkıyor. Otel müdürü (Geno Silva) kredi kartının iptal olduğunu söylüyor. Adam, sekreter Cynthia’yı arıyor. Cynthia da biliyor olanları. Adam, iflas etmiş. Cynthia, Kovboy’un (Layfayette Montgomery) aradığını söylüyor. Ama Kovboy kimdi? Kamera, evin içinde kapıya doğru usulca kayıyor. İçeride Rita ve Betty var. Dışarıdan bir ses duyuluyor. Yaşlı bir kadının yüzü yansıyor birden. Gündüz. “Kötü bir şeyler oluyor” diyen Coco görünüyor evin kapısında. Betty’ye tekst veriyor çalışması için. Film için seçimler yaklaşıyor. Betty içeri girdiğinde, kamera koltukta oturan Rita’ya kayıyor. Gece. Adam arabayla gidiyor. Kovboy’un kasvetli çiftliğine geliyor. Tanışıyorlar. Kovboy, “Bir adamın davranışı, bir adamın durumunu gösterir” diyor Adam’a. İşe geri dönmesini istiyor Adam’ın. Kovboy, başrol oyuncusu dışında istediği oyuncuyu seçebileceğini söylüyor. Gündüz. Tepedeki Hollywood yazısı yansıyor. Evde de Betty ve Rita teksti çalışıyorlar. Sonra Coco eve geliyor, Rita’yı görüyor. Betty’yle dışarı çıkan Coco, Rita’yı yollamasını istiyor.

Ve Betty hayallerine dokunmaya yakın. Seçmeler için geldiği film şirketinde, yapımcılar, yönetmen ve ekip hepsi orada. Betty, çalıştığı teksti, başrol oyuncusu Jimmy’yle (Chad Everett) oradakilere gösteriyor. Yapımcı Wally Brown (James Karen) istekli. Filmin yönetmeni Bob (Wayne Grace) isteksiz. Kast sorumlusu Betty’i bir yönetmenle tanıştıracağını söylüyor. Stüdyoya gidiyorlar. Müzikal çekimleri yapılıyor. Yönetmen de Adam. Gözü birden Betty’ye kayıyor Adam’ın. Sonra Camilla Rodes şarkı söylemeye başlıyor. Betty stüdyodan ayrılıyor. Rita’yla buluşan Betty, Diane’i bulmak için onun kaldığı yere gidiyorlar. Bir eve yöneldiklerinde kamera öne doğru kayıyor. Bir adamı görüyorlar. Saklanıyorlar bahçede. Gerilim çoğalıyor. Bir kadın da var. Valizleri adam taşıyor. Betty ve Rita bahçede yürürken, kamera da geriye doğru kaymaya başlıyor. Kaydırmalı çekimler yoğun bu anlarda. Evin önüne geliyorlar. Rita tedirgin. Betty, kapıyı çalıyor. Bir kadın çıkıyor 12 numaralı evden. Kadın, Diane’le evleri değiştirdiğini söylüyor. Diane, 17 numarada. Bu ev önemliydi. Diane, bir süredir ortalarda görünmüyormuş. 17 numaranın kapısını çalıyorlar. Kapıyı kimse açmıyor. Betty, açık pencereden kasvetli eve giriyor ve kapıyı açıyor. İçeride kötü bir koku var. Yatak odasına girdiklerinde, yatakta ölü Diane’in cesedini görüyorlar. Diane’in yüzü çürümüş ve tanınmaz halde. Komşu kadın kapıyı çalıyor. Rita çığlıkla dışarı kaçıyor. Görüntü parçalara bölünüyor.

