Cinedergi 55 Yayında

Sanal dünyanın en kapsamlı sinema dergisi Cinedergi 55. sayısıyla yayında. Bu ayın öne çıkan başlıkları: Müge Boz, Volkan Keskin, Özlem Yılmaz, Osman Evre Tolga, İpek Veda Yurtsever ve Neslihan Atagül.
Karaoğlan’ı canlandıran Volkan Keskin Karaoğlan’daki kadın karakterlerin erotik olması konusunda açıklamalarda bulunuyor. Türk sinemasının nabzını tutan Sindrella, Diziden TV.ye köşesi; eleştiri, vizyon, pek yakında, albümler, kitaplar, festivaller; hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi’nin yeni sayısında.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Cinedergi 55 Yayında yazısına devam et
  • Büyük Usta Fred Zinnemann’dan İki Başyapıt: Kahraman Şerif ve İnsanlar Yaşadıkça

    Gerilimden kara filme, westernden dramaya kadar birçok film yöneten Fred Zinnemann usta hatırlanmayı her daim hak ediyor “Kahraman Şerif” ve “İnsanlar Yaşadıkça” sinema tarihine altın harflerle yazıldı. Ustanın, hatırlanması ve görülmesi gereken filmleri var.

    Fred Zinnemann, 29 Nisan 1907’de Viyana’da doğdu. Avusturya kökenli yönetmen Amerikan vatandaşlığına geçti. Zinnemann, 14 Mart 1997’de Londra’da vefat etti. Ustanın son filmini, 1982 yapımı “Five Days One Summer-Geçen Yaz 5 Gün” vasiyet filmini sinema perdesinde görmüştük. Bu film 1984 kışında vizyona çıkmıştı. 1930 yapımı “Menschen Sonntag am-Pazar İnsanları” sessiz filminde adı geçmese de filmde çalıştı ve bu onun sinemaya da girişiydi. Filmde Kurt Siodmak’ın da adı geçmiyor ön jenerikte. Hatta Rochus Gliese’nin de. Bir bakıma onlar yardımcı yönetmen olarak değerlendirilmiş olabilir. Filmin ön jeneriğinde yönetmen olarak Robert Siodmak ve Edgar G. Ulmer’in adı geçiyor. Berlin’de beş insanın bir gününü anlatan bu filmin senaryo yazarları arasında sonradan büyük yönetmenlerden olacak Billy Wilder da vardı. Hikâyeyi de Kurt Siodmak yazmıştı. Film, oyuncusu olmayan bir film diye başlıyor. Hayatlarında ilk defa kamera karşısında olan insanlar çekimler sonrasında kendi hayatlarına dönmüşler. Filmin kameramanı Eugen Schüfftan (1893 – 1977), sinemanın gelişimine çok büyük yararları dokundu. Özel efektlerde sıçrama yaptırdı. “BlueScreen” tekniğini bulmuştu. Arka plân denemeleri sinemanın bulunuşundan beri araştırılan bir teknikti. Schüfftan bunu geliştirdi ve sinema onun geliştirdiklerini kullanmaya başladı. Daha sonraları “GreenScreen” gelişti. “BlueScreen” tekniğinde, araba gidiyormuş izlenimi yaratılıyor, arka plânda da yol ve manzara görüntüleri yansıtılıyordu. En azından Christopher Reeve’in Clark Kent olduğu klâsik “Superman – Süpermen” serisini düşünün. Günümüz sinemasında “GreenScreen” kullanılıyor ve arka plânın farkına bile varılamıyor. Bu büyük kameraman, Fritz Lang’ın 1927 yapımı bilimkurgusu “Metropolis”in kameramanıydı her şeyden önce. Bu sessiz filmde taksi şoförü (Erwin Splettstösser), plâk satıcısı (Brigitte Borchert), şarap satıcısı (Wolfgang von Waltershausen), filmlerde çalışan biri (Christl Ehlers) ve nevrasteniğe düşmüş, yani vücudunda aşırı yorgunluk hisseden manken (Annie Schreyer) hikâyeleri yansıyor. Zinnemann, 1937’den 1942’ye kadar çoğunluğu Hollywood’un büyük stüdyolarından Metro-Goldwyn-Mayer’de (MGM) kısa filmler yaptı.

