Punica Films yapımcılığında çekilen Gereği Düşünüldü adlı kısa metrajlı film festivallere hazır. Toplumsal sorun olarak kadınlara yönelik şiddeti konu alan ve genç bir kızın başından geçen olayları anlatan filmin yapımcılığını, yönetmenliğini ve senaryosunu İzmir Üniversitesi’nde öğrenci olan Emir Tavalıoğlu üstlendi. Filmin oyuncu kadrosunda birçok reklâm ve film projelerinde yer almış İlkay Eren de bulunuyor. Kısa film Gereği Düşünüldü’nün uluslararası ve ulusal kısa film festivallerine katılacağı belirtiliyor.
Günlük arşivler: 9 Şubat 2013
Spor, İş ve Sinema Dünyasının Üç Duayeni Yanyana
Fenerbahçe Kulübü’nün efsane Başkanı Faruk Ilgaz, iş dünyasının önemli ismi Yılmaz Ulusoy ve sinemanın ünlü jönü Kadir İnanır aynı karede. Türkiye’nin 3 önemli ismini bir araya getiren olay ise futbol aşkı. Ilgaz’ı ziyaret eden Yılmaz Ulusoy ve Kadir İnanır eski dostlarıyla hasret giderdiler. Faruk Ilgaz, Fenerbahçe Başkanlığı yaparken Yılmaz Ulusoy’da Karadenizin birinci lig ile ilk tanışan takımı Samsunspor’da Başkan’dı. Kadir İnanır’ın Fenerbahçe üyeliğinin altında ise yine Ilgaz’ın imzası var. Yeşilçam’ın jönü Ilgaz’ın başkan olduğu yıllarda Fenerbahçe kulübüne kongre üyesi olmuş, şu an ise Fenerbahçe Divan kurulu üyesi.
Spor, İş ve Sinema Dünyasının Üç Duayeni Yanyana yazısına devam et
Filmler Yaşamdan Daha Önemliydi: François Truffaut
1984’te daha 52 yaşındayken beyin tümöründen ölen büyük usta François Truffaut, sinemanın öfkeli yönetmenlerindendi. Sonra durulan yönetmen, hayatını filmlere adadı. Hollywood’un B sınıfı filmlerine, Hitchcock sinemasına tutkuluydu. Ustayı, ilk iki uzun çalışması “400 Darbe” ve “Piyanisti Vurun” filmleriyle anıyoruz. Bir de kısa filmi var.
Tam adı Franços Roland Truffaut olan François Truffaut, sinemanın büyük ustasıydı. Başka bir büyük usta Michelangelo Antonioni onun filmlerinde derinlik bulmamasına rağmen. Antonioni, 1970’lerin başında verdiği bir röportajda Godard’ın Truffaut’dan daha önemli bir yönetmen olduğunu söylemişti. Antonioni, Truffaut’nun filmlerini izlerken hoşluk yaşandığını, ama film bittikten sonra geriye bir şey kalmadığını söylemişti. Truffaut, Antonioni’den nefret etti hep. O, Fransız “Yeni Dalga” (Nouvelle Vague) akımının öfkeli yönetmeniydi. Sonraları durulsa da. 6 Şubat 1932’de Paris’te doğan Truffaut, 21 Ekim 1984’te Paris’in batı banliyölerinden Neuilly-sur-Seine’de beyin tümöründen öldü. Yazar Stendhal (1783-1842), yazar Emile Zola (1840-1902), sinema yönetmeni Henri-Georges Clouzot (1907-1977), şarkıcı Dalida (1933-1987) gibi önemli sanatçıların da istirahathanesi olan Paris’teki Montmartre Mezarlığı’nda yatıyor şimdi. Truffaut, hayatının son yıllarını ve son filmlerini büyük oyunculardan Fanny Ardant’a adamıştı.
