51. Altın Portakal’ın Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması kategorisinde bu yıl on film yer alıyordu. Çoğunluğu ilk filmlerden oluşan bu seçkinin genel olarak başarılı olduğunun ve önemli bir bölümünün çeşitli festivallerde ödül ve beğeni topladığının altını çizerek söze başlayalım.
Andrey Zvyagintsev’in başkanı olduğu Kinovatr’dan büyük övgüler ve En İyi Film Ödülü ile dönen “Test”, Altın Portakal Uluslararası Yarışma’nın da öne çıkan yapımlarındandı. Levan Kapanzade’nin muhteşem görüntüleri eşliğinde yol alan bu “sessiz film”, arka plânına Sovyetler Birliği’ndeki ilk nükleer denemelerin yapıldığı 1949 Semipalatinsk dönemini alsa da, söyleyecek sözü bununla sınırlı değildi. Yönetmen Alexander Kott’un dördüncü filmi, aynı kısır döngü içinde sürüp giden yaşamlara mercek tutuyor, yaşadıkları çevreyle bütünleşen sıradan insanı perdeye taşıyordu. Bu “doğdukları yerden ölenler” öyküsü; dingin ve bir ölçüde de karamsar anlatımını, Chaplin ve sessiz sinemaya selâm gönderdiği anlarla dengeliyor, distopik evrenin merkezi olan Kazak stepleri, aynı zamanda aşkın ve masumiyetin de evreni oluyordu. “Test”, Alexey Aigi’nin müziklerinin de etkisiyle, neyin, nasıl anlatılması gerektiğine dair bir ders olarak da nitelendirilebilir.
“Michael Jackson Anıtı / Spomenik Majklu Dzeksonu”, bizleri Sırbistan’da küçük bir kasabaya götürürken, komünizm sonrası dönem, yönetmen Darko Lungulov tarafından yıkılan ve yerine yenisi konulan heykeller üzerinden okunmaya çalışılıyordu. Karısı tarafından terkedilen Marko’nun meydan için tasarladığı pop ikonunun anıtı, hem kasabanın turistler tarafından keşfedilmesini sağlayacak, hem de kahramanımızı eşiyle yeniden bir araya getirecekti. Bir hayali gerçekleştirme çabasını yorumlayan film, teması ve karakterlerin ele alınması bakımından -Fellini’den Kusturica’ya pek çok referansa sahipmiş gibi görünse de- bizim sinemamızla da paralellik taşıyordu. Filmin, yer yer parodileşen dağınık anlatımı, yan karakterleri işlemedeki yetersizlikleri ve en çok da finaldeki tercihleri nedeniyle ortalama bir çizgide seyrettiği söylenebilir.
Kornel Mundruczo’ya bu yıl Cannes’ın “Belirli Bir Bakış” bölümünde ödül kazandıran “Beyaz Tanrı / Feher Isten”, Macar sinemasından ilginç bir örnek olarak seçkide yer almaktaydı. En yakın arkadaşı Hagen adlı bir köpek olan 13 yaşındaki Lili’nin parçalanmış aile yaşamından kesitler sunarak açılan film; köpeğin, küçük kızın elinden alınmasıyla devam ediyordu. Bir aile dramıyla karşı karşıya olduğunu düşünen seyirciyi bir süre sonra ters köşeye yatıran film, özellikle ikinci yarısından itibaren kara gerilimden distopyaya doğru bir rota izliyor ve sert anlarıyla zor bir seyirliğe dönüşüyordu. Miklos Jansco’ya selâm göndermekle birlikte, sanatçının sinemasal yönelimlerinin uzağında bir filme imza atan yönetmen, Marcell Rev’in sağlam görüntüleri ve etkileyici kurgusuyla önümüzdeki dönemde de konuşulacak bir filme imza atmıştı. “Beyaz Tanrı”nın Antalya’daki ilk gösteriminin “Sivas”la aynı gün yapıldığını ilginç bir ayrıntı olarak sözlerimize ekleyelim.
