Bu hafta gösterime giren ‘Lincoln’ ve ‘Zero Dark Thirty’, büyük Hollywood şirketlerinin taze ekonomik krizin sarsıntılarını henüz atlatamamış Amerikan halkına moral desteği kontenjanından üretimine hız verdiği yapımların iddialı son iki örneği. ABD’de büyük seyirci ilgisiyle karşılanan, yaklaşan Akademi ya da bilinen adıyla Oscar ödül törenine ilki 12, diğeri 5 dalda adaylıkla ağırlığını koymuş bu iki yapım, biraz gecikmeli olarak bizde de gösterime girmiş bulunmakta.
Amerikan toplumunu derinden etkilemiş biri güncel diğeri tarihi iki döneme özgü Amerikan bakışıyla ele alınmış bu iki farklı yapımdan ‘Lincoln’ sanıldığı gibi bir biyografi değil. Steven Spielberg’in filmi, Lincoln’ın ikinci dönem başkanlığının iki ay sonrasında Ocak 1865’de başlayan ve Amerikan Sivil Savaşı’nın bitiminden hemen önce Güney eyaletlerinde süregelen siyah ırkın köleliğinin kaldırılmasına ilişkin olarak anayasanın 13. maddesindeki düzenlemeye ilişkin kulis çalışmaları ve meclis tartışmaları üzerine kurulmuş bir yapım. Neredeyse tamamına yakını kapalı mekânlarda geçen bu çok geveze film, Lincoln’ün özel hayatından, ruhsal sorunları olan acılı eşinin ve biri küçük diğeri savaşa katılmak isteyen yetişkin oğluyla aile yaşamından kısa kesitlere yer verse de ağırlıklı olarak köleliğin kaldırılmasına ilişkin başkan Lincoln’ün kişisel mücadelesi üzerine kurulu. Kişisel diyorum çünkü bu tarihi mücadele, Spielberg sinemasının artık gerçekten kabak tadı vermiş çocuksu ve naif tarihsel yorumlarının izinde, ekonomik bağlamından soyutlanmış haliyle başkan ve etrafındaki bir avuç vicdan sahibi Amerikalı politikacının başarısı olarak sunulmuş. Ne Afrikalı özgür ve ucuz işçi yığınlarına göz dikmiş sanayi toplumu Kuzey ile Güney’in tarım ekonomisinin itici gücü bedava kölecilik geleneğinin çıkar çatışması, ne de söz konusu anayasa değişikliğinde Afrikalı Amerikalıların örgütlü desteği ve yaman mücadelesi Spielberg’in ilgi alanına girmiyor. Mekânlardan kostümlere her bir ayrıntıyla titizlikle uğraşılmış. Arşiv fotoğrafları neredeyse birebir yeniden üretilmiş. Üstelik Daniel Day-Lewis gibi fiziği ABD başkanına uygun bir büyücü oyuncuyla da çalışılmış. Ancak tüm bunlar Spielberg sinemasının John Williams müziğiyle duyguların tahrik edildiği sinemasının demodeliğini örtmeye yetmiyor.
Amerika Birleşik Devletleri’ni -kibar kiralık katil Jackie Cogan’a inat (‘Amerika bir ülke değil, kötü yönetilen bir işletmedir’ bkz. Kibarca Öldürmek / Killing Them Softly)- bir demokrasi ve özgürlük ülkesi olarak kutsayan ‘Lincoln’ ile moral bulan Amerikan halkı, büyük Hollywood şirketlerinden Sony/Columbia yapımı ‘Zero Dark Thirty’de gecikmiş bir intikamın kurgusal hikâyesiyle rahata ermiş olmalı. Gözüpek milliyetçi kadın yönetmen Kathryn Bigelow’un (bkz. Ölümcül Tuzak / Hurt Locker) Usame Bin Ladin’in gece yarısını otuz dakika geçe (filmin adı buradan geliyor) Pakistan’da saklandığı evde öldürülmesine ilişkin filmi tam bir kısasa kısas üslûbunda. Yirmi yıllık kelle avcılığı sürecinin nedenleri, nasılları, İslâmi Cihat örgütünün doğuşu, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgâli sırasında aralarında Bin Ladin’in de bulunduğu İslâmcı gerillaların CIA tarafından nasıl desteklendiği ve eğitildiği, ABD’nin Irak’ı işgâlinin Batı emperyalizmine karşı nefreti nasıl körüklediği vs. bu gibi sorularla hiç işi yok ne bu filmin ne de Bigelow’un. Nitekim ikiz kulelere saldırı sonrasında karanlıkta çığlıklarla açılan film, hemen ardından Bin Ladin’in saklandığı yeri arayan CIA ajanlarının yakaladığı şüphelilere uyguladığı işkence sahnelerine atlıyor. Böylece işkence sahneleri bu süreçte doğal ve kabul edilebilir olarak gösteriliyor. Finaldeki operasyon sahnesi de bir aksiyon filmi gerilimiyle kotarılarak rövanş alınmış oluyor. Böylece Amerikan halkı rahatlıyor, ferahlıyor ve bu şiddet gösterisi CIA ajanının sevinç gözyaşları eşliğinde bir çeşit katarsis aracına dönüşüyor.
(10 Şubat 2013)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com