William Shakespeare’in tüm yapıtları gibi zamansız ve ölümsüzdür ‘Macbeth’. İngiliz yazarın üzerine ciltler dolusu makale yazılmış politik trajedisinin ilk sahnelendiği tarihten beş yüzyıl sonrasında yakıcı güncelliğini koruyan eşsiz bir oyun olmasının temel nedeni, iktidar azgınlığıyla evrensel ahlaki değerleri göz kırpmadan ayaklar altına alabilen insan doğasını dahiyane bir biçimde sunabilmiş olmasıdır. Sinemadan çizgi romana, felsefeden psikolojiye farklı disiplinlere ilham vermiş, Verdi’nin Shostakovich’in görkemli operalarına kaynaklık etmiş bu güçlü metin, halkların diktatör bozuntuları ile mücadelesinin sürdüğü günümüzde dünyanın dört bir yanında sahnelenmeyi sürdürüyor.
Macbeth’in geçmiş sinema uyarlamaları büyük ustaların imzasını taşır. Welles’in 1948 yapımı çileli çevirimi, Polanski’nin karısı ve doğmamış bebeğinin katledilişi sonrasında kotardığı sert çalışması ya da Kurosawa’nın feodal Japonya uyarlaması üzerine bugün eklenecek neler kalmıştır. Sinema kariyerinin henüz başındaki Justin Kurzel’in ilk kez Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde gösterilen, bu haftadan itibaren sinemalarımızda görücüye çıkan aşırı doz şiddet yüklemeli ‘Macbeth’i yönetmenin hazmı hiç de kolay olmayan ilk uzun metrajı ‘Snowtown’ı izlemişler için sürpriz değil aslında. Arızalı aile ortamına çöreklenmiş bir seri katili merkeze alan gerçek olaylardan yola çıkarak memleketi Güney Avustralya’nın tekinsiz kasabasında çektiği 2011 yapımı sert suç dramasının ardından Kurzel’in bilinçli bir biçimde kötülüğü seçmiş Shakespeare karakterine yönelmesi gayet anlaşılır bir seçim.
Lakin Macbeth tek boyutlu bir karakter değildir. Norveçlilerle savaşında İskoçya kralına sadakatini göstermiş yiğit Glamis beyinin taht uğruna yoldan çıkışının bireysel ve toplumsal sonuçları üzerine gelişen oyun, ilk cinayetini işlediğinde gerçekten acı çeken Macbeth’in ihtirası ile pişmanlıkları arasındaki kararsızlığını aktarma konusundaki ustalığıyla değer kazanır. Özgün metnin ilk sahnesinde beliren cadılar ise saygıyla selamlanan kahraman savaşçının bilinçaltına üşüşmüş karanlık arzuların temsilcileri olarak yorumlanmıştır hep. Bu noktada Kurzel’in yapıtının belki de en eleştirilecek yanı, öykünün omurgasını oluşturan cadılar topluluğunun (Müge Gürman’ın Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiş unutulmaz ‘Cadıların Macbeth’i’ yorumunda hikâyenin ana karakteriydiler) geri planda kalması olmuş. Ateşin yanmadığı, kazanın şöyle doya doya kaynayamadığı bu yeni versiyonda ıssız fundalıkta bitiveren Polanski’nin ürkünç (ve de çıplak) yaşlı cadıları sessiz ve ağırbaşlı kâhinlere dönüşmüşler.
Avustralyalı sinemacının oyuncu seçimi ve senaryodaki tercihler de filmin lehine işlemiyor. Günümüzün en karizmatik oyuncularından Michael Fassbender kimi yabancı yazarların altını çizdiği üzere Macbeth’i oynamak için yaratılmış belki. Aktör heybetli bedeniyle kolaylıkla sert bir savaşçıya, zalim bir tirana dönüşmesine dönüşmüş de, benliğinde bir iç savaş yaşayan, henüz kafasında bir kuruntuyken onu adam olmaktan çıkaran karanlık düşüncelerle boğuşan, masum uykuyu öldürmüş kırılgan kişiliği göz ardı edilmiş şiddette sınır tanımayan tiran figürü (Macduff’ın karısı ve çocuklarının odun ateşini kendi elleriyle yakıyor) öne çıkarken Marion Cotillard’ın masumiyeti çağrıştıran maskının dezavantajını da yüklenmiş Lady Macbeth karakteri geri planda kalmış Kurzel’in yorumunda.
Çalışma görselliğiyle öne çıkıyor en çok. İki savaş arasında iç mekânlarda geçen hikâye büyük ölçüde açık alana kaydırılmış. ‘Snowtown’da da çalışmış olan ‘True Detective’in ilk sezonunun başarılı görüntü yönetmeni Adam Arkapaw yine çok iyi bir iş çıkarmış. Mum ışığında çekilmiş iç sahnelerde, başta ve sonda yer alan görkemli savaş çekimlerinde ve İskoçya’nın sisli puslu havasında kotarılmış bölümlerde, bir de Birnam ormanının Dusinane şatosuna yürümesinin farklı bir biçimde yorumlandığı ateş ve dumana boğulmuş mahşeri final sahnesinde ustalığını konuşturmuş.
İngiliz üstadın insan ruhuna neşter atan, politik iktidar tutkusunun yol açtığı fiziksel ve psikolojik yıkım üzerine hiç eskimeyen metni halen içinde yaşadığımız sisli puslu karanlık günlerin kötülükle başlayanın kötülükle sağlamlaştığı tekinsiz iklimine tanıklığı açısından özel bir önem taşırken, görsel mükemmelliğiyle geniş perdede izlenmeyi hak ediyor bu yeni ‘Macbeth’.
(03 Aralık 2015)
Ferhan Baran
[email protected]