Sinema tarihinde, rüyayla gerçek arasında kalan gerçeküstü filmler epeyce çok. Fritz Lang’ın “Penceredeki Kadın” filmi, sinemanın ilk rüya-gerçek filmlerinden. Günümüz sinemasından “Mavi Kadife” ve “Gitme” filmlerinden örnek vermek istedik.
David Lynch’ten önce sinema rüya-gerçek üzerinde filmler yapmaya başlamıştı. Gerçeküstücü bir ruhu olan bu rüya-gerçek, insana simgesel olduğu kadar içindeki korkuları ve özlemleri de perdeye yansıtıyor. Gerçeküstü sinemanın en büyük ustası Luis Bunuel filmlerinde de rüyayla gerçek arasında dolaşıp durursunuz. Lang’ın 1944 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Woman in the Window-Penceredeki Kadın”, tam anlamıyla bir rüya-gerçek filmiydi. Profesör Richard Wanley (Edward G. Robinson), akşam sokakta yürürken, fotoğrafçının camekânında bir kadının fotoğrafını görüyor ve bir süre fotoğrafa bakıyor. Sonra arkadaşlarıyla buluşmak için kulübe gidiyor ve arkadaşlarını beklerken şekerleme yapıyordu. İşte bu filmde Wanley’in bu kestirmesinde gördüğü polisiye rüyayı heyecanla takip etmeye başlıyorduk. Başrolde de o kadın, Alice (Joan Reed) vardı. Bu kadının profesörün rüyasına girip nefes kesen bir gizemin içine girmesi, aslında sıradan hayatında harekete özlemdi. Belki de o fotoğraftaki gibi bir kadına ulaşmayı hayal etti. Bilinçaltı, inanılmaz oyunlar oynuyor sürekli kendimize. Freudyen bir bakış da getirebilirsiniz buna. Ünlü Amerikalı yazar Paul Auster, Lang’ın “Penceredeki Kadın” filminden haylice ilham alan 1998 yapımı “Lulu on the Bridge-Köprüdeki Lulu” filmini de hatırlamalı. Salaş bir gece kulübünde saksofon çalan Izzy Maurer (Harvey Keitel), tuvalete gider, pisuarda çişini yaparken, gözü duvardaki kadın fotoğraflarına takılıyor. Sonra sahneye geliyor. Saksofonunu çalarken, bir kurşunla yere seriliyor ve baygınlıkla zihnine yerleşmiş genç kadınla bir gerilimli maceranın içine düşüyor. Celia (Mira Sorvino), güzel ve özlem duyulmayı hak eden bir genç kadın. Sinemaseverlere gönderdiğimiz iki film de bu ruhun içinde dolaşıyor.
“Mavi Kadife…”
Film, ön jenerikte, sanki Hitchcock filmlerinden düşmüş gerilimli müzikle açılıyor mavi kadifeden perdenin üzerine. Angelo Badalamenti, Hitchckok’un bestecisi Bernard Herrmann’ın ruhunu yaşatıyor sanki Lynch’in bu filmde. Her şey, Lumberton adındaki kasabada geçiyor. Gerçekten geçiyor muydu? Filmi seyrederken sürekli kuşkular içine düşüyordu insan. Lumberton, Kuzey Carolina’da bir kasaba. Kerestecilik işleriyle uğraşan sakin bir kasaba Lumberton. 1950’lerin dinginliği ve huzuru çökmüş gibi. Rüya-kâbus anlarıysa refah toplumunun sarsıntıya uğradığı ve şiddet toplumuna dönüşmeye başladığı 1960’ların ikinci yarısının atmosferini hissettiriyor. Böcek ilâçlama işleriyle uğraşan Beaumont ailesinin insana huzur veren bahçesinde baba Tom (Jack Harvey), çiçekleri ve çimleri suluyor. Fondada Bobby Vinton’ın kadife sesiyle “Blue Velvet” şarkısı duyuluyor. Tom birden yere yığılıyor, yeni yürümeye başlamış torunu ona doğru yürüyor, köpek fıskıyenin ağzından su içiyor ve kamera usulca çimlerin arasına giriyor ve yavaşça böceklere doğru kayıyor. Bobby Vinton da, “Mavi kadife / O, mavi kadife giyerdi / Kadifeden daha mavi olan geceydi / Işığı satenden daha yumuşak olan / Yıldızlardan gelen / O, mavi kadife giyerdi / Gözleri kadifeden daha maviydi” diye şarkısını söylüyor fonda. Hastaneden dönerken çayırlarda gezintiye çıkıyor Jeffrey (Kyle McLachlan). Otların arasında bir kesik kulak buluyor. Kesik kulağı polis dedektifi John Williams’a (George Dickerson) götürüyor. Ardından da bir cehennemin tam içine düşüyor. Seyirci de, kameranın kulağın içine girmesiyle bir kaosun kasvetli karanlığına dalıyor. Filmin final bölümü seyircinin tam anlamıyla zihnini karıştırıyor. Finale kadar olanlar gerçek miydi, yoksa Jeffrey’nin rüyasında kabusa dönüşmüş anlar mıydı, diye.