    Kendisine ait ilk uzun filmini 1942’de çekti Zinnemann. “Kid Glove Killer” (Çocuk Eldivenli Katil) suç filmine kriminolojik açıdan ilham verici deniliyor. Elbette film MGM’de yapıldı. Bu film ülkemize uğramadı. 1952 yapımı “High Noon-Kahraman Şerif” ülkemizde vizyona çıkan ilk filmiydi. 1953 yapımı “From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça” savaş filmi, ustanın ülkemizde vizyona çıkan ikinci filmiydi. İlk renkli ve sinemaskop filmini “Oklahoma!” adındaki western-müzikaliyle gerçekleştirdi. 1959’daki “The Nun’s Story-İnsanlık Uğruna”, 1960’taki “The Sundowners-Gün Batışı”, 1964’teki “Behold a Pale Horse-İntikam Ateşi”, 1966’daki “A Man for All Seasons-Her Devrin Adamı”, 1973’teki “The Day of the Jackal-Çakalın Günü”, 1977’deki “Julia” filmleri de vizyona çıkabildi ülkemizde.

    “Kahraman Şerif…”

    United Artists’in sunduğu 1952 yapımı “High Noon-Kahraman Şerif” western filmi, yazar John W. Cunningham’ın “The Tin Star” (Teneke Yıldız) romanından uyarlandı. Teneke yıldız, şerif rozeti anlamına geliyor. Filmin senaryosunu Carl Foreman yazdı. Müzikleri Dimitri Tiomkin besteledi. Stilize muhteşem siyah-beyaz fotoğraflarsa Floyd Crosby’nindi. Filmin süresi 85 dakika. Saat, filmdeki önemli oyunculardan. Film, ağırlıklı olarak gerçek zamanlı. “High Noon”un anlamı, “Tam Öğle Vakti” demek… Bu filmin, vakti zamanında suskunluğunu sürdüren entelektüellere de eleştiri getirdiği söyleniyor. Senatör McCarthy’nin “cadı kazanı”na öfke hissediliyor filmde. “Kahraman Şerif”, alegorik filmlerden biri. Ama bu filmi şimdi muhafazakâr olarak değerlendirenler bile var. John Wayne, sol liberal olarak gördüğü “Kahraman Şerif” filmine tepki göstermiş ve Howard Hawks’un westerni 1959 yapımı “Rio Bravo-Kahramanlar Şehri” filminde oynamış Warner Bros. sunumuyla. Wayne, “Kahramanlar Şehri”yle “Kahraman Şerif”e cevap vermiş oluyor. “Kahraman Şerif” filminin başrolü için Henry Fonda düşünülmüş önce. Fonda, sol görüşlü olduğu için McCarthy’nin çengeline takılıyor. Bu yüzden filme zarar gelmemesi için Fonda rolü kabul etmemiş.