Evde. Rita makasla saçlarını kesmeye çalışıyor. Betty, makası ondan alıyor, Rita’nın saçlarını kısaltıp sarıya boyuyor. Rita yeni saçlarıyla aynada yansırken, Betty, “Başka biri oldun” diyor. Yatak odasında. Betty, salonda uyuyan Rita’yı yatağa çağırıyor. Rita yatağa girince öpüşmeye başlıyorlar. Lezbiyen gibi sevişiyorlar. Gecenin bir yerinde Rita uykusunda “Silencio” diye sayıklıyor. Bir şeyler mi hatırlıyor? Rita, sabaha karşı Betty’ye, “Benimle bir yere gel” diyor. Taksiyle o yere gidiyorlar. Sokakta taksiden iniyorlar. Kamera uzakta. Onlar, “Silencio” adındaki tiyatroya girerlerken, kamera hızla öne kayıyor ve onlarla tiyatroya giriyor. Tiyatroda seyirciler de var, kalabalık olamasa bile. Sahnedeki sihirbaz (Richard Green) konuşuyor. Sonra bir trompetçi (Conti Condoli) çalmaya başlıyor. Ardından sihirbaz“, Bu sahte bir orkestradır. Dinleyin” diyor. Şimşek çakıyor. Betty titremeye başlıyor. Mavi ışık ve sisler kuşatıyor. Locada mavi saçlı bir kadın (Cori Glazer) görünüyor. Sahneye Rebekah del Rio (kendisi) çıkıyor, muhteşem şarkısını söylüyor. Sonra birden bayılıyor, ama şarkı devam ediyor. Betty çantasını açıyor, içinden mavi bir kutuyu çıkartıyor. “Pandora’nın Kutusu” gibiydi. Eve geliyorlar. Betty, mavi kutuyu yatağın üstüne bırakıyor. Odadan çıkıyor. Rita, Betty’ye sesleniyor. Sanki Betty bir anda yok oluyor. Rita, yatağın üstünde mavi kutuyu görüyor. Çantasından mavi anahtarı alıyor, mavi kutuyu açıyor. Kamera, hızla kayarak kutunun içine giriyor. Kamera, yerdeki mavi kutudan yukarı doğru tilt yapıyor. Betty’nin halası yatak odasına giriyor. Her yer düzenli ve temiz.

Zincirlemeli geçişle Diane’in evi. Gündüz. Kamera yatağa doğru kayıyor. Yatakta, Betty sanılan gerçek Diane (Noami Watts) uyuyor. Kapıda Kovboy görünüyor birden. Kovboy, “Tamam güçlü kız uyanma zamanı” diyor. Görüntü kararıyor-açılıyor birkaç defa. Ardından kapı çalınıyor. Diane uzun uykusundan uyanıyor. Kapıyı, Diane’in komşusu açıyor. Kalan eşyalarını almaya gelmiş. Kamera, sehpanın üzerinde duran mavi anahtara kayıyor. Komşu kadın, İki dedektif gelip seni aradı” diyor. Az zaman sonra birden ortaya Rita çıkıyveriyor. Diane, “Camilla” diyor. Rita sanılan gerçek Camilla Rhodes (Laura Elena Harring)… Camilla, “Seni sevmeyeceğim” diyor Diane’e. Sonra mutfakta kendine kahve yapıyor Diane. Kahveyi alıyor, divan koltukta çırılçıplak uzanmış Camilla’nın yanına gidiyor. Diane, sevişmek istese de Camilla istemiyor.

Gerilimin ve merak duygusunun çoğaldığı bu suç-rüya filminde, Diane’in ve Camilla’nın trajik hikâyesinde geriye kalanları keşfetmek için bu filmin atmosferinde kaybolmak gerek. Diane’in uykudan önce yaşadıkları, geriye dönüşlerle yansıyarak, hakikatlere ve kaybetmelere ulaşılıyor. Katil Joe, Coco, mavi anahtar karşılığını bulabilecek belki. Ya Kovboy? Baba mıydı? Bu filmde, vicdan azabının en derinine dalınıyor. O suçluluk duygusuna ve kâbuslara, Diane’in rüyasının içinde dolaşırken de dokunulabiliniyor. Diane’in evi ve Diane’in uykuya dalmadan önce yaşadıkları cevaplara ulaştıracak belki. Kim bilir!.. “Mulholland Çıkmazı” filmi, yönetmenin filmlerinin içinde kaybolanlara loş ışıkta biraz yardımcı olabilir belki. Ama yine de ihtiyatlı olmalı.

