Bu hafta gösterime giren Berlinale ödüllü ‘El Club’ Pablo Larraín’in geçtiğimiz yıl övgüyle karşılanmış son filmi. Şilili yönetmen Pinochet diktatörlüğünün en vahşi dönemine ve sonrasına baktığı ünlü üçlemesiyle bilinir. İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale ödüllü 2008 yapımı ‘Tony Manero’ şehrin varoşlarında bir kafede şov yapan orta yaşlı Peralta’nın kişiliğinde döneme özgü ahlâki çöküntüyü gözler önüne serer. Pinochet üçlemesinin ikinci ayağı 2010 yapımı ‘Post Mortem’ bizleri darbenin başlangıç günlerine 1973 Eylül’üne götürür. Faşist generalin seçilmiş devlet başkanı Salvator Allende’ye ihanetini, aşkına karşılık bulamayan içe dönük Mario’nun sevdiği kadını kendi elleriyle yokediş öyküsüyle anlatarak dönemin otopsisine soyunur. Toplu infazların gerçekleştiği, askeri araçların taşıdığı cesetlerin üst üste yığıldığı bir zulüm döneminin tüyler ürpertici görüntüleridir beyazperdeye yansıyan. Pinochet darbesi gerçekleştiğinde henüz doğmamış ancak korku hikâyeleriyle büyümüş olan genç sinemacının bizde de gösterime girmiş bir önceki çalışması ‘No’ onbeş yıllık diktanın 1988’deki referandumla düşürülmesinin umut dolu hikâyesidir.
Larraín öncekilere kıyasla çok daha aydınlık bu çalışmanın ardından bir kez daha karanlık ve kasvetli bir dünya ile yüzleştiriyor izleyicisini. Şili’nin kilometrelerce uzanan kıyı şeridinde yer alan küçük balıkçı kasabası La Boca’da bir tan vakti açılıyor ‘El Club’. Dalgaların dövdüğü puslu sahildeki mütevazi evde sakin bir yaşam sürdürmektedir dört yaşlı adam ve bir kadın. Ancak gelen yeni konukla birlikte buranın sıradan bir emekliler evi olmadığı ortaya çıkacaktır.
Ön jeneriğin hemen başında yer alan İncil’in Yaradılış bölümünden ‘Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı’ cümlesi boşuna değildir. Vatikan’ın skandallara karışmış rahipleri sürgün ettiği bir tövbe evidir burası. Bu kefaret yuvasında katı kurallarla düzenlenmiştir hayat. Sabah duası edilir, yemekler sessizce yenir. Öğlen 12’deki ayin sonrası günah çıkarma faslı başlar, akşam 8’de tespih çekilir, ilahiler söylenir vs. Bu disiplinli yaşam düzeni evin sakinleri dışındaki kasaba ahalisiyle konuşmak, acı ve zevk verici aktivitelere kalkışmak benzeri türlü yasaklarla doludur. Hassas düzen peder Lazcano’nun (José Soza) eve ayak basmasıyla altüst olur. Yaşlı rahibin izini süren köyün derbederi Sandokan (Roberto Farlas) tövbe evinin kapısında yıllar önce kendisinin de aralarında olduğu küçük erkek çocukları barınaklardan toplayan din adamının cinsel tacizlerini en ince ayrıntısına kadar bağıra çağıra dile getirir. Lazcano’nun beklenmeyen tepkisi sonrasında Vatikan’ın gönderdiği ruhani rehber peder Garcia’nın (Marcelo Alonso) teftişiyle işler daha da karışacaktır.
Diplomalı psikolog din adamı türlü skandallar nedeniyle gözden düşmüş yaşlı rahipleri tek tek sorgudan geçirir. En yaşlıları olan ve 60’lı yılların sonlarında kasabaya yerleştiği söylenen peder Ramirez (Alejandro Sieveking) hakkında herhangi bir dosya mevcut değildir. İlerlemiş demans rahatsızlığı nedeniyle geçmişinden kendisi de haberdar değildir. Sokaktan bulduğu tazı köpeğine bağlanan peder Vidal (Alfredo Castro) hayata geçirmediği bastırılmış eşcinsel arzularını itiraf ettiği için gönderilmiştir sürgüne. Ordu rahibi peder Silva (Jaime Vadell) cuntaya hizmet etmiş askerlerin itiraf etmiş olduğu işkence ve katliamları deşifre etmediği için kıyımların suç ortağı olarak mimlenmiştir. Peder Ortega (Alejandro Goic) -2014 yılında Şili’yi derinden sarsmış skandalı anımsatır biçimde- evlilik dışı dünyaya gelmiş istenmeyen bebeklerin çocuksuz ailelere verilmesine önayak olduğu için suçlu bulunmuştur.
Yaşlı rahiplerin hem bakıcısı hem de gardiyanı olan rahibe Monica (yönetmenin sevgili eşi ünlü tiyatro oyuncusu Antonia Zegers) ise kara kıtadan evlat edindiği kız çocuğuna kötü davrandığı şeklindeki asılsız ihbar neticesinde bu uzak kasabada bulmuştur kendisini. Sakinleri tövbe evinin kapatılmasına şiddetle karşı çıkarken kendilerince buldukları irkiltici bir çözümü devreye sokacaklardır.
Kefaret ve tövbe evi dünyevi bir arafı akla getiriyor. Bu küçük hikâye çerçevesinde sinemada şimdiye kadar gördüğümüz en sert kilise eleştirisine imza atıyor, kapalı kurumsal otoritenin çürümüşlüğü temasından yola çıkmış olan üçlemesinin ardından içe dönük bir başka kulübün, ikibin yıllık Katolik kilisesinin ipliğini pazara çıkarmaya soyunuyor Şilili yönetmen. Kilise gözden ve gönülden ırak tuttuğu bu çile evinde kirli ellerini yıkamaktadır. ‘Günah keçileriyiz biz, ellerinden gelse lime lime edecekler bizleri’ diye boşuna haykırmıyor peder Vidal.
Yönetmenin Guillermo Calderón ve Daniel Villalobos ile birlikte kaleme aldığı usta işi senaryoya hayran oluyoruz. Sergio Armstrong’un filtreler aracılığıyla elde edilmiş soluk renkler paleti bu kasvet öyküsünün görsel karşılığını yakalıyor. Sisli puslu havalarda siluetlere dönüşüyor kayıp ruhlar. Kapalı mekâna dahi sızan sis ve pus suç ve günahların üstünü örtüyor sanki. Başta yönetmenin gözde oyuncusu Alfredo Castro olmak üzere oyuncular takımının performanslarına şapka çıkarıyoruz. Bach, Britten ve Arvo Pärt’in eserleri bu kapkara hikâyenin çığlığı haline gelirken finaldeki meşum gece sekansına ‘Cantus in memoriam Benjamin Britten’in çan sesleri eşlik ediyor. ‘El Club’ kusursuz bir başyapıt olarak gönlümüzdeki yerini alıyor. Mutlaka izlenmesi gerektiğini düşünüyor, kaçırmayın diyoruz.
(14 Ocak 2016)
Ferhan Baran