Büyük ustanın çocukluğu zaman zaman zorluydu. 1959 yapımı “Les Quatre Cents Coups-400 Darbe” filminde çocukluğunun bazı taraflarını yansıttı. Truffaut, Yahudi olan babasıyla hiç karşılaşmadığı söyleniyor. Zaten annesiyle babası evlenmemişti. Annesi Roland Truffaut’yla evlenmişti. Truffaut, üvey babasının adını ve soyadını aldı. Büyükannesi hayatında en önemli insandı. Sanat sevgisini ondan aldı. Daha çocukken kendini kitaplara verdi. Truffaut, İzmir’de 1914’te doğmuş, Paris’te 1977’de ölmüş Henri Langlois’nın 1930’larda kuruluşunda büyük emeği geçmiş Cinématheque Française’de hayatının filmlerini ve yönetmenlerini keşfetti. Truffaut, bir filmi birden fazla görmekten de hoşlanıyordu. Sonra, gelmiş geçmiş en büyük sinema düşünürlerinden André Bazin’le tanıştı ve Cahiers du Cinéma adındaki muhteşem sinema dergisinde eleştiriler yazmaya başladı. Orada kimlerle tanışmadı ki… Kadim dostu olsa da zaman zaman küstüğü Godard, Jacques Rivette, Eric Rohmer, Claude Chabrol vardı. Truffaut, öfkeli yazılar yazdı. Hollywood’un B sınıfı diye küçümsediği kara filmlere ve Hitchcock sinemasına saygınlık kazandırdı. Elbette kendi gibi sonradan önemli yönetmenlerden olacak Cahiers du Cinéma’nın diğer eleştirmenleri gibi. Bu, Hollywood’un ve Hitchcock’un da dikkatinden kaçmadı. “Auteur” kavramını geliştirdi. Ona göre yönetmenin yaratıcılığı sadece yönetmekle değil, senaryoyu yazmasıyla, kamerayı kullanmasıyla, hatta montajı yapmasıyla olurdu. Eğer her şeyi yönetmen yaparsa geriye kalan neydi? Yıpranma, zihinsel çöküş ve tükenme miydi? Anglo-Amerikan bakışına göreyse yaratıcı yönetmen, sadece bir türde değil, birçok sinema türünde yapıtlar ortaya koyması gerekiyordu. Truffaut, zaman içinde hem kendi yönettiği, hemde başka yönetmenlerin filmlerinde de oynadı. Kendi yönettiği 1969’daki siyah-beyaz “L’Enfant Sauvage-Vahşi Genç”, 1973’teki siyah-beyaz ve renkli “La Nuit Américaine-Güneşte Gece”, 1978’deki “La Chambre Verte-Yeşil Oda” öne çıkanlardı. Hollywood’da Steven Spielberg’ün 1977’deki bilimkurgusu “Close Encounters of the Third Kind-Tehlikeli İlişkiler” de vardı. Truffaut, Jean Renoir ve filmlerine daima saygı duydu. Tıpkı Hitchcock filmlerine olduğu gibi. Truffaut, “Les Films du Carrosse” film şirketinin adını, Renoir’nın 1953 yapımı “technicolor” çekilmiş başyapıtı “Le Carrosse d’Or” filminden etkilenerek koydu. Truffaut’nun 22 uzun metrajlı filminin sekizini sinema perdesinde görme onuruna eriştik. Toplamda da 15 filmini görmüşüz. Truffaut, ustası olarak gördüğü Hitchcock’la 1962 yılında röportaj da yapmıştı. Afa Yayınları, 1987’de bu kitabı “Hitchcock” adıyla yayımlamıştı. Truffaut’nun ilk üç filmini, 1994’te İzmir Film Festivali’nde görme onuruna ulaşmıştık. Alsancak’taki Fransız Kültür Merkezi’nde bir dolu Truffaut filmi oynamıştı o festivalde. 1980’li yıllarda bu kültür merkezi mutluluk verdi bize hep 1980’lerde hayatımızın en değerli filmlerini gördük, hem sinema salonlarında hem de TRT’de. Şimdi birer klâsik o filmler. Bu saygı yazısında ustanın ilk iki filmine dokunuyoruz yeniden. Truffaut, yönetmen yerine çoğunlukla “mise en scene” ibaresini kullandı. Bu “sahneye koyan” demek. Onun, “auteur” ruhuna da uygundu bu.
Kısa film: Veletler…
1957’de çektiği 18 dakikalık siyah-beyaz “Les Mistons-Veletler” kısa filmiyle dikkatleri üzerine çekti. Filmi Maurice Pons’un 1955’te çıkan “Virginales” (Bakireler) hikâyesinden çekmişti Truffaut. Filmde, beş çocuğun gözünden büyüleyici Bernadette Jouve’un (Bernadette Lafont) baştan çıkartıcılığı yansıyordu. Hem de filmin ön jeneriğiyle beraber. Bisikleti süren kısa saçlı genç kız Bernadette, yazın Nimes’in güneyli güneşi altında pedal çevirirken, Jean Malige’in kamerası da geriye kayarak bu güzellğii ölümsüzleştiriyordu. Filmin müziklerini de Maurice Leroux bestelemişti. Filmi, bir anlatıcının (Michel François) sesiyle izliyorsunuz. Ormana gelen Barnedette, bisikletini ağaca dayadıktan sonra çocuklar gelir. Çocuklardan biri bisikletin selesini kokluyor mutlulukla. Bernadette, Gérard’la (Gérard Blain) çıkıyor. Bernadette ve Gérard öpüşürken, çocuklar heyecanla dikizliyor onları. Nimes şehrinde Roma devrine ait yapılar çok. Arena bile var. Gérard ve Bernadette, romantizm içinde yakan güneşin altında dolaşırken, çocuklar da onları takip edip duruyorlar. Çocuk oldukları için oyun oynamak da hakları. Filmde, sinemayı bulan Lumiere kardeşlerin 1895’te çektikleri “L’Arrouseur Arrosé” kısa filmine de selâm var. Bahçıvan sulama yaparken, çocuk hortuma basıyor. Gérard’la tenis oynayan kısa etekli Bernadette’in tüm çekiciliği çocukların gözünden yansıyor perdeye. Çocuklar onlara “Gérardette” adını takıyorlar sonra. Gérard’ın tek isteği Bernadette’le sevişmek. Ormanda buna ulaşacakken, elbette çocuklar var. Sonra Nimes’den trenle ayrılan Gérard’ın trajedesi gecikmiyor Nimes’e. Bu kısa filmde, masumiyetin gözleriyle şehvet yansıyor perdeye. Bu kısa filmi seyrederken, çocukluğunuzun sıcak yazlarındaki kısa pantolonlu anları yaşıyorsunuz.