“Herşeye Rağmen / Chce Sie Zyc”, yönetmen Maciej Pieprzyca’nın ikinci uzun metrajli filmi olarak karşımıza çıkıyor ve yarışmanın bir diğer kalburüstü yapımı olarak göze çarpıyordu. Konusuna kabaca göz gezdirildiğinde, engelli bir gencin yaşama tutunma serüveni olduğu söylenebilecek Polonya yapımı film, benzer temalı filmlere damgasını vuran duygusal anlatımdan arındırılmış ve rahatlıkla dahil olabileceği “sömürü sinemasınının” içine hapsolmamıştı. Zihinsel engelli olduğu söylenen ve bitkiden farksız olduğu iddia edilen Mateusz’un yaşamından uyarlanan “Herşeye Rağmen”, gücünü, trajik olanı tebessümle kavramasından ve en çok da Dawid Ogrodnik’in sinemada son dönemde izlediğimiz en başarılı oyuncu performanslarından birini sunmasından alıyordu. Filmin Montreal ve Polonya’da çeşitli ödüller kazandığını hatırlatalım.
Göçmenlik sorununu dert edinen Marianne Tardieu’nun ilk filmi “Çekingen / Qui Vive”, sıradan insanın küçük hayallerini konu alan filmlerin bir başka temsilcisi olarak karşımıza çıkıyor ve seçkide yer alan “Macondo” ile akrabalık bağları taşıyordu. Bir alışveriş merkezinde güvenlik görevlisi olarak çalışan Cherif’in sisteme tutunma mücadelesini sınıfsal bir bakış ekseninde ortaya koymaya çalışan yönetmen, karanlık bir Fransa portresi çizmeyi de ihmal etmiyordu. Devletin göçmenlere bakışı ile çeteler arasında bir yerlerde kaybolmaya yüz tutan bireyin özel yaşamındaki iniş ve çıkışlarını mesafeli bir tutumla izlemeye çalışan “Çekingen”in, Reda Kateb’in ölçülü Cherif kompozisyonunun da katkısıyla çıtanın üzerinde seyreden bir ilk film olduğunun altını çizelim.
“Macondo” da Tardieu ve Suha Arraf gibi ilk uzun metrajlı filmini çeken bir kadın yönetmenin, Sudabeh Mortezai’nin imzasını taşıyordu. Bir grup Çeçen’in Avusturya’ya entegre olma çabalarını bir çocuğun penceresinden kavramaya çalışan film, erken büyüme halini; “yurtsuzluk”, “kimlik edinme” ve “baba özlemi” çerçevesinde ele alıyordu. Kamerasını ülkedeki Çeçen toplumuna yererli düzeyde çevirememesi ve karakterlerine “soğuk” yaklaşımı nedeniyle vasatı aşamayan “Macondo”, hırsızlık olayı veya “yeni baba figürünü ihbar” sahnelerinde tempo yakalasa da, genel anlamda ritm sorunları yaşıyordu. Hong Kong, Scarborough ve Avrupa Sinema Festivallerinde irili ufaklı ödüller kazanan filmin, Ramasan Minkailov’dan yeterince faydalanamadığını notlarımıza dahil edelim.
Çin’den gelen suç gerilimi “Dağdaki Tabut / Binguan”ın, yarışmada tür sinemasını temsil eden ilginç bir örnek olduğunun altını çizebiliriz. Xin Yukun imzasını taşıyan ve senaryosunda Feng Yuanliang’ın da katkıları bulunan film, bir köyde, yanmış bir cesedin bulunmasıyla açılıyor ve cinayetin öncesi ve sonrasında yaşanılanları usta işi bir anlatımla, adım adım açığa çıkarıyordu. Kırsaldaki masumiyetin parçalı bir anlatımla lime lime edilişinin öyküsü olarak da adlandırılabilecek “Dağdaki Tabut”, göründüğü gibi olmayan karakterleri ve cezaya getirdiği yorumla da ilginç bir sinema örneğiydi. Bu çağdaş kara film denemesinin, puzzle’ı andıran ve politik göndermelere meyilli senaryosu ve yönetmeninin damgasını vurduğu kurgu çalışmasıyla temsiliyetini layıkıyla yerine getirdiğinin altını çizebiliriz.
