Sinemamızda ilk renkli görüntüler 1948’de çekilen Çıldıran Kadın (Baha Gelenbevi) filminde yer alır: Kız Kulesi görüntüsü “renkli”dir. Sonradan hâlâ ilk renkli film kabul edilen Halıcı Kız (Muhsin Ertuğrul / 1953) gelir ama aslında bundan önce çekilmiş olan Ali İpar’ın Salgın filmi var. Fakat Halıcı Kız, Salgın’ın geciken teknik işlemleri nedeni ile daha önce gösterime çıkarıldığı için “ilk renkli film olma özelliğini” taşır görülüyor.
Bu filmlerden sonra uzun süre filmlerimiz siyah/beyaz olarak çekilmiştir. Zamanla renk gereksinimi duyulmuş ve önceleri kısmen renkli filmler çekilmeye başlanılmıştır. (!) Bu renkli kısımlar ya filmin final bölümü veya film içinde yer alan bir rüya sahnesi olarak görülür. Bu durum bir süre devam etmiş ve Çanakkale Arslanları (T. Demirağ – N. Eraslan) ve Hıçkırık (O. Aksoy) -bir re-make- renkli olarak çekilmiş ve renkli film sayısı yer yıl giderek artmış ve sonunda tüm filmler renkli çekilir olmuştur. (Öyle yönetmenlerimiz vardır ki, siyah/beyaz filmi yoktur.)
Onur Ünlü, Sen Aydınlatırsın Geceyi filmini bu ortamda siyah/beyaz çekmiştir. (Yalnız belirtmek gerekir ki, filmlerin tümü renklendikten sonra zaman zaman, bazı yönetmenler, çeşitli nedenlerle filmlerini siyah/beyaz çekmişlerdir ama Ünlü filmini özellikle siyah/beyaz çekmiştir. Bu kendi bileceği bir iştir ve buna hiç birimizin söyleyecek bir sözü yoktur, olmamalıdır da…)
Sungu Çapan’ın (Cumhuriyet / 8.11.2013) dediği gibi “Ünlü’nün canının dilediği gibi çektiği” bir film, Sen Aydınlatırsın Geceyi… Buna bir diyeceğimiz olamazmış gibi geliyor, ama bir yönetmen tabiidir ki canının istediği gibi film yapacaktır (tabii yapabilirse, yaptırırlarsa…) ama bu “canının istediği gibi film yapmak” bana da o filmi eleştirmek hakkını veriyor. Tabi canımın istediği gibi değil, filme bağlı kalarak…
Onur Ünlü (Çapan’ın deyişi ile “demirbaş oyuncusu”) Ali Atay’ı nasıl oynatmış? Atay, bir oyuncu; yönetmenin -hele istediği gibi film yaptığı ileri sürülen bir yönetmenin- istediklerini yapacak, yani O’nun yönlendirmesi ile oynayacak… Ama bana bu oyunculuk hiç de doğru gibi gelmedi. Oynanış açısından demiyorum, oynatış açısından diyorum (ve doğru oynatılmış olduğunu da düşünmüyorum: Hiç bir yere bakmayan bakışlarla uzun uzun bakmak. Bu arada kendisine söylenen sözleri duymamış gibi yapmak -duymadığını zannetmiyorum) ve -filmdeki diğer kahramanların da üstün özellikleri olduğu gibi- Cemal (Ali Atay) kapı kullanmadan duvarlardan geçme özelliğine sahip -de, bu filmde iki (yoksa üç mü?) kere kullanılmaktan başka ne özellik taşıyor? (sinema hileleri sağ olsun).
Cemal daha sonraları kapı kullanarak giriyor, dışında bulunduğu mekânlardan içeri… ama sözü edilmeyen bir özelliği daha var Cemal’in. İstediği zaman duvarların arkasını görüyor, işi olduğu için kendisi kabul etmeyen, patronu sekreterini sıkıştırırken görüyor (sadece görüyor…). Bir de ilgi duyduğu kızın (Yasemin) kapısını kapattığı odada soyunmasını ve gidip klozete oturmasını seyrediyor… Sadece seyrediyor, hiç bir şey yapmamaya devam ediyor. Finalde, kendisini terk eden karısının uçağını, kollarını kestiği kızın parmaklarını birleştirerek durdurup -ki sadece uçağı değil hayatı durdurmuştur!?!- karısını indirmek mi. Yoksa hap yutarak yanına mı gitmek isteyince, ne kesilmiş kolların parmaklarının tekrar birleştirilmesi sonuç doğuracaktır, ne de uçmak için yutulan (bir kısmı da yere dökülen) haplar…
Sen Aydınlatırsın Geceyi filmdeki sırayı izleyerek eleştirmek bir yöntemdir ama ben kişilerin özel yetenekleri açısından olaya bakmak istiyorum. Cemal’in motosikleti ile gazoz içmeye götürdüğü Yasemin (Demet Evgar) ile birlikte -Cemal’in doktorunca verilmiş ama o an’a kadar içmeyi aklına getirmediği hapları içerek- havalanarak kentin üzerinde uçmaları sonrasında aynı parka düşmeleri -nasıl geri döndüler?- bir yana, Yasemin’in eli ile cisimleri yönlendirdiği, traktör (dü değil mi?) peşinden motosikleti ile gelen Cemal’i sağa sola savurarak devirmesi, yeteneğini? Bir daha kullanmaması başka bir soru?