400 Darbe…
Siyah-beyaz ve sinemaskop 1959 yapımı “Les Quatre Cents Coups-400 Darbe” filmini Truffaut, yazıp ve yönetti. Kendi çocukluğundan da izler taşıyan bu filmin orijinal anlamı “okulu asmak” demek. Filmin muhteşem fotoğraflarını “Yeni Dalga”nın en önemli kameramanlarından Henri Decaë (1915-1987) gerçekleştirmişti. Decaë, çok deneyimli bir kameramandı ve sinemaya 1949’da Jean-Pierre Melville ustanın II. Dünya Savaşı atmosferindeki “Le Silence de la Mer” (Denizin Sessizliği) filmiyle geçmişti. Film, Vercors adıyla yazan Jean-Marcel de Brullers’in (1902-1991) kısa hikâyesinden uyarlanmıştı. Decaë, birçok Melville ve “Yen Dalga” filminin gözü oldu. Truffaut bu filmiyle 12. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü de aldı. Film, özgün senaryo dalında Oscar’a da aday olmuştu. Truffaut, senaryoyu Marcel Moussy’yle ortak yazmıştı. Muhteşem müzikleri de Jean Constantine besteledi. Klâsik müzik tadı veriyor bu müzikler. Tema müziği gerçekten etkileyici. Filmdeki küçük Antoine Doinel de üvey babasının soyadını kullanıyor. Antoine’ın (Jean-Pierre Léau) annesi Gilberte (Claire Maurier), Julien Doinel’le (Albert Rémy) evli. Üçü, küçük dairede yaşıyorlar. Antoine’ın en iyi arkadaşı Réne Bigey (Patrick Auffay) ve bu sıkı arkadaşıyla dışarıdaki Paris’i serseri ruhla keşfediyor Antoine. “Ufak Yaprak” adı taktıkları Fransızca öğretmenleri de (Guy Decomble) baskıcı biri. Truffaut, daha sonraki yıllarda Antoine Doinel’in hayatını seriye dönüştürmüştü. Bu siyah-beyaz filmi perdede sinemaskop seyretmek müthiş bir duyguydu. Filmde “Yeni Dalga” yönetmenlerinden Jacques Demy polisi ve Philippe de Broca da lunaparktaki adamı oynuyordu. Jeanne Moreau köpekli kadın, Jean-Claude Brialy de köpekli kadının peşine takılan sokaktaki adamdı. Truffaut da lunaparkta şöyle bir görünüyordu.
Kamera, ana caddede binaların arasından kayıp gidiyor coşkuyla ön jenerikte. Sinemaskop görüntülerle Paris büyüsünü saçıyor perdeden. Fonda da piyanonun ve kemanın öne çıktığı, insanın ruhundakini dışarıya çıkartan tınılar duyuluyor. Film okulda başlıyor. Sınıfta, öğretmeninden ceza yiyor Antoine. Öğretmen, sert ve disiplinli. Sınıf, bir hapishane gibi. Antoine, okuldan eve gelir sonra. Sobayı yakar. Yemek masasını hazırlar. Önce anne gelir, sonra da baba. Yarış tutkunu üvey baba Julien, aslında Antoine’a iyi davranıyor. Sabah olduğunda, René ona okulu asmayı söylüyor. Paris’te aylak aylak dolaşıyorlar beraberce. Sinemaya gidiyorlar. Oyun salonlarına takılıyorlar. Antoine, lunaparkta “rotor”a biniyor. Biz de İzmir’de lunaparkta binmiştik ve insanı eğlendirirken, başını da epey döndürüyor bu rotor. René’yle trafiğin aktığı Paris’te dolaşırken, annesini bir erkekle öpüşürken görüyor Antoine. Truffaut, Antoine ve René’yi, genellikle uzaktan takip ediyor sokaklarda. Yalan da söylüyor Antoine. aşırı disiplin belki de çocukları buna zorluyor. Okula neden gelemediğini öğretmenine, annesinin öldüğü için olduğunu söylüyor Antoine. Bu bir yalan mıydı, gerçekten zihninde annesi ölmüş müydü Antoine’ın? Okula gitmediğini öğren Julien, Gilberte’le beraber okula geliyor ve Antoine’ı tokatlıyor. Antoine’ın onuru kırılıyor. Eve gitmeyen Antoine, René’nin amcasının matbaasında geceyi geçirmeyi umarken, çalışanlar geliyor ve Antoine gecenin içindeki Paris’te tek başına dolaşıp duruyor. Karnı acıkan Antoine, sütçünün bıraktığı süt şişelerinden birini alıp kaçıyor. Sabah okula gittiğinde annesi onu alıyor ve tüm şefkatini Antoine’a gösteriyor. Suçluluk duygusu da olabilir. Antoine evde sigara içerken Balzac’ın 1834’te yayımlanmış “Mutlak Peşinde” (Le Recherche de l’Absolu) romanını okuyor. Bu roman ülkemizde 1945 ve 1965’te basılmış iki defa. En son da 2012’de İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış bu roman. Sonra kendine Balzac köşesi yapıyor Antoine. Köşede mum yakınca olanlar oluyor ve yangın çıkıyor. Truffaut, Balzac hakkında bir şeyler düşünüyor olmalı. Antoine, Balzac’ı tanıdıktan sonra hayatı da bambaşka taraflara gidiyor gecikmeden.
