Sergio Leone’nin ünlü epiği ‘Once Upon A Time In America’dan esinle ‘Bir Zamanlar New York’ adıyla gösterime sokulan ‘The Immigrant / Göçmen’ destansı bir seyirlik bekleyen izleyiciyi yanıltmasın. Çağdaş Amerikan sinemasının kalburüstü isimlerinden James Gray’in ülkemiz sinemalarına gecikmeli uğrayan filmi daha önce çekmiş olduğu natüralist polisiye ve romantik dramalardan hayli farklı. Birinci Dünya Savaşı ertesinde bozguna uğramış yoksul Avrupalıların Amerika’ya göçünü anlatırken kendi kişisel hikâyesinden, Rus Yahudisi kökenli ailesinin geçmişinden yola çıkmış yönetmen. Vaadler ülkesine göç ettiği 1923 yılında New York’un Aşağı Doğu Yakası’nda bar işletmiş sinemacının büyük ebeveynlerinin anıları ve tozlu fotoğraflar kılavuzluk etmiş bu serüvene. Lakin benzerlikler olsa da hikâye otobiyografik değil.
Filmde öne çıkan, Amerikan Rüyası’nın peşinde yeni bir başlangıç yapmak üzere zor koşullar altında kıtaya ulaşmayı başarabilmiş Ewa Cybulski’nin hayatta kalma mücadelesi. Annesi ile babası Çarlık askerlerince gözleri önünde katledilen genç kadın Amerika’ya vardığında beraberindeki kızkardeşi Magda tüberküloz teşhisiyle karantinaya alınıyor. Polonya asıllı katolik kimliği ile Yahudi cemaatinin ortasında yapayalnız beş parasız kalan Ewa, ABD’nin bekâr kadınları temel haklardan mahrum bırakan dönemin göçmen politikası da üzerine eklenince çaresiz sığındığı kulüp işletmecisinin elinde fahişeliğe zorlanıyor. Erkeklerin akın ettiği gösteri salonu ile genelev benzeri mekânda çalışırken dengesiz pezevenk aşığı ile romantik sihirbaz Orlando arasında arzu nesnesi haline gelen Ewa yaşadığı tüm zorluklara karşın hayatta kalmaya kararlıdır.
‘Bir Zamanlar New York’ sosyal gerçekçi temalardan ziyade yönetmenin titizlikle ördüğü üçlü bir tutku çemberinin ön planda olduğu has bir melodram. Ustası William Friedkin’in Los Angeles’ta sahnelediği dramatik Puccini operettası ‘Suor Angelica’yı izleyip büyülendikten sonra bu klasik tür üzerinde yoğunlaşmaya niyetlendiğini ifade ediyor Gray. Hikâyesinin trajik İtalyan librettolarına benzeyişi bu yüzden. Filmografisinde bir kadın karakterin ön plana çıktığı ilk çalışmasında Ewa’yı kaderini yönlendiren güçlü kişiliğinin gizlediği günahının altında ezilen kurban olarak betimliyor. Robert Bresson mistisizminden etkilendiğini her fırsatta dile getirirken ruhani ögeleri öne çıkarıyor.Bu açıdan azize fahişe Ewa’nın Tanrı’ya yakarışında ve özellikle kilisedeki günah çıkarma sekansında Fransız yönetmenin başyapıtlarından ‘Bir Taşra Papazının Güncesi / Journal d’Un Curé de Campagne’dan aldığı esin son derece belirgin.
Gray’in oyuncu seçimi mükemmel. Ewa rolünde izlediğimiz çağdaş Fransız sinemasının en başarılı oyuncularından Marion Cotillard oyuncuların yönetmen kadar ön planda olduğu klasik melodramın altın yılları 1920’lerin sessiz divaları Lillian Gish, Greta Garbo ve daha sonraki dönemin Bette Davis ya da Barbara Stanwyck gibi efsane yıldızlarından hiç aşağı kalmayan mükemmel bir iş çıkarmış. Sanatçının duru güzelliği ve etkileyici maskını yakın plan çekimlerde bolca kullanan Gray, Carl Theodor Dreyer’in Fransa’da çektiği ünlü sessiz klasiği ‘Jeanne D’Arc’ın Tutkusu / La Passion de Jeanne D’Arc’da efsanevi Danimarkalı sinemacının Renée Falconetti ile benzersiz işbirliğini hatırlatan bir başarıya imza atıyor. Keza gözde aktörü bukalemun Joaquin Phoenix’den kabına sığamayan psikopat Bruno’da son derece etkileyici bir performans alıyor.
Gray’in masalsı bir New York fonunda gelişen melodramının önemli kozlarından biri de görüntü yönetmeni Darius Khondji’nin özenli sinematografisi. Amerika’ya göç deneyiminin sembolü olmuş Ellis Island’ın gerçek mekânlarında çalışma fırsatı bulmuş olan ikili, 20. yüzyıl başları New York’unu betimleyen George Bellows imzalı gerçekçi portrelerden, aynı dönem Manhattan varyete salonlarının karanlık atmosferini tuvaline aktarmış Everett Shinn’in eserlerinden büyük ölçüde yararlanmış. Christopher Spelman’ın Puccini, Gounod, Wagner ezgileriyle desteklenmiş özgün müzik çalışması ve titizlikle kullanılmış özel efektlerin gri tonların ağır bastığı dönem atmosferinin çizilmesinde katkısı büyük. Dönemin ünlü İtalyan tenoru Caruso’nun Ellis Island’da göçmenlere verdiği dinletinin yeniden yaratıldığı sahne bu güzel filmin hoş sürprizlerinden bir diğeri. Bu bölümde çağımızın Caruso’su olarak kabul edilen Maltalı tenor Joseph Calleja ‘La Rondine’ operasından bir Puccini aryası yorumluyor.
(19 Temmuz 2015)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com