Ayşe Şasa, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi senaryo yazarlarından biri… 13 yıl çok yakınında olduğu Kemal Tahir yanı sıra, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz, Yaşar Kemal, Bülent Oran, Giovanni Scognamillo, Halit Refiğ, Metin Erksan, Atilla Dorsay gibi Türk kültür hayatının pek çok değeri uzun yıllar Ayşe Şasa’nın, yanı başındaydı, hayatından gelip geçti. Ayşe Şasa, sağlık durumundaki ciddi bozulmalara rağmen, senaryoları, yazıları ve kitaplarıyla, daima Türk sinemasının ve kültür hayatının merkezinde oldu.
Birkaç hafta önce “Bir Ruh Macerası” adlı kitabından yola çıkarak Ayşe Şasa’nın kültür ve sinema hayatımıza katkılarına yakından bakmaya çalışmıştık. 04 Ocak 2010’da yayınlanan bu yazımızın başlığı “Ayşe Şasa’nın ‘Ruh Macerası’na kayıtsız kalmayın”dı. Ayşe Şasa’nın bir diğer kitabı “Yeşilçam Günlüğü”nden yararlanarak yazdığımız, “Ayşe Şasa’nın ‘Yeşilçam Günlüğü ve ‘Yorulmayan Savaşçı’ Kemal Tahir” adlı yazımız Türk sinemasının gizli ve gerçek tarihini öğrenmek isteyenlere çok yararlı ipuçları ve takip edilmesi, izlenmesi gereken ekmek kırıntıları sunuyor.
“Yeşilçam Günlüğü” ve “Bir Ruh Macerası” adlı kitaplar aracılığıyla hayatının ikinci yarısında Türkiye’nin deruni varlığındaki mevcut yoğun iman potansiyelini – Öteki Türkiye’yi- tanıma fırsatına ermiş bir insanın (Ayşe Şasa’nın) yüreğine yolculuk yapıyorsunuz.
“Gerçeğin Değişkenliği Kemal Tahir” adlı kitabında Halit Refiğ, Ayşe Şasa ve Kemal Tahir için şunları söylemiştir: “1958’den 1965 yılına kadar Kemal Tahir ile aramızda hiçbir ciddi ideolojik tartışma olmadı. Ben O’na olağanüstü bir bilge saygısıyla bakıyordum. O büyük ölçüde Selanik kökenli olmamdan ötürü benim solculuğumu pek ciddiye almıyordu.Metin Erksan, Atıf Yılmaz ve Ayşe Şasa gibi öbür meslekdaşlarımın da sık sık katıldığı toplantılarda konular ideolojik meselelerden çok sanat ve toplum ilişkileri üzerinde yoğunlaşıyordu. Kemal Tahir filmcilerin kendisine gösterdiği ilgiden memnundu. Ama Yeşilçamlılarla fazla yüz göz olup Marksizmi sulandırma ithamı ile karşılaşmaktan da bir ölçüde çekindiğini hissediyordum. (…) Kemal Tahir, filmciler arasında en çok Metin Erksan’a değer verirdi. En sevdiği Türk filmi de Metin Erksan’ın yarattığı “Sevmek Zamanı”ydı. Benim yaptığım filmlerin hiçbirinden çok fazla hoşlanmadığını hissettim.”
Ayşe Şasa Hatırlıyor:
“İçine doğduğum zümre ticaret burjuvazisiydi, elit bir zümreydi. (…) Yönetici zümrelerden gelen, çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca bu zümrenin öldürücü zehrinden -yabancılaşmadan- fazlasıyla pay almış biriyim. Çok istediğim halde içinden çıktığım zümreyi sinemada, beyazperdede tasvir etmek, bu zümreyle olan gerilimli akrabalık bağımı derinlikli bir şekilde ele almak ne yazık ki bana nasip olmadı. Oysa sanatçılar için bu tür hesaplaşmalar çok verimli arınma vesileleridir. Dahası, Türk sinema tarihi boyunca yönetici zümreler beyazperdede daima dıştan, uzaktan, yüzeysel olarak anlatılmışlardır. Reha Erdem’in ‘A Ay’ıyla, Kutluğ Ataman’ın ‘Karanlık Sular’ adlı filmleri bu açığı ilk kez gözle görülebilir şekilde kapatmıştı.