Truffaut, “Yeni Dalga”nın ilk filmlerinden, ama 1961’de vizyona çıkabilen Jacques Rivette’in 1957 yapımı siyah-beyaz “Paris Nous Appartient-Paris Bizimdir” filmine selâm da yolluyor. Filmde Godard, Chabrol, Rivette küçük rollerde görünüyorlardı. Yazdığı kompozisyonu Balzac’tan üşürdüğünü söyleyen öğretmeni “ufak yaprak” Antoine’ı sınıftan kovuyor. René, Antoine’a destek olduğu için onu da kovuyor. Antoine ve René, özgürce Paris’e bırakıyorlar kendilerini. Antoine’ın en büyük düşü denizi görmek. Antoine, René’yle beraber René’nin evine gidiyor. René’nin ailesinin ekonomik durumu iyi. René’nin babası at yarışlarına takılırken, annesi de çok içiyormuş. Filmdeki en muhteşem an, çocukların kukla seyrettiği sahneydi belki de. Öyle içten, coşkulu ve sıcak anlar yansıyor perdeye bu sahnede. Antoine, üvey babasının çalıştığı bürodan daktilo çalıyor çok geçmeden. Bu anlarda gerilim de perdeyi kuşatıyor. Daktiloyu çalan Antoine, daktiloyu bir adama veriyor, satması için. Sonra René’yle beraber adamı takip ediyorlar. Sonra da daktiloyu üçkâğıtçı adamdan kurtarıyorlar. Satamayınca, Antoine daktiloyu büroya götürdüğünde bekçi onu yakalıyor. Hayatının akışı da değişiyor böylelikle Antoine’ın. Babası onu karakola götürüyor. İfadesi alınıyor. Nezarete atılıyor. Geceleyin öteki tutuklularla beraber cezaevi arabasıyla hapishaneye götürülüyor Antoine. Bu anlar, müthiş bir sinematografiyle yansıyor perdeye. Hapishanede, dışavurumcu ışık düzenlemeleri öne çıkıyordu. Fonda da Antoine’ın içindeki çığlığı dışarı çıkartan müzik duyuluyordu. Hücresindeki Antoine, cebindeki az tütünü kâğıt parçasına koyup sarıyor, sonra da içiyor. Sabah, parmak izi alınıyor. Fotoğrafları çekiliyor. Sonra da çocuk ıslahevine yollanıyor. Antoine, ıslahevinden kaçmayı da başarıyor gecikmeden. Kamera, onun özgürlüğe koşuşunu hiç kesme yapmadan yana kayarak izliyor. Özlemini duyduğu denize ulaşıyor sonra. Kıyıda yürüyen Antoine, kameraya doğru yaklaşıyor, görüntü donuyor, çerçeve öne doğru “zoom” yaparak Antoine’ın mutlulukla hüzün arasındaki anını yakalıyor. Bu anı birçok yönetmen yaratmak istedi, ama bu sıcaklığı veremediler hiç. Bu sahneler, Fransanın Atlantik kıyılarındaki Honfleur’de çekilmiş.
Piyanisti Vurun…
Truffaut, 1960 yapımı sinemaskop ve siyah-beyaz “Tirez sur le Pianiste-Piyanisti Vurun” kara filmini, Amerikalı polisiye yazarı David Goodis’in (1917-1967) “Down There” romanından uyarladı. Senaryoyu da Marcel Moussy’yle beraber yazdı. Sinema Goodis’e uzak durmadı. Delmer Daves’in 1947’deki “Dark Passage-Karanlık Geçit” kara filmi, Henri Verneuil’ün 1971’deki “Le Casse-Hırsızlar” soygun filmi, René Clément’ın 1972’deki “La Course du Lièvre à Travers les Champs-Devlerin Yarışı” suç filmi var. “Piyanisti Vurun” filminin kameramanı Raoul Coutard usta. Müzikleri de Georges Delerue bestelemiş. Charles Aznavour, Charlie Kohler mahlası kullanan Edouard Saroyan karakterinde. Marie Dubois, Léna’yı; Nicole Berger, Thérèsa Saroyan’ı; Michèle Mercier, Clarisse’i; Serge Davri, Plyne’i; Richard Kanayan, Fido Saroyan’ı; Albert Rémy, Chico Saroyan’ı; Jean-Jacques Aslanyan, Richard Saroyan’ı; Boby Lapointe şarkıcıyı canlandırıyor. Filmde Boby Lapointe’un besteleyip söylediği “Framboise” ve Félix Leclerc’le Lucienne Vernay’in beraber söylediği “Dialogue d’Amoureux” şarkılar da kulağa geliyor. “Dialogue d’Amoureux” şarkısı, Léna ve Edouard gece arabada giderken radyodan duyuluyor. Aznavour şarkı söylemiyor, sadece piyano çalıyor. 20. yüzyılın, Frank Sinatra ve Elvis Presley’le beraber en değerli seslerinden olan Ermeni asıllı Fransız şarkıcı Charles Aznavour, 1924’te Paris’te doğdu. Sadece şarkılar söylemedi, sinemaya da katkı sundu oyunculuğuyla. Şarkıcı, şair ve oyuncunun kökleri Türkiye’ye de dayanıyor anne tarafından.