Verdiği desteği, filmin Filistin yapımı olarak adlandırılması nedeniyle geri çekmek isteyen İsrail’in tutumundan dolayı “vatansız” kalan “Villa Tuma / Villa Touma”, içeriğiyle, çekim sonrasında karşılaştığı trajediyi öngörmesi bakımından da ilginç bir filmdi. “Hamas’ın Kadınları” belgeselinin yanı sıra, “Limon Ağacı”nın senaryosundan da anımsadığımız Suha Arraf, Ramallah’ta yaşayan Hıristiyan bir aile üzerinden coğrafyaya ve bireylere çarpıcı bir bakış atıyordu. Üç halasının yanına, Villa Tuma’ya gelen “davetsiz misafir” Badia’nın öyküsü; kapana sıkışmış, içe dönük yaşayan bir toplum üzerinden yabancılaşma ve dinlerarası iletişim(sizliğ)in sınırlarına doğru bir yolculuk anlamına da geliyordu. Yarışmada; ele aldığı toplumu ve onu oluşturan dinamikleri, “Mahkeme” ile birlikte en iyi betimleyen filmlerin başında yer alan “Villa Tuma”, mekân kullanımı ve oyuncu performanslarıyla da atmosfer yaratmayı başarıyordu. Zamanı 60’lı yıllarda dondurmuş üç kadının öyküsü, finalde, yemek sahnesiyle değişen otorite ve değerlerle uzlaşma çabasını betimlediği anda doruk noktasına ulaşıyordu.
Cannes’daki Belirli Bir Bakış Bölümü’nde öne çıkan bir diğer yapım olan “Turist / Force Majeure” (İsveç, Danimarka ve Norveç yapımı), yönetmen Ruben Östlund’un “aile” ve “erkeklik” kavramlarına kafa yorduğu ve -kişisel bir yorum olmakla birlikte, vurgulamaktan kaçınamadığımız biçimde- türünde başyapıt olmayı burun farkıyla kaçıran bir filmdi. Kışlık tatil beldesinde bulunan ve mutlu oldukları her hallerinden belli olan çekirdek bir ailenin (!), doğal afet karşısında sergiledikleri tutumu filmine çıkış yapan yönetmen, Polanski’den Haneke’ye ve biçimsel anlamda da Kubrick’e uzanan bir referans listesiyle orta sınıfı hedef tahtasına oturtmuştu. Yaşanan gerçeği erkek doğası üzerinden okuma çabası, kabul görmüş toplumsal rolleri / değerleri sorguladığı oranda anlam kazanıyor; finalde ise önceki önermeleri boşa çıkarırcasına tartışmalı bir uzlaşmayla işlevini yitiriyordu. Olası feminist okumalara ölümcül bir darbe indiren “happy end”, derin sıyrıklar almasına neden olsa da, “Turist”, nefes kesen diyalogları ve Ola Flettum’un müzik yönetimiyle, festivalde öne çıkan bir yapımdı.
Uluslararası Yarışma SİYAD Jürisi’nin “yargı sisteminin iktidarla bütünleşerek kurban seçtiği muhalif bir sanatçıyı yok etme girişimini trajikomik bir üslup ve evrensel bir çağrışımla ele almasından dolayı” En İyi Film seçtiği “Mahkeme / Tribunale”, Chaitanya Tamhane’nin imzasını taşıyordu. Örneklerine en çok Hollywood’da rastladığımız benzer temalı filmlerden sıyrılarak görkemli bir sistem (daha doğru bir deyişle düzen) eleştirisine ulaşan Hindistan yapımı film, iktidarı sınıfsal çelişkiler üzerinden sarsmayı başararak politik sinemanın da önemli bir örneği olmayı başarıyordu. Bir halk sanatçısının Mumbai’de intihar eden bir işçinin ölümünden sorumlu tutulmasıyla açılan ve diktatoryal rejimlerin hemen hepsine uyarlanabilecek olan film -devlet ile yargı işbirliği, mahkeme bürokrasisi, yalancı (gizli) tanıklar vs.-, ülkenin öznel koşullarını da ustalıkla betimleyerek belli bir düzeye ulaşıyordu. Gerçekliğin altını -ilk filmden beklenebileceği üzere- fazlaca kalın çizmesi ve finalini, yargıç üzerinden “kişisel” bir yoruma tabi tutarak nedensizce uzatması bir yana, “Mahkeme”, Venedik’te kazandığı Geleceğin Aslanı Ödülü’nde de tescillendiği gibi Uluslararası Yarışma’nın en başarılı filmlerindendi.
Yarışma filmlerinin geneline baktığımızda, farklı deneme ve deneysel yaklaşımlar bulunmakla birlikte, genç yönetmenlerin yaşadıkları çağa ve topluma “mesafeli” ve büyük ölçüde karamsar yaklaştıklarını söyleyebiliriz. Buna karşın, yedinci sanatın içinden geçilen dönemin ve tarihin en önemli tanıklarından biri olduğu düşünülürse, böylesi bir bakışın anlamı daha iyi anlaşılacaktır.
(02 Kasım 2014)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü