Medeniyet ile barbarlığı ayıran ince çizginin aşılması durumunda neler olur. Gündelik hayatlarımızda biriken öfke kontrolden çıktığında neler yaşanır. Arjantinli genç sinemacı Damian Szifron’un dilimize ‘Vahşi Hikayeler’ adıyla çevirebileceğimiz üçüncü uzun metrajı ‘Relatos Salvajes’ işte buna kafa yoruyor. Cannes Film Festivali ana seçkisinde görücüye çıkışının ardından tüm dünyada büyük bir ilgi gören, son olarak en iyi yabancı film kategorisinde Oscar’larda yarışan bu çizgi dışı çalışma ‘Asabiyim Ben’ adıyla bizde de gösterime giriyor.
Szifron’un filmi aslında asabiyetin çok ötesinde, beklenmedik gelişmelerle kesif bir şiddete taşınan birbirinden bağımsız altı öyküyü barındırıyor. Bir zamanlar İtalyan sinemasında çok gözde bir tür olan kısa skeçlerden oluşmuş yapımın gerçeküstünün sınırlarını zorlayan kapkara hikâyeleri vahşi olduğu denli komik. Çağdaş Arjantin toplumundaki yolsuzluk ve yozlaşma saptamaları bir o kadar evrensel.
Prolog niteliğindeki ‘Pasternak’ aynı adı taşıyan ezik uçak görevlisinin hayatını olumsuz etkilemiş tüm figürleri bir araya topladığı yolcu uçağındaki şaşırtıcı intikamı üzerine ‘Alacakaranlık Kuşağı’ tadında bir hikâye.
‘Fareler’ (Las Ratas) ailesinin mahvına sebep olmuş tefeci gangsterle yıllar sonra garsonluk yaptığı ücra restoranda karşılaşan genç kadının depreşen intikam duygularının vardığı noktayı sergiliyor.
‘Kim Daha Güçlü’ (El Mas Fuerte) başlıklı üçüncü öykü Steven Spielberg etkisi taşıyor. Szifron’un hayranlığını gizlemediği Amerikalı sinemacının televizyon için çektiği ilk yönetmenlik denemesi 1971 yapımı ‘The Duel’de olduğu gibi otoyolda geçen bir ölüm düellosu resmedilen. Bu defa son model Audi’sini altına çekmiş şehir züppesi ile külüstür Peugeot’su tekleyen magandanın kapışmasını izliyoruz. Eşitsizlikten doğan şiddet öylesine büyüyor ki katletmek bir tutkuya dönüşüyor.
Arjantinli gözde oyuncu Ricardo Darin’in oynadığı karakterden adını alan ‘Bombacı’da (Bombita) laf dinlemez bürokrasiye kızgınlığını dinamit gibi patlatan mühendisin absürd serüvenine tanık oluyoruz.
‘Teklif’ (La Propuesta) adını taşını taşıyan kısa öykü bizler için hayli tanıdık. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Üç Maymun’una da konu olmuş başkasının suçunu üstlenme hikâyesi Yılmaz Güney’in 1971 yapımı ‘Baba’ filminden esinler taşıyor. Varlıklı ailenin iyi eğitimli oğlu hamile bir kadına arabasıyla çarpıyor ve kaza mahallinden kaçıyor. Babanın avukatı evin emektarına iki çocuğunun geleceğini garanti altına alacağı yüklü bir para karşılığı cinayeti üstlenmesini teklif ediyor. Buraya kadar çok tanıdık olan gelişmeler olaya karışan savcı ve ikna etmek zorunda olduğu polis müdürü ve diğer görevliler, uyanık avukat ve hatta mazlum gözüken bekçinin cazip rüşvet kazanından daha fazla pay elde etme çabalarıyla trajikomik bir hal almaya başlıyor.
Adını başlığa aldığımız son hikâye (Hasta Que La Muerte Nos Separe) bu yaman filmin belki de en nadide parçası. Bir düğünü anlatıyor bu son bölüm. Hiçbir masraftan kaçınılmadan organize edilmiş bu dillere destan tören gelinin damadın iş arkadaşıyla ilişkisi olduğunu öğrenmesiyle kabusa dönüşüyor. Ani bir öfke patlamasıyla ortaya çıkan beklenmedik yüzleşmede sahte ilişkiler, yalancı gülüşler kanlı bir arbedeye meze oluyor.
Soykırımdan kurtulmuş Polonya asıllı Musevi bir ailenin ferdi olan Szifron son öyküsünün kargaşa ortamını aşinası olduğu bir Yahudi düğününe taşımış. Geleneksel Klezmer müziği ve dansların enerjisi ile söz konusu cemaatin kontrolden çıkmış izlenimi veren çılgın düğün adetleri bu uçuk öyküye çok uygun bir mizansen imkanı sağlamış.
Şaşkınlıkla, kimi zaman dehşetle fakat her daim kahkalarla izlenen, güleriz ağlanacak halimize dedirten, çağdaş toplumlardaki eşitsizlik, yozlaşmış kamu düzeni ve insan ilişkilerine alaycı bir gözle bakan bu filmi kaçırmayın. Arjantinli genç yeteneğin geniş hayran kitlesi kazandığı Hollywood kazanında kişiliğini kaybetmemesini dileyerek yazımızı noktalayalım.
(05 Mart 2015)
Ferhan Baran