Film, yazıların düştüğü piyanonun içerideki tuşlarının üzerine açılıyor. Ön jeneriğin ardından gecenin içinde gangsterlerden kaçan Chico Saroyan’ın peşine takılıyor kamera. Chico, piyanist Edouard Saroyan’ın kardeşi. Edouard, Charlie Kohler takma adıyla piyano çalıyor. Adını bir sır gibi saklıyor Edouard. Chico, kendine yardım eden orta yaşlı adamla evlilik üzerine konuşuyor, sonra da kardeşinin çaldığı bara gidiyor. Dört yıldır görmediği Edouard ona her zaman görüyormuş gibi davranıyor. Chico, suçlara bulaşmış biri. Chico, dans edip kadınlara asılırken, peşindeki iki adam, pipo içen şapkalı Ernest (Daniel Boulanger) ve kasketli Momo (Claude Mansard) bara geliveriyor. Ardından Chico kaçıyor. Barı işleten Plyne, Edouard’a kadınların çirkin yüzünden dolayı kendisiyle ilgilenmediğini söylerken, aslında garson kız Léna’nın Edouard’la ilgilendiği için kıskanıyor. Edouard, utangacın biri. Adı Hélène olan Léna, Edouard’la iletişim kuruyor. Edouard’da hiç hareket yok çünkü. Aşk söz konusu olunca kadınlar erkeklerden daha cesaretli mi oluyor? Humphrey Bogart gibi trençkot giyen Edouard, gecenin içinde yanında yürüyen yüzüne hüzün inmiş güzel Léna’nın ellerini tutmak istiyor. Aşka ulaşmak o kadar kolay değil. Kadınlar cesaret verse de kendileri için çaba gösterilmesini de bekliyor. Léna, güzel ve aşık olunacak bir genç kadın. Edouard, utangaç insanlar gibi çoğunlukla iç sesiyle konuşuyor. Şimdi, Chico’nun peşindeki Ernest ve Momo, Edouard ve Léna’yı takip ediyor. Léna’nın zekâsıyla adamları atlatıyorlar. Sonra Léna birden ortadan kayboluyor. Edouard bunun bile farkına sonradan varıyor. Eve gelen Edourad, aynı apartmanda kalan fahişe Clarisse’le (Michèle Mercier) geceyi geçiyor. Sabah olunca, Ernest ve Momo, Edourad’ın evinin önüne arabalarıyla geliyorlar. Binadan çıkan Edourad’ı silah zoruyla arabaya bindiriyorlar. Caddedeki Léna’yı da alıyorlar arabaya. Edouard ve Léna hakkında bilgileri Plyne’den rüşvet karşılığı almışlar. Film geriye dönüş yapıyor ve Plyne’in nasıl paraları saydığını gösteriyor. Üçe dairesel bölünmüş üç görüntünün içinde de Plyne var. Araba Paris’in dışına çıkıyor. Truffaut, klâsik anlatımın yanında kamerayı stilize de kullanmış. Araba Paris’ten çıkarken, kamera birdenbire dönüveriyor. Truffaut, gece dış çekimleri de tam anlamıyla kara film ruhuyla buluşturabilmiş. O karanlık kasvet duygusunun içinde gibisiniz. Truffaut, “kararma-açılma”, “zincirleme”, “bindirme” gibi geçiş tekniklerine de sıkça başvurmuş filminde.