Tüfeği ile karısını hamile bıraktığı için vurduğu -öldürdüğünü düşündüğü- iş adamı Dündar’ın (Serkan Keskin) bir süre sonra vurulduğu arabasından inerek, sigara da yakarak, kendisini vuran Cemal’e ölümsüz olduğunu, bir türlü ölemediğini, bunun dayanılmaz bir şey olduğunu, sekreterini (Ezgi Mola / Yasemin’in arkadaşı) sıkıştırmasını, bunu karısına da (Yasemin’e de) yapmış olabileceğini itiraf etmesi… Dündar tüm bunları anlatırken Cemal’in hareketsiz (donmuş gibi) sadece dinlemesini… anlamak?
Cemal’i -güya- tedavi eden ruh doktorunun (Ercan Kesal) burnunun bittiği bir yerlerde, her fırsatta kanayan yeri neresidir ve neden kanamaktadır. Bu,Ünlü’nün dilediği sinemanın bir göstergesi herhalde….
Sokağa serdiği kitapları satan, bu işi geceyarıları da yapan kız (Defne / Damla Sönmez) parmaklarını birbirine değdirerek yaşamı durdurur. Bunu ilk yaptığında Cemal’i de durdurur. İkinci kez parmaklar birbirine değdiğinde yaşam kaldığı noktadan -kesintisiz olarak- devam eder de, ikinci kez yaptığında Defne gibi Cemal de yaşamın duran kısmı dışında kalır ve zaman onlar için devam eder… Peki… kaçan karısına yetişmek için, bir palanın bilediğini gördüğü dükkâna kapısı kapalı iken girip, oradan palayı alıp, yere serdiği kitapların başında uyuklayan Defne’nin yanına gidip, arkasına sakladığı pala ile dirseklerinden kollarını kesip yanına aldıktan sonra, kolların parmaklarını birbirine değdirip yaşamı -karısının içinde olduğu uçağı da havada- durdurup, O’na ulaşmak isterken, yuttuğu haplarla havalanamayan ve parmakları birbirine kenetlese de yaşamı tekrar canlandıramayan… Film bu durumda bitiyor, eğer yanlış görmedi isem… Soru: Defne’nin yeteneği parmaklarında mıdır, yoksa kafasın da mı? Kesilmiş kollarla hayat durdurulurken, hadi yutulan haplarla artık uçamamayı anladım -yeniden neden geri dönüş olmaz, hayat canlanmaz ve- Defne de öldü ya… -Cemal dışında- O da havalanmak için olduğu yerde tepinip durur -hareket eden hiç bir şey yoktur, uçak bile- içinde hareket edemeyen yolcuları ile havada…
Başka neler yok ki…? Önce sadece ses olarak var olan öğretmen sonradan görünür olur, -ölmüş müydü!- ölmüş ise nasıl oldu da vurularak “tekrar” öldü…
Ava gidip ateş etmeden, çapraz astığı tüfeğini bile çıkarmadan, arkadaşının eli ile (elinde silâh olmadan) ateş ederek, önce avları, sonra -yan hakeme şike teklif eden adamı, öğretmeni- öldüren arkadaşı…
Cemal’in yan hakemliği neyin göstergesi, yan hakeme maçın sonucunu değiştirecek kararlar vermesini (bayrak kaldırarak) orta hakemi etkilemesinin istenmesini…
Cemal’in, babasının dükkânının olduğu çarşıdaki dev büyüklüğündeki esnafı…
Ve, kitapçı kız Defne’den -ne olduğu bilinmeden beğenilip sonra tavsiye üzerine- alınan Shakespeare’den, seçilerek Yasemin’e okunan “sen aydınlatırsın geceyi” finalli sonnet’yi, (sonnet’in okunduğu kadının tepkisi: -herhalde midesi bulanıyor ki, kusuyor) içeren ve hediye edilen -bir kadına (sevgiliye) hediye edilebilecek en orijinal şey- kitabın (daha sonra sevgiliye verilmiş olmalı) kafaya (Cemal’in kafasına) fırlatılmasını…
Ve siyah/beyaz filmin, film adının ve jeneriğin renkli (hem de kırmızı) olmasını…
Sorularım bunlar. Yönetmen filmi dilediği gibi yapar. Bunda mutabıkız ama benim de bazı sorularım olabilir…
Bitirdikten sonra: Onur Ünlü’den daha önce iki film izlemiştim, biri Polis diğeri Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi…
(24 Kasım 2013)
Orhan Ünser