Kasım 1988’de ülkemizde vizyona giren Lynch’in 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife” filminde Jeffrey (Kyle McLachlan), uzun bir rüya görüyordu. Bilinçaltının dışavurumuydu bu. Babasının böcek ilaç dükkânı olan Jeffrey, bu işten nefret ediyordu. Annesinin ve halasının polisiye tutkunluğuyla beraber rüyasında nefes kesen bir polisiye-gerilimin içinde dolaşıyordu. Hep düşlediği anne de vardı rüyada Doothy Vallens (Isabella Rossellini), Freudyen bir çözümleme gerektiriyordu. “Mavi Kadife” ve “Mulholland Çıkmazı” beraberce değerlendirilmeli.

(25 Şubat 2016)

Ali Erden

[email protected]

Vicdan Ağacı, Lyon Film Festivali’nde 12 Film Arasından En İyi Film Ödülünü Aldı

Olgun Özdemir’in uzun metraj filmi Vicdan Ağacı, Avrupa’nın önemli film festivallerinden Uluslararası Lyon Film Festivali’nde dünyanın değişik ülkelerinden resmi seçkiye seçilen 12 film arasından En iyi Film ödülünü aldı. Film, festivalde En İyi Kurmaca Uzun Metraj Filmi ödülüne layık görüldü. Kuşadası’nın Kirazlı Köyü’nde geçen filmin hikâyesi yıllar önce aynı kadına aşık olan biri yatalak iki erkek kardeşin hayatını işliyor. Film, önümüzdeki günlerde sinema dünyasının önemli festivallerinde yer almaya devam edecek. Turgay Tanülkü ve Şerafettin Kaya’nın başrollerini paylaştığı Vicdan Ağacı’nın Eylül – Ekim 2016 tarihinde gösterime girmesi bekleniyor.

If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali Günlüğü: 18 Şubat 2016

If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, dün gece Levent Cinemaximum Kanyon Sineması’nda yapılan özel bir geceyle sinemaseverlere “Merhaba” dedi. Charlie Kaufman ile Duke Johnson’ın birlikte çektiği Anomalisa’nın dünya galasının yapıldığı geceye sinema ve iş dünyasından çok sayıda konuk katıldı. Bugün saat 16:00’da Cinemaximum City’s Nişantaşı’nda gösterilecek olan Ayrık Otu’nun (The Apostate) gösterime filmin senaristlerinden Alvaro Ogalla da katılacak.

If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali Günlüğü: 18 Şubat 2016 yazısına devam et

Küçük Rauf’un Hikâyesi Berlin’de Ayakta Alkışlandı

Yönetmenliğini Barış Kaya ile Soner Caner’in yaptığı, Rauf filmi, Berlin Film Festival’inde büyük ilgi görüyor. Festivalde Kristal Ayı için yarışan Rauf filmi, otoritelerden ve festival izleyicisinden tam not aldı. Başrollerinde Alen Hüseyin Gürsoy, Yavuz Gürbüz, Şeyda Sözüer ve Veli Ubiç’in yer aldığı Rauf’un film müziğini ise Büyü adlı parçasıyla Model Grubu besteledi. Prömiyer sonrası ayakta alkışlanan ve izleyicileri gözyaşlarına boğan Rauf filminin başrol oyuncusu Alen Hüseyin Gürsoy ise festivalin ilgi odağı oldu.

Küçük Rauf’un Hikâyesi Berlin’de Ayakta Alkışlandı yazısına devam et

Köprüde Buluşmalar Film Geliştirme Atölyesi Projeleri Belirlendi

İstanbul Film Festivali – Köprüde Buluşmalar Platformu, bu yıl 08 – 14 Nisan 2016 tarihleri arasında Anadolu Efes’in destekleriyle düzenlenecek. Köprüde Buluşmalar kapsamında uzun metrajlı kurmaca, belgesel projeleri ve yapımı devam eden filmlerin ilk uluslararası sunumlarının yapılacağı atölye çalışmaları ile sinema profesyonellerine yönelik birçok panel ve forum yapılacak.