Sonra küçük bir mucize oluyor ve kötü adamlardan kurtulup yeniden Paris’e dönüyor Edouard ve Léna. Şehirde Edouard’ı bir sürpriz bekliyor. Léna, onu dairesine götürüyor. Merdivenlerden çıkarken, Léna’nın güzel bacaklarına bakmamak için kendiyle savaşıyor Edouard. Léna’nın dairesinde lambalı radyo bile var. Edouard, aşık olmaya başladığı Léna’nın yaşadığı mekâna keşfedici bakışlar da atıyor. Léna, onun Charlie Kohler değil, Edouard Saroyan olduğunu biliyor. Léna’nın evinde “Piyanist Edouard Saroyan” afişi de asılı. Gizemler ortaya çıkmaya başlıyor. Edouard, geçmişi hatırlıyor ve film geriye dönüş yapıyor. Edouard, geçmişi hatırlıyor birden. Kafede garsonluk yapan güzel ve genç garson kadınla, Thérèsa’yla evliymiş Edouard. Görüntü dairesel “silme”yle yatak odasına geçiyor, Edouard’la Thérèsa yatakta konuşuyorlar. Edouard, kafede gördüğü beyaz saçlı adamdan, Lars Schmeel’den (Claude Heymann) tedirgin oluyor. Çünkü onu bir yerlerden hatırlıyor gibi. Ertesi gün, Heymann Edouard’la iletişim kuruyor ve masasına oturuyor kafede. Thérèsa’yı oynayan Nicole Berger, genç yaşta 1967’de henüz 33 yaşındayken Rouen’da trafik kazasında öldüğünü de belirtelim. Edouard, gizemli Heymann’la buluşmaya gidiyor sonra. Fonda da acı çığlığa benzeyen keman tınısı duyuluyor. Koridor boş. Edouard, kapıyı çalma konusunda kararsız. Kapı açılıyor, bir genç kız kemanıyla dışarı çıkıyor. Kamera, koridorda kızı geriye kayarak izliyor. Ardından piyano tınıları duyuluyor. Kamera, dışarı çıkan kızı sokakta da takip ediyor. Ardından, Edouard’ın piyano resitali vereceğini gösteren afiş görünüyor. Edouard, salonda piyano çalıyor. Edouard, öyle utangaç ki, şöhret olmaktan hep kaçmış. Bu utangaçlığı yüzünden karısıyla da münakaşa edip duruyor Edouard. Acaba Thérèsa, Edouard şöhrete ulaştığı için mi kıskanıyordu, yoksa bu Edouard’ın kuruntusu muydu? Heymann, onu tanınmış bir piyanist yapmak istiyor. Utangaçlık üzerine kitaplar da okuyor Edouard. Ardından da gazetecilerin karşısına çıkma cesaretini buluyor. Mutsuz Thérèsa, Edouard’a bir sır anlatıyor ve film tam anlamıyla kara film ruhuna giriyor. Başardığınızı sandığınız bir şeyde, birilerinin acı fedakârlığı olabilir. Thérèsa’nın itiraf ettiği sahne gerçekten etkileyici. Trajedi gecikmiyor. Vicdan azabı da Edouard’ın peşinde şimdi. Edouard Saroyan, Charlie Kohler adını alıyor bu yüzden. Şimdiki zamana dönüldüğünde, aşkı yatakta yaşıyor Edourad’la Léna. Yetiştirme yurdunda yetişmiş Léna, cesur ve Edouard’ı hakiki kimliğiyle piyano çalması için çaba gösteriyor. Léna, dürüst ve nazik erkeklerden hoşlanıyor bir de. Filmin ve seyircinin unuttuğu, Ernest ve Momo yine ortaya çıkıyorlar, Edouard’ın üzerine titrediği Fido’yu kaçırıyorlar. Öte tarafta bir trajedi daha yaşanıyor kıskançlık üzerine. Léna’yla beraber olduğunu anlayan Plyne, Edouard’la kavgaya tutuşuyor. Şimdi ne olacak? Kadınlar hep felaket mi getiriyorlar kara filmlerdeki gibi? Léna ve Edouard, arabayla gecenin karanlığında yola çıkıyorlar. Rhône-Alpes bölgesindeki Grenoble taraflarına geliyorlar. Her yer kar altında. Edouard, yine kendiyle savaşıyor. Léna’dan ayrılmalı mı, yoksa onunla mı yola devam etmeli? Edouard arabadan iniyor ve Léna da arabayı tek başına sürüp gidiyor. Edouard, kardeşi Richard’la buluşuyor. Chico da orada. Bir zaman sonra Léna geliyor, müjdeli haber vermek için. Sonra da Ernest ve Momo. Fido onların elinden kurtuluyor. Ardından çatışma başlıyor. Yine trajedi ortaya çıkıyor. Edouard, kadınlarını kaybedecek hep sanki.Sonra barda çalmayı sürdürüyor Edouard. Hayat devam ediyor.
(16 Şubat 2013)
Ali Erden
Tüm Şirketler
Tüm Şirketler, 01 – 07 Şubat 2013 Haftalık (Weekly) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.
Hükümet Kadın Ekibi Bursa’da Tüm Sevenleriyle Buluştu
BKM Film yapımı Hükümet Kadın filminin oyuncuları, seyircisiyle gösterimlerde buluşmaya devam ediyor. 08 Şubat Cuma günü Bursa Korupark AVM Cinetech Sinemaları’nda gerçekleştirilen gösterime filmin başrol oyuncusu Demet Akbağ ve yönetmeni Sermiyan Midyat ile oyuncular Bahadır Efe, Olgun Toker, Doğukan Polat, Levent İdem katıldı. Geçen hafta vizyona giren ve haftanın en çok izlenen filmi olan Hükümet Kadın filmi ekibini Bursa’da da sevenleri yalnız bırakmadı. Buluşmada izleyicisiyle sohbet eden ekip keyifli dakikalar yaşadı. Söyleşinin ardından ekip İstanbul’a çiçeklerle uğurlandı.
