Romanya Yeni Dalga’sının en önemli ismi Cristian Mungiu’nun geçtiğimiz yıl Cannes Film Şenliği’nden en iyi senaryo ve -iki genç oyuncusu arasında paylaştırılan- kadın oyuncu ödülleriyle dönen son filmi ‘Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri)’nin tek kopya ile de olsa Beyoğlu Sineması’nda gösterime girmiş olması son derece mutluluk verici.
Mungiu’nun 2007 yılında yine Cannes’da büyük ödül Altın Palmiye ile ödüllendirilmiş bir önceki filmi ‘4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün (4 Luni, 3 Saptamani si 2 Zile), kürtajın yasaklanmış olduğu 1980’ler Romanya’sında gayrimeşru hamileliğini yaşadışı yollardan sonuçlandırmak zorunda kalan genç bir kadın ve okul arkadaşının mücadelesinden yola çıkarak, Çavuşesku rejiminin baskısı altında ezilmiş Romanya’nın en çaresiz yıllarını öykülediği çağdaş bir başyapıttır. Genç yönetmen bu ilk filminde tür filmlerinin kalıplarına itibar etmemiş; sözgelimi, beş ayına yaklaşmış ceninin (filmin adı buradan gelir) ucuz bir otel odasında en ilkel yöntemlerle yok edilişini izleyiciden saklayan, buna karşılık şehrin öteki ucunda bir yemek masasında toplanmış davetli topluluğunun gündelik siyaset tartışmalarını tüm detaylarıyla aktaran tercihiyle gerilimi kurmayı başarmış kendine özgü sinemasıyla hayranlığımızı kazanmıştır.
Mungiu bir üçlemenin ikinci halkası görünümündeki bu yeni filminde, bir kez daha iki kez genç kızın odak noktasında olduğu bir öyküye çevirmiş kamerasını. ‘Tepelerin Ardında’ tanınmış Romanya’lı kadın gazeteci yazar Tatiana Niculescu Bran’ın gerçek bir olaydan yola çıkarak kaleme aldığı belgesel roman türünde iki ayrı eserinden yola çıkmış. Filme kaynaklık eden ve yazarın sonradan oyun haline getirilmiş yapıtlarından ‘Ölümcül İtiraflar (Spovedanie la Tanacu)’ Moldavya’da bir manastırda geçen kriminal olay üzerine çarpıcı bir belge niteliğindedir. Yetimhanede birlikte büyümüş Alina ve kendisinden birkaç yaş küçük Voichita’nın hikâyesidir bu. Biri kimsesiz, diğeri babasını 6 yaşında kaybetmiş, annesinin arayıp sormadığı iki küçük beden zorlu çocukluk yıllarında birlikte büyümüş ve arkadaşlığın ötesinde büyük bir tutkuyla birbirlerine bağlanmış. Alina karate dersleri almış, daha savunmasız küçüğünü erkeklerin saldırısından, Alman asıllı pedofilden korumuş. Yetimhaneden ayrılma zamanı gelince farklı seçimler yapmış iki genç kız. Özgürlüğüne düşkün Alina, Almanya’ya çalışmaya gitmiş. İçe dönük Voichita ise kurtuluşu tepelerin ardında küçük bir manastıra sığınmakta bulmuş.
Almanya dönüşü eski arkadaşını ziyarete gelen Alina, eskiden olduğu gibi ve bu defa özgür bir biçimde birlikte yaşama arzusu içindedir. Ancak şartlar değişmiş, seçimler yapılmıştır. Voichita’nın bedeni ve ruhu artık Tanrı’ya ve kiliseye aittir. Alina’nın isyanı fayda vermeyecek, kilisenin esirgeyen yüzünün ardında gizlenmiş dini dogmalar ve korkunç cehalet gencecik bedenini darmadağın edecektir.
Çavuşesku rejiminin kıstırılmışlığını iliklerimize kadar hissettiren bir önceki filminin ardından, Mungiu bu kez de Ortaçağ cehaletini yaşayan bir başka baskıcı ortamda kaybolan bir ruhun çığlığına kulak vermemizi istemiş. Mungiu sinemasının mesafeli ve karanlık yapısı Avusturyalı usta Michael Haneke’nin yapıtlarını hatırlatır. Değişmez görüntü yönetmeni Oleg Mutu’nun Mungiu’nun öykülerine özgü kasvete uygun renk ve ışık çalışması bir kez daha uzun plânlarla, plân sekanslarla desteklenmiş. Kurgudan ve seyircinin duygularını yönlendirmeye yönelik müzik kullanımından özellikle kaçınılmış. Mungiu temel dramatik çatışmanın dışında kalan küçük detayları bir roman örgüsü inceliğinde işlemiş, güzel ve kederli ülkesinin genel panoramasını çizmeye, kaldığı yerden devam etmiş. Sinemasal tavır açısından ülkemizden Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasıyla çok benzerlikleri olan bir sinema Mungiu’nunki. Her iki yönetmenin yapıtlarının birbiri ardına Cannes şenliğinde övgü ve ödüllere boğulması bu açıdan hiç de rastlantı değil.
‘Tepelerin Ardında’ ekonomik geri kalmışlık ve siyasal yolsuzluklarla bunalmış günümüz Romanya’sının Mungiu sinemasıyla süregelen otopsisinin son örneği. İki genç kızın hüzünlü hikâyesinden hareketle hayat, aşk, inanç, özgürlük, dogmalar ve seçimlerimiz üzerine sorular sormamızı sağlayan çağdaş bir başyapıt. Soğuk, kederli ancak duygularla oynama kolaylığını seçmeden boğazınıza bir yumruk gibi oturan filmlerden. Final jeneriğinde yer alan -bizdeki uyarlaması ‘küçücük kuşlar gibi, çekil yuvana yavru melek… sözleriyle başlayan- ninninin ezgisini duyduğunuzda, göz pınarınızda birikmiş yaşlar yerinde duramıyor artık, isyan ediyorsunuz.
(10 Şubat 2013)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com