    “Kahraman Şerif” filmindeki şarkıları Tex Ritter söylemiş. Film, “Do Not Forsake Me, Oh My Darlin” (The Ballad of High Noon) şarkısıyla da Oscar almıştı. Bu şarkıyı filmin ön jeneriğinde duyuyorsunuz ve filmin ruhuyla buluşuyor. Yedi dalda aday olduğu Akademi’den dört Oscar aldı “Kahraman Şerif” filmi. Şarkı dışında erkek oyuncu (Garry Cooper), kurgu (Elmo Williams ve Harry W Gerstad), müzik (Dimitri Tiomkin) dallarında da Oscar kazanmıştı film. Sabah… Jack (kartal profilli Lee Van Cleef) bir atlıyla buluşuyor, sonra onlara bir kovboy daha katılıyor. Bunlar, Frank Miller’ın kardeşi Ben (Sheb Wooley) ve Pierce (Robert J. Wilke). Üçü atlarının üzerinde New Mexico’nun huzurlu küçük kasabası Hadleyville’in meydanına geldiklerinde kilisenin çanları da çalıyor. Kasabalılar, bu üç kovboyu gördüklerinde tedirgin olmaya başlıyorlar. 1860’lı yıllar. Kasabanın şerifi Will Kane (Cooper) emekliliğe hazırlanıyor ve nişanlısı Amy Fowler’la evleniyor ama kilisede değil. Çünkü Amy, Quaker mezhebinden. Onlar, Hıristiyan pasifistlerden. Amy öyle güzel ki, insanı titretiyor güzelliğiyle. Bu güneşli sıcak Pazar günü önceki günlere de benzemiyor. Will’in yıllar önce yakalayıp hapse attırdığı Frank’ın (Ian McDonald) öğlen treniyle kasabaya geleceği haberi alınıyor. Gelen üç yabancı kovboy da Frank’ın adamı. Tipik bir kasaba. Üç kovboy atlarıyla meydanda ağır ağır giderler. Atlarını bağlarlar. Berberdeki saat de 10:35’i gösteriyor. Filmin bazı anlarında yönetmen saatin kaç olduğunu gösteriyor seyircilere. Kovboylar tren istasyonuna gidip beklemeye başlıyorlar. Evlendiği ve emekliye ayrıldığı gün Will’e telgraf geliyor, Frank’ın salıverildiğine dair. İleri gelenler Will’den kasabayı terk etmelerini istese de Will terk edemiyor. Frank’ın ve Will’in eski sevgilisi Helen Ramirez’le (Katy Jurado) olan şerif yardımcısı Harvey Pell (Lloyd Bridges) fırsatçının biri. Frank’a karşı kasabada kimse Will’in yanında değil. Helen kasabayı terk etmek için hazırlanıyor. Will’in karısı Amy bir pasifist, yani barışsever olduğu için kasabayı terk etmeler için Will’e yalvarıyor. Gözü dönmüş bir intikamcıdan hayat boyu kaçılablir mi? Yeni şerif daha gelmemiş. Gerilim de usul usul yükseliyor. Elbette kasabanın “saloon”u da var. İçki içilen ve kumar oynanan. Bu “saloon” Helen’in. Beklemekten boğazı kuruyan Ben “saloon”a gelir, itibarla karşılanır orada. Yardım arayan Will kimseyi yanında bulamıyor. Frank’ın şerifi öldüreceğini düşünüyorlar. “Saloon” müdavimlerinin çoğu Frank’a sempati gösteriyorlar. Korku insanları sindiriyor, silikleştiriyor. Tıpkı McCarthy baskısı gibi. Will bir umutla kiliseye gidiyor. Orada yardım için derin tartışma yapılsa da yine yalnız kalıyor. Will’le Harvey’in ahırdaki dövüşü de muhteşemdi. Saat 12:00’ye gelirken herkes tedirgin bir bekleyişe giriyor. Tren vaktinde, tam öğle vakti istasyona giriyor canavar düdüğünü öttürerek. Trenden Frank inerken, trene Amy ve Helen biniyor. Will meydanda tek başına. Kamera yukarı yükseldiğinde onun yalnızlığı daha da bir fark ediliyor. Ve çatışma başlıyor. Kedi-fare oyunu gibi her şey. Çatışma sahnelerindeki fotoğraflar çok çarpıcı. Trenden inen Amy, kötülerden birini, Pierce’ı vuruyor, ama Frank onu rehin alsa da, iyi olan kötü karşısında kazanıyor finalde. Teneke rozeti yere atan Will, Amy’yle kasabadan uzaklaşıyor Tex Ritter’in ön jenerikte söylediği şarkısıyla.