Hükümet Kadın Ekibi Bursa’da Tüm Sevenleriyle Buluştu yazısına devam et
Uzak Doğulu Masal Anlatıcısıyla Kaldığımız Yerden
Dört yıllık bir inziva sonrası sinemaya dönen Kim Ki-duk’un ilk kez 11. Filmekimi’nde ‘Acı’ adıyla izlediğimiz Venedik Film Şenliği Altın Aslan ödüllü son filmi, bağımsızların son kalesi İstanbul Beyoğlu Sineması’nda gösterimde. Sadece ülkesi Güney Kore’nin değil, dünya sinemasının özgün yaratıcılarından biri olan Kim Ki-duk’un dönüş filminin ‘merhamet’ anlamına gelen özgün adı ‘Pieta’, Rönesans döneminin dahi sanatçısı Michelangelo’nun halen Vatikan San Pietro Katedrali’nde sergilenmekte olan, Hz. Meryem’i kollarındaki Hz. İsa’nın cansız bedeniyle betimleyen aynı isimli ünlü yontusundan alınmış. Bu da daha baştan bir ana oğul hikâyesine odaklanacağımızı gösteriyor.
Kim Ki-duk sadece ülkesi Güney Kore’nin değil, dünya sinemasının en özgün yaratıcılarından. Alt sınıf bir aileden geliyor. Sinema eğitimi almadığı gibi temel eğitimini de tamamlamamış. Otuzlu yaşlarda resim çalışmaları yapmak üzere cebindeki son kuruşuyla gittiği Paris’te sinemayla tanışmış, 1996-2008 yılları arasında üretken bir tempoyla tam 15 filme imza atmış. İstanbul Film Festivali sayesinde tanıdığımız yönetmenin son dönemine ait bütün filmlerini ülkemiz sinemalarında izleme fırsatı bulmuştuk. Farklı hikâyeler, doğuya özgü masallar anlatır Kim Ki-duk. Toplumdaki marjinal karakterlerin, fahişelerin, sokak kabadayılarının iyilik ve kötülük, sevgi ve nefret, günah ve kefaret arasında bocaladığı bir dünyayı resmeder. Budizm temalı ünlü filmi ‘İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış.. ve İlkbahar’ ve ‘Boş Ev’ ile yapıtları ruhani bir hava kazanır. ‘Zaman’ ile aşkın geçmekte olan zamana karşı dayanaksızlığı üzerine kafa yorar. 2008 yapımı ‘Rüya’nın asılma sahnesinde baş kadın oyuncusu ölümün eşiğinden döner. Bu olaydan çok sarsılan Kim Ki-duk hayatın ve film yapmanın anlamını sorguladığı yaklaşık dört yıllık bir inzivaya çekilir. Kendisiyle hesaplaşmaya giriştiği bu depresif dönemi, adını bir Güney Kore halk türküsünden alan ‘Arirang’ adlı belgeselinde anlatır.
Kim Ki-duk’un bu kez para ve kapitalist ekonomi ile hesaplaştığı, öncekilerine kıyasla çok daha karanlık ve şiddet yüklü dönüş filmi ‘Acı’nın ana karakteri Lee Kang-do, başkent Seul’un göbeğinde kentsel dönüşüm projesi kapsamında yeniden yapılandırılacak olan Cheonggyecheon bölgesinin izbe atölyelerinde yaşam savaşı veren tornacılara yüksek faizle boç vermiş tefeci patronu adına çalışan, ödenmeyen borcu yoksul esnafı sakat bırakmak yoluyla sigortadan tahsil eden acımasız bir mafya elemanı. Doğar doğmaz terk edildiği sokaklarda büyüyen yalnız ve insafsız genç adam, günün birinde çıkagelen ve onu sokaklara terk eden annesi olduğunu iddia ettiği kadın ile karşılaştığında dünyası değişiyor. Kim Ki-duk ana ile oğul’un şiddetten şefkate dönüşen ödipal ilişkisi çerçevesinde bir kez daha kötülük ile iyilik, günah ile kefaret, intikam ile acıma duygusunun çatışmasını irdeliyor. İlâve olarak, ülkesinin son mucizevi örneklerinden biri olarak gösterildiği çağdaş kapitalizm ve para’nın şiddet, ölüm, öfke, nefret, kıskançlık ve intikam ile ilişkisi üzerine kafa yoruyor. Kim Ki-duk sinemasının farklı okumalara açık simgelerle yüklü görsel dünyasını özleyenler kaçırmasın.
(16 Şubat 2013)
Ferhan Baran
Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda, 14 Şubat’ta Avrupa’da da Gösterime Giriyor
Erol Özlevi’nin yönettiği ve başrollerinde Sinem Kobal, Sedef Avcı, Burcu Kara ile Engin Altan Düzyatan’ın oynadığı Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda, 14 Şubat Sevgililer Günü’nde Avrupa’da da gösterime giriyor. AF-Media GmbH tarafından Almanya, Belçika, Hollanda, Avusturya, Fransa, Danimarka, İsviçre ve Azerbeycan’da 75 sinemada gösterime girecek olan filmin konusu şöyle: Esra evlilik hazırlıkları yaparken, en yakın arkadaşı Didem de tek bekâr kişi olmaktan dolayı panikler. Didem’in sevgilisi Cem’in bekârlığa veda partisinde olduklarını öğrenen kızlar partiye sızarlar.