Aslında Lynch sinemasını biraz olsun anlayabilmek veya içine girebilmek için, onun 2001 yapımı “Mulholland Drive-Mulholland Çıkmazı” filmini görmek gerekiyor. Herhalde usta, “filmleri anlaşılmaz” lâflarından bunaldığı için “Mulholland Çıkmazı”nı çekti. Bu filmin büyük bir bölümü “rüya film”di. Diane’in (Naomi Watts) rüyasıydı. Lynch’in birçok filminde bir rüyanın içindeymiş gibi hissedersiniz kendinizi. Lynch’in 1997 yapımı “Lost Highway-Kayıp Otoban” filmi de öyle. Postmodern bir yönetmen olan Lynch, büyük usta Luis Bunuel’in gerçeküstücü ruhunu arıyor filmleriyle. Ama, MGM’in sunduğu 1986 yapımı “Blue Velvet-Mavi Kadife”, yine bir başka büyük usta Fritz Lang’ın 1944 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Woman in the Window-Penceredeki Kadın”dan da ilham almış gibi. Fikir anlamında. Lynch’in filminde, kamera kulağın içine giriyor ve kasvet yüklü bir polisiye hikâye başlıyor sonra. Filmin girişiyle final bölümü, güneşli, insana huzur veren, sonsuz güvenli ve sıcak renk tonlarıyla yansıyor perdeye. Refah toplumunun huzurlu mutluluğunun fotoğrafları bunlar. Jeffrey’nin, otların arasında kesik kulağı bulmasıyla her şey yavaş yavaş loşlaşıyor, o güvenli Lumberton, gotik bir kasabaya dönüşüyor ve filme tuhaf bir kasvet çöküyor. “Mavi Kadife”, gizemli ve gerçeküstü bir kara film.
Lynch’in “Mavi Kadife”de, güneşin altında huzur veren küçük Lumberton kasabasını, Hitchcock’un ruhuyla buluşuyor. Lynch, gece atmosferi ve Dorothy Vallens’in (Isabella Rossellini) yaşadığı apartmanda ışık düzenlemeleriyle de dışavurumcu ışık düzenlemeleri denemiş Lynch. Küçük kasaba ve karanlık atmosfer, Lynch’in “Mavi Kadife” filmini estetik anlamda beslemiş. Hatta Lynch’in filminde gotik bir atmosfer de var. Frederick Elmes, yönetmeni Lynch’in ruhunda dolaşabilen bir kameraman. “Mavi Kadifede” de sinemaskop kamerayla dolaşabilmiş. Bu filme, psikanalitik açıdan “Oedipal” olarak yaklaşılabilir. Filmdeki böcek/kamera birer simgeydi. Jeffrey’nin bilinçaltındakilerini kâbus olarak dışarıya yansıtıyorlar. Ailenin, pencereden gagasında böcek olan narbülbülüne bakışı, aslında Jeffrey’nin kâbusundan çıkışıydı. Böcek, Jeffrey’nin bilinçaltı takıntısı gibi. Narbülbülünün de hikâyesi vardı. Işık olmadığında, narbülbülleri ortaya çıkmazlarmış ve dünyadan aşk gidermiş. Gözleri kör eden ışık dünyayı sardığında narbülbülleri aşkla geri dönerlermiş. Bunu, Sandy’nin (Laura Dern) Jeffrey’ye anlattığı güzel hikâyeyle öğreniyorsunuz.
Jeffrey, gerçeklikteki eşi, rüya-kâbusunda sevgilisi olacak, polis dedektifi John Williams’ın kızı Sandy’nin söyledikleriyle tekin olmayan karanlık Lincoln Caddesi’ndeki dairede oturan Dorothy Vallens’in dairesine böcek öldürücü olarak giriyor ilk önce. Dorothy, “Slow Club”ta şarkı söyleyen, melankolik, gizemli ve hüzün yüklü bir kadın. Jeffrey, sonra Dorothy’nin dairesine gizlice giriyor, ardından Dorothy daireye zamansız gelince her şey karışıveriyor birden. Lynch, ister gerçek anlamda ister metaforik anlamda olsun, Dorothy’nin dairesini röntgencilik duygusuyla yansıtmış. Jeffrey ve kamera (seyirci), Dorothy’yi röntgenlerken, gizemler de ortaya çıkıyor. Beyazperdenin en “kötü adamı” Frank Booth’la (Dennis Hopper) beraber. Bu seyretmesi zor insanın da takıntıları var. Kasabanın yeraltında her türlü pisliği yapan Frank’ın satın aldığı polisler de var tabii ki. Kâubusun içinde, karanlık ve tekin olmayan bu kasabanın sokaklarında dolaşırken, hangi dünyanın daha gerçek olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz.
Filmde duyulan Ketty Lester’ın muhteşem sesiyle 1962’de kaydettiği “Love Letters” şarkısını Elvis Presley’in sesinden de hatırlayabilirsiniz. Presley bu şarkıyı 1971’de okumuştu yeniden. Ketty Lester’ın sesi, Dorothy’nin dairesinde, Jeffrey’nin “sarı adam” dediği polis Gordon’la (Fred Pickler) Dorothy’nin kulağı kesilmiş kocası Don’ın kanlı cesetleri üzerinde duyuluyor. Roy Orbison’ın “In Dreams” şarkısını Ben (Dean Stockwell), kendi mekânında karaoke olarak söylüyordu Frank’a. Roy Orbison’ın sesi, Chris Isaak gibi Elvis Presley’in sesini çağrıştırıyor. Fonda Chris Isaak’ın şarkıları da duyuluyor. Ayrıca Julee Cruise’in sesi de kulaklara geliyor. Gençlerin partisinde, Julee Cruise’un “Mysteries of Love” şarkısıyla Jeffrey ve Sandy dans ediyorlardı, ilk yakınlaşmalar ve ilk öpücüklerle. Bu şarkı, Jeffrey’nin uykudan uyanmasından önce bir defa daha duyuluyor kâbusun finalinde. Evet, bu filmin içinde dolaşmak bir cangıla düşmek gibiydi.
Fox’un sunduğu 2005 yapımı “Stay-Gitme”, kolayca kendini ele vermeyen bir psikolojik gerilim filmi. Zaman zaman deneysel ve biçimsel alıştırmalar yapan filmin senaryosunun çok zekice yazıldığını final bölümünde gerçek anlamda fark ediliyor. Hikâye, görünüşte sıradanmış gibi. Birçok şey klâsik bir biçimde yansıyor perdeye. Psikiyatr Sam Foster (Ewan McGroger), intiharı denemiş ve resim dersleri veren sevgilisi Lila (Naomi Watts), Güzel Sanatlar Fakültesi’nde resim öğrenimi gören sorunlu ve intihara meyilli genç Henry Letham (Ryan Gosling) arasında kalmış bir film görüntüsünde “Gitme…” Hiçbir şey göründüğü gibi değil ve gerçeklik diye düşündüğünüz birçok şey bir yanılsamadan başka bir şey olmayabiliyor “Gitme”de. Rüya-gerçeklik gibiydi. Filmin senaryosunu David Benioff yazmış. Filmde kullanılan müziklerse Asch & Spencer ve Tom Scott’a ait. Çarpıcı fotoğraflarıysa Roberto Schaefer oluşturmuş.
Film, bir trafik kazasıyla açılıyor. Seyirci de Henry gibi o kazanın tam ortasında. Arabanın kaza anını içeriden ayrıntılı gösteren kamera, seyirciyi de atmosferin içine iterek ilk şoku yaşatıyor. Henry, hastanede psikolojik tedavi görüyor. Yeni psikiyatrı da Sam’dir. Henry’yse, resim bölümünde okuyan tepkili bir genç adam. Sam’e intihar edeceğini söylüyor. 21 yaşında Brooklyn köprüsünde tabancayla intihar eden ressam Tristan Reveur gibi, Henry de aynı ritüelle intihar etmek istiyor. Tüm tablolarını yakan Tristan, daha sonra da intihar etmiş. Anne-babası bir trafik kazasında ölen Henry, vicdan azabı da çekiyor. Öte taraftan Sam’le Lila’nın da hikâyesi düşüyor perdeye. Evliliği düşünen çiftin sorunları da Henry vakasıyla beraber hikâyeye karışıveriyor. Lila da yakın zamanlarda bileğini jiletle doğrayarak intiharı denemiş ve Henry az da olsa travma yaşatıyor onda. Belki de daha çok Sam yaşıyor bu travmayı. Gözleri görmeyen Leon (Bob Hoskins) kimdir? Sam’in satranç arkadaşı mı, yoksa Henry’nin babası mı? Film boyunca boşlukta kalan her şey final bölümünde tamamlanıyor. Daha da ileri giderek birçok şeyin göründüğü gibi olmadığı da keşfediliyor bu son bölümde.
1969 yılında Almanya’nın Ulm şehrinde doğan yönetmen Marc Forster’i sinemaseverler 2001’deki “Monster’s Ball-Kesişen Yollar” filmiyle anımsayabilirler. Ayrıca yönetmen 2004’te “Finding Neverland-Düşler Ülkesi”ni de yönetti. Ayrıca 2007’de “The Kite Runner-Uçurtma Avcısı” ve 2008’de “007 James Bond” serisinden “Quantum of Solace” filmlerini de yönetti. 2013 yapımı “World War Z-Dünya Savaşı Z” filmi de var. Forster, iyi yazılmış senaryodan iyi bir film yaratmış. Yönetmen Alman olduğu için belki de, filmde tarif edilemez bir karamsarlık da var. Finaldeki Sam ve Lila’nın varlığıyla küçücük umut ışığı olsa bile. Hem kurgu dili hem de görselliği açısından sanatseverlere heyecan veriyor bu film. Sinemaskop kameranın çekim açıları ve devinimleriyle beraber, biçimbozumuna uğratılmış görüntüleriyle bir rüyanın içindeymiş hissini yaşatıyor seyirciye yönetmen. Elbette bu hissi hemen almıyor seyirci. Her şey usul usul gelişiyor ve anlamlar final bölümünde oluşuyor. Henry’nin kazasından sonra, sabah uykusundan uyanan Sam’i izleyen kameranın biçimsel devinimleri ve buna benzer deneysel çekimler, ilk bölümlerde seyirciye itici ve anlamsız gelebilir. Psikolojik bir gerilim filmi olan “Gitme”de, merak duygusu sonuna kadar korunduğu için, bu film üzerine düşünüp yazarken dikkatli de olmak gerekiyor. Biçim diliyle içeriğin zenginleştiği ve anlamlaştığı “Gitme” filminde, atmosfer duygusunu sinemasal olarak iyi yansıtıldığını belirtmeli. Soluk renkler, karanlık mekânlar ve gece atmosferinde sürekli yağan yağmurlar görsel anlamda zenginlik katıyor filme. Dışavurumcu ve gerçeküstücü estetiğin buluştuğu “Gitme” filminde sinemaseverlerin nefesi kesilirken oyuncu performansları da iyiydi.
(16 Mart 2014)
Ali Erden