    “İnsanlar Yaşadıkça…”

    1955’te ülkemizde vizyona çıkmış filmin orijinal adının anlamı, “Buradan Sonsuzluğa” demek. Zinnemann’ın 1953’te yazar James Jones’tan uyarladığı “From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça”, Amerika’nın II. Dünya Savaşı’na katılma nedenini anlatıyor. Columbia’nın sunduğu film, Japonların Hawaii’de Pearl Harbor saldırısını anlatıyor. Ama öncesinde askeri üssün insanlarının günlük hayatları yansıyor perdeye. Başçavuş Milton Warden (Burt Lancaster), Yüzbaşı Dana “Dinamit” Holmes’un (Philip Ober) güzel ve büyüleyici karısı Karen’le (Deborah Kerr) ilişki yaşıyor. Er Robert E. Lee Prewitt (Montgomery Clift), askerliğe katılmadan önce bir boksörmüş. Holmes onu boks yapması için ısrarlı olsa da Prewitt dövüşmek istemeyince hayatı cehenneme dönüyor. Bu film Akademi’den tam sekiz Oscar kazandı. Film, yönetmen (Zinnemann), uyarlama senaryo (Daniel Taradash) kurgu (William A. Lyon), görüntü (Guffey) yardımcı erkek oyuncu (Frank Sinatra), yardımcı kadın oyuncu (Donna Reed) ve ses (John P. Livadary) dallarında Oscar kazandı. Lancaster, Kerr ve Clift adaylıkta kaldı sadece. Filmin müziklerini George Duning yapmıştı. Siyah-beyaz görüntülerse Burnett Guffey’ye aitti. “Baba” romanında yazar Mario Puzzo, Frank Sinatra’nın “İnsanlar Yaşadıkça” filminde oynamak için mafyadan yardım aldığını iddia ediyordu. Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather-Baba” filminde bu olay ayrıntılı yansıyordu. Hollywood yapımcısının değerli yarış atının başı kesiliyordu. Romandaki ve filmdeki şarkıcı-oyuncu Johnny Fontane’di. Don Vito Corleone’nin vaftiz oğluydu. “İnsanlar Yaşadıkça” filminde, 1951-58 yılları arasında televizyonda yayımlanan “Adventures of Superman-Süpermen’in Maceraları” dizisinde Clark Kent olan George Reeves de vardı. Reeves, Zinnemann’ın filminde Çavuş Maylon Stark karakterindeydi. Reeves, Los Angeles’taki evinde ölü bulunmuştu. Başında kurşun vardı. Yönetmen Allen Coulter, 2006 yılında “Hollywoodland-Hollywood Ülkesi” filminde bu Reeves cinayeti üzerinde durmuştu. Ben Affleck, Reeves’i, Adrien Brody de özel dedektif Louis Simo’yu canlandırmıştı.

