Ardı ardına iki ölümle, biri çocukluğumun, biri… eh hadi, gençliğimin diyeyim, iki yıldızı uçtu gitti. 79 yaşındaki Annie Girardot, on yıldar Alzheimer’le mücadele ediyordu. Jane Russell ise ondan on beş yaş büyüktü. Russell, çocukluğumun en has yıldızlarından biridir. Hem esmer, hem güzeldir (çeşitle sitelerdeki ‘kumral’ tanımlamasını hayretle karşılıyorum). Ayrıca, kahramandır, tabancalıdır, kovboy kılığı giyer. Pekos Bill’in mıymıntı (ve sarışın) Küçük Sue’suna karşı, hayalim ve kahramanım olan Kalamiti Ceyn’in ta kendisidir. Dillere destan göğüs ölçüleri ve bir filmin yıllarca rafta kalmasına neden olan özel sütyeni, haliyle beni pek ilgilendirmiyordu. “Erkekler Sarışınları Sever”de Marilyn Monroe’ya refakat eden kadın olarak tanınmasına çok sinirlenirdim, halen de sinirlenirim. Ama adı böyle olan bir filmden ne beklersin zaten? Esmer bir kız çocuğu olarak, sarışınlara öfkeleniyordum tabii.
Annie Girardot ise, sinemayı sinema olarak bildiğimiz, esrarına varmaya başladığımız yılların eşsiz yıldızlarından biridir. Onu belki de ilk olarak Luchino Visconti’nin hikâyesi ve karakterleriyle (doğal alarak da, oyuncularıyla) aklımdan çıkmayan filmi “Rocco e i Suoi Fratelli / Rocco ve Kardeşleri”nde (1960) gördüğümü hatırlıyorum. Oysa Nazi işgâli sırasında okuduğu Konservatuar’dan sonra girdiği ve çok başarılı olduğu Comédie-Française’den sinemaya geçeli dört yıl olmuş. Tiyatrodayken de “La Machine à Ecrire / Daktilo” adlı oyununda oynadığı Jean Cocteau, onu göklere çıkarmıştı.
Sinemaya 1956’da başlamış olsa ve dört yıl içinde dokuz film yapsa da, kendini, Visconti’nin filminin trajik Milanolu fahişesi Nadia olarak göstermişti, tuhaftır, İtalyanca dublajlı bir rolde. İki kardeşin, kaba ve sert, sabık boksör Simone ile (Renato Salvatori), melek gibi Rocco’nun (Alain Delon) arasına girmişti. Kıskanç Simone, Rocco’yu dövüp Nadia’ya tecavüz ediyordu. Onun kadını defalarca (13 kez) bıçakladığı sahne akıldan çıkacak gibi değildir. Kendini bırakan Nadia’nın kurbandan farkı yoktur. Yanlış hatırlamıyorsam, bu sahne İtalyan sansürünü geçememişti.
“Rocco ve Kardeşleri”, yirmili yaşlarımın en unutulmaz filmlerinden biridir. Mukayesesiz yakışıklı (daha doğrusu, güzel), bir miktar da yetenekli Delon’u beğensem de, Renato Salvatori’ye hayran kalmıştım. Girardo ile ikisinin performansları muhteşemdir. Daha önce de fahişeler ile lekeli kadınları canlandırmış olan Annie Girardot, 60’lı yıllarda başka İtalyan filmlerinde, hatta daha sonra Luchino Visconti’nin Paris’te sahneye koyduğu iki oyunda oynadı. O sıralarda, İtalyan sinemasının en iyi karakter aktörlerinden biri olan Salvatore ise Simone’ye gelene kadar sekiz yıldır film çekiyordu. Girardot ile filmin setinde tanıştılar, 6 Ocak 1962’de evlendiler. Giulia diye bir kızları oldu. Daha sonra ayrıldılar ama aktörün 1988’de sirozdan ölümüne kadar boşanmadılar.
Girardot sinemadaki karanlık rollerine karşın, 1954 ile 1957 arasında Comédie-Française’de Molière ve Marivaux komedileri ile tanınmıştı. En çok, Molière’in “Tartuffe”ündeki nüktedan hizmetçiyi oynamayı severdi. Rocco ile aynı yılda oynadığı Alexandre Astruc filmi “La Proie pour l’Ombre” ise, onun ezilen kadın rollerinden kurtuluş filmidir. Sonraları hem komediler, hem dramlarda güçlü kadınları oynadı. 1965’te Venedik’te Marcel Carné’nin “Trois Chambres à Manhattan”ı ile En İyi Kadın Oyuncu ödülü aldı. Altı Lelouch filmi, dört André Cayatte filmi ve dört Philippe de Broca filmi oynadığı 1970’li yıllarda parlak bir yıldızdı. Philippe Noiret ile birkaç filmde hoş çiftleri canlandırmışlardır; özellikle de Girardot’nun, Yunanca profesörü Noiret’ye âşık bir polis müfettişini oynadığı “Tendre Poulet”de. Üç kez César aldı: “Docteur Françoise Gailland” (1975) ile En İyi Kadın Oyuncu dalında, daha az film çevirdiği yıllarda da Claude Lelouch’un “Les Misérables / Sefiller”i (1995) ve Michael Haneke’nin “La Pianiste / Piyano Öğretmeni”yle (2001). “Sefiller”le heykelciği alınca ağlamaya başlamış ve “Sevginiz belki, bakın belki diyorum, tamamen ölmediğimi düşünmeme neden oluyor,” demişti. “Fransız sineması beni özledi mi, bilmiyorum ama ben onu özledim -çılgınca, umutsuzca, acı içinde.”
1980’li ve 90’lı yıllarda gene bir yıldızdı, gene övgüler alıyordu ama daha az film yapıyordu. Haneke 2005’te “Caché”de ona Daniel Auteuil’in yatalak ama cin gibi annesini oynattı. O sıralarda tek kişilik “Madame Marguerite”le de Paris sahnelerine dönmüştü. Daha önce Alzheimer tedavisi görmüştü ama 2007’den itibaren, gene Alzheimer teşhisi konmuş ağabeyi Jean ile birlikte Paris’te bir özel klinikte yaşıyordu. Yönetmen, besteci ve şarkıcı Bob Decout ile uzun süreli bir ilişki yaşamıştı. Ölümünü torunu Lola Vogel duyurdu.
Annie Girardot, 1970’li yıllarda ülkesinde büyük bir yıldızdı. Ama 1972’de onları geride bırakıp Fransa’nın en popüler oyuncusu olsa da, hiçbir zaman Jeanne Moreau ya da Brigitte Bardot gibi ünü Fransa sınırlarını aşmadı, onlar gibi seks sembolü olarak görülmedi. François Truffaut gibi Yeni Dalga yönetmenlerinin de ilgisini de, nedense, çekmedi. Olsun varsın, bizim hayatlarımızı zenginleştirdi. Yolun açık olsun diyoruz!
Miss Jane Russell’a gelince, ebediyyen Kalamiti Ceyn’imsiniz!
(03 Mart 2011)
Sevin Okyay