Ustalara Saygı’da Sevgililer Günü Bu Kez Sanatla Kutlanıyor
Beşiktaş Belediyesi tarafından sekiz sezondur düzenlenen Ustalara Saygı toplantıları, geleneksel Sevgililer Günü etkinliğiyle devam ediyor. Faruk Şüyün’ün hazırladığı Ustalara Saygı: Sevgililer Günü Özel, 11 Şubat Pazartesi akşamı saat 20:00’den itibaren Akatlar Kültür Merkezi’nde izlenebilecek. Gecede Yeşilçam’ın en güzel aşk filmlerinin senaryolarını yaratan Safa Önal da seyircileri o günlerin aşklarına, o günlerin İstanbul’una götüreceği bir konuşma yapacak. Suna Tanaltay’ın sevgi, aşk ve emek üzerine söyleşisinin de dinlenebileceği etkinlikte, sinemanın en sevilen aşk filmlerinden oluşturulan bir dia gösterisi de izlenebilecek.
Ustalara Saygı’da Sevgililer Günü Bu Kez Sanatla Kutlanıyor yazısına devam et
Benim Çocuğum Adlı Belgeselin Galası 19 Şubat’ta Yapılıyor
Çocukları lezbiyen, gey, biseksüel, trans bireyler olan Türkiyeli bir grup anne babanın hikayelerini konu alan, yönetmenliğini Can Candan’ın üstlendiği Benim Çocuğum isimli uzun metraj belgesel, 19 Şubat’ta Atlas Sineması’nda yapılacak galayla seyircisiyle ilk kez buluşacak. Filmin halka açık ilk gösterimi ise 21 Şubat’ta If İstanbul kapsamında, İstinye İstinye Park Cinemaximum Sineması’nda yapılacak. Benim Çocuğum, muhafazakâr, homofobik, transfobik bir toplumda bir yandan aile, bir yandan da aktivist olmanın ne anlama geldiğini yeniden tanımlayan yedi ebeveynin deneyimlerini aktarıyor.
Türk Sinemasının Sultanı Türkan Şoray Bayrampaşa’da Hayranlarıyla Buluşacak
Bayrampaşa Belediyesi, Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü tarafından her ay gerçekleştirilen Kültür – Sanat etkinlikleri kapsamında, Türk sinemasının bir dönemine damgasını vurmuş olan Türkan Şoray Bayrampaşalılar ile buluşacak. 10 Şubat 2013 Pazar günü saat 15:30’da Bayrampaşa Belediyesi Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek olan organizasyonda Türkan Şoray ile Türk sineması üzerine söyleşi yapılacak. Söyleşinin ardından sanatçı Sinemam ve Ben adlı kitabını imzalayacak. Türkan Şoray, kitabında, sinemaya adım attığı günlerin yanı sıra, gençliğine dair bilgilere de yer veriyor.
Türk Sinemasının Sultanı Türkan Şoray Bayrampaşa’da Hayranlarıyla Buluşacak yazısına devam et
İstanbul Modern Sinema’da Chris Marker Filmleri
İstanbul Modern Sinema, Fransız Kültür Merkezi işbirliğiyle düzenlediği Heykeller de Ölür adlı programda, geçtiğimiz Temmuz ayında kaybettiğimiz Fransız sinemacı Chris Marker’ın 14 filmini gösteriyor. Jean-Luc Godard’ın kurmaca filmi dönüştürmesi gibi, Marker da belgeselde devrim yaratarak türün sınırlarını zorlayan filmler üretti. Programın öne çıkan filmleri arasında bilimkurgu hikâyesi Dalgakıran (La Jetée), 1995’te Terry Gilliam’ın 12 Maymun’u ile birlikte yeniden gündeme gelmişti. Öne çıkan diğer bir film ise insan hafızası üzerine karmaşık bir yol filmi olan 1983 yapımı Güneşsiz (Sans Soleil).
İstanbul Modern Sinema’da Chris Marker Filmleri yazısına devam et
11. Ulusal Kısa Film Festivali
11. Ulusal Kısa Film Festivali, Kısa Film ve Kısa Film Öyküsü Yarışması 26 – 31 Mart 2013 tarihleri arasında İKFD (İstanbul Kısa Filmciler Derneği) ve Doğuş Üniversitesi işbirliğinde düzenleniyor. Yarışmaya sinema, video, dijital formatta, Kurmaca, Belgesel, Canlandırma türünde, yapım yılı 2012 Ocak ve sonrası olan filmler katılabiliyor. Son katılım tarihi 20 Şubat 2013 olarak belirlenen yarışmanın Kurmaca dalında birinci, ikinci ve üçüncü filmler seçilecek.
11. Ulusal Kısa Film Festivali yazısına devam et