    Hawaii’deki Schofield Kışlası, 1941… Askerler tüfekli yürüyüş yaparken Robert “Prew” Prewitt piyade kıyafetleriyle kışlaya geliyor. Dışarıda temizlk yapan Angelo Maggio’yla karşılaşıyor. Prew (Montgomery Clift) ve Maggio (Frank Sinatra) eskiden tanışıyorlar. Prew, Honolulu’daki Port Shafter’dan bu kışlaya gelmiş. Prew bando bölüğünde borazan çalıyormuş. Prewit, Scholfield Kışlası’nda G Bölüğü’ne katılıyor. Yüzbaşı boksör olduğunu bildiği Prew’e boks takımına katılması için zorlasa da Prew direniyor. Başçavuş Milton da, Karen’le ilk defa karşılaşıyor. Bir kıvılcım çakıyor. Karen mutsuz. Terfi etmeyi hayal eden yüzbaşı kocasının kendini başka kadınlarla aldattığını biliyor. Çocukları da yok. Askerler de içki içip bilardo oynuyorlar gazinoda. Boks takımı Prew’i kendi yanlarına çekmek için baskı kuruyor bir yandan. Talimlerle beraber Prew’in hayatı cehenneme dönüyor. Buna bölükte “muamele” diyorlar. Mezar kazıyor, mıntıka temizliği yapıyor, en ağır bulaşıkları yıkıyor vs. Onun inadını kırmaya çalışıyor boks takımı. Herkes tarafından sevilen Başçavuş Milton da uzaktan izliyor her şeyi. Prew’in en iyi dostu Maggio. Yağmurlu gecede yüzbaşının evine giden Milton, yüzbaşının baş döndüren karısıyla karşılaşıyor. Kısa pantolon giymiş Karen, başçavuşun da başını döndürüyor. Miton, ilk öpücüğü de alıyor Karen’den. Onlar öpüşürken, kamera stilize bir çekimle geriye doğru kayıyor ve pencereden dışarı çıkıyor. Prew için ilk defa çarşı iznine çıkıyor. Maggio’nun kendisine verdiği gömleği de giyiyor. Milton da kışlanın dışında. Başçavuş sivil takımlarını giyinip Karen’le buluşmaya gidiyor, ama Karen gergin. Geçmişte başka erkeklerle macerası olmasına rağmen. Prew ve Maggio, Hawaii gömlekleriyle kendilerini şehre bırakıyorlar. Sonra sadece üyelerin alındığı Yeni Kongre Kulübü’ne dalıyorlar. Başçavuş James R. “Şişko” Judson (Ernest Borgnine) piyanonun başında oturmuş coşkuyla çalıyor. Prew’in gözü Alma “Lorene”e (Donna Reed) takılıyor. Orada erkekleri mutlu eden kadınlardan biri Lorene. Prew, ona aşık mı oluyor? Maggio, kendine “Pis İtalyan” diyen Şişko Judson’la çatışıyor, ama bu çatışma filmin derinliğinde öfkeli bir şiddete dönüşüyor. Pasifik’in dalgalarına kendilerini bırakmış Milton ve Karen, sinema tarihine geçen plaj anlarını yaşatıyorlar. Karen, çarpıcı mayosuyla daha da büyülüyor. Öpüşürlerken, Karen’i kıskanmaya başlıyor Milton. Karen’in Çavuş Maylon’la ilişkiye girmesini daha çok. Sonra Karen, bebeğini nasıl ölü doğurduğunu anlatıyor Milton’a. Kocasının vurdumduymazlığı belki de onu başka erkeklerin kollarına itmiş. Herkesin bir hikâyesi var filmde. Lorene’le aşkları büyüyen Prew, askerliği sevdiğini söylüyor. Loren’e, “Bir erkek bir şeyi seviyorsa, sevgisine karşılık görmesi gerekmez” diyor. Kadınlar bu duyguyu anlamlandıramıyor. Gerçekten önemli bir bakış bu. Nöbetten kaçıp şehirde sarhoş olan Maggio, altı ay cezaya çarptırılıyor ve gittiği yer de “Şişko” Judson’ın hapishanesi. İşkenceler ve trajedi Maggio’yu bekliyor gecikmeden. Karen, Milton’ı subay olamaya zorlarken, kocasından da ayrılmayı düşünüyor. Prew ve Lorene arasında da sorunlar başlıyor sonra. Lorene, bir askerin karısı olmayı istemiyor çünkü. Maggio’nun ölümünden sonra borazan çalan Prew, sonra “Şişko” Judson’la bıçaklı kavga ediyor ve onu öldürüyor. Bu dramlar yaşanırken o an geliyor. Japonlar, Pearl Harbor’u uçaklarla bombalamaya başlıyorlar. Tarih, 7 Aralık 1941… Trajedilerin ve ayrılmaların yaşandığı filmin sonunda gemide, Karen ve Lorene’in konuşmaları insanları etkiliyor. Elbette Amerika, bu saldırının ardından savaşa girmek için bir neden yaratmış oldu. Amerika savaşa girmeseydi, savaşın sonu ne olurdu? Naziler ve İtalyan faşistleri mağlubiyete uğratılabilir miydi?

    (13 Ocak 2013)

    Ali Erden

    ailerden@hotmail.com