(…) Benim yetişme çağımda Burjuva ailelerde hala Tanzimat’tan gelen yabancı dadı çalıştırma geleneği sürüyordu. Ailem de bu kötü ve korkunç geleneğin etkisi altındaydı. Ailem, bana çok büyük bir iyilik yapmış olduğunu düşünerek, beni hepsi de İkinci Dünya Savaşı cehenneminden kaçmış ve ruhen sakat olan kimi Yahudi, kimi Katolik, kimi Protestan birtakım dadılara teslim etti. Ailem, bu insanları kafasında idealize ettiğinden dadılarımdan fiziksel ve ruhi çok şiddet gördüm. (…) Çok yalnız ve bedbaht bir çocukluk yaşadım. Aşırı iletişimsiz bir dünyada büyüdüm. İleride şizofreniye kadar yol açacak düzeyde bir iletişimsizlik yaşadığım için beyazperdeyi milyonlarca insanla iletişim kurma aracı olarak seçtim. Bir de, fantezilerimi canlanmış, filme çekilmiş olarak görmenin sevinci bana çocuk heyecanı verirdi. (…) Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, ’iyi bir Batılı’ olmamı arzulayan ebeveynlerim tarafından ellerine teslim edildiğim yabancı uyruklu dadılarımdan dolayı yoğun Yahudi-Hıristiyan etkilerine tabi oldum. (…) Bir zamanlar hem Ateisttim, hem de Marksisttim. (…) Bugün geriye döndüğüm zaman, hayat hikâyemi bir film sinopsisi (konu özeti) gibi özetleyebiliyorum.1960 yılında 18 yaşımda sinemaya adım attığımda, Marksist dünya görüşünü beyazperde aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi… Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren sinema seyircisine borçluyum.
(…) 30 yaşımda başlayıp 48 yaşıma kadar süren ağır bir ruhsal çöküş yaşadım.
(…) Bugün kendimi Müslüman olarak tarif ediyorum. (…) Yahudi ya da Hıristiyan değil, Müslüman olduğuma açıklıkla karar verdikten sonradır ki, zenaatımda, sinemada da yürünmesi gereken yolun apayrı bir estetik anlayışın sınavından geçmesi icap ettiğini kavradım. Trajik dünya görüşünü reddedip, trajik-olmayanın peşine düşmem bu dönemece rastlar.”
Ayşe Şasa’nın Hayatının Dönüm Noktası: 1981
Ayşe Şasa’nın hayatında dönüm noktası 1981 yılıdır. O yıl İbnü’l Arabi’nin “Fusüsu’l-Hikem” adlı kitabını (Kabalcı Yayınevi tarafından Ekrem Demirli’nin çevirisi ve şerhiyle yayımlanmıştır) okumaya başladı. Klasik anlamıyla bir tasavvuf kitabı olmayan “Fusüsu’l-Hikem”, Avrupalı ve Amerikalıların teozofi, İslam filozoflarının ise ilm-i ilahi ya da marifetullah olarak tanımladıkları bir disiplini temellendirmeyi hedefleyen özgün bir kitaptır. “Fusüsu’l-Hikem” İbnü’l Arabi’nin öğrencisi Sadreddin Konevi’ye göre bir metafizik kitabıdır ve Allah’ın varlığını, O’nun alemle ilişkisini konu edinmektedir.
Ayşe Şasa’yı Tedavi Eden Kitap “Fusüsu’l-Hikem”
Ayşe Şasa, “Fusüsu’l-Hikem” için şunları söylüyor:
“İslam’a ve İslam tasavvufuna yönelmemi, bütünüyle bir tek kaynağa, Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi’ye borçluyum. Onun 1981’de okumaya başladığım, “Fusüsu’l-Hikem”i geleneğin sırlı kapısından girip şiir dolu bir aleme adım atmama vesile olmuştu. Yine, Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin himmetiyle, derece derece ilerleyen “Fusüsu’l-Hikem” okumaları sayesinde, tam 18 yıl boyunca pençesinde kıvrandığım ağır sinir hastalığından bütünüyle kurtuldum. (…) Hayatımda karşılaştığım en olağanüstü metin “Fusüsu’l-Hikem”dir. (…) Kozmik bir şiir, kozmik bir müzik ve göksel bir mimari yapıtı olan o eşsiz metafiziği okudukça; ‘Ben bunca yıl bu kadar muhteşem bir söylemden nasıl da habersiz kalmışım,’ diye hayıflanıyordum. (…) 1981 yılından itibaren, tasavvuf düşüncesi, bilhassa Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin görüşleri bana çok büyük ışık olmaya, kaynak olmaya başladı ve o güne kadar hiç bilmediğim bir enerji verdi, bir neşe verdi. Doğrusu şimdi biraz da bu enerjiyi sinema alanına yansıtmaya çalışıyorum. Allah izin verirse… (…) “Fusüsu’l-Hikem”i okumaya başladığımda o güne kadar okuduğum, bildiğim her şeyden farklı, adeta kainatta bir üst alemden, bana doğru böyle bir ruh, bir rahmet akmaya başladı. (…) Müthiş bir büyülenme olayı oldu. Ve insiyaki olarak, yani çok ıstırap çekmiş bir hasta olduğum ve “Fusüsu’l-Hikem” bana ilk andan itibaren şifa vermeye başladığı için, kitabı bırakamadım. Devamlı olarak okudum. Okumaya devam ettim.”
Ayşe Şasa ve Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi
Ayşe Şasa’nın hayatına yön veren sözlerden biri de Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi’ye ait… Bu söz şöyle: “Alemde her ne ise aradığın, bil ki onun cevabı, karşılığı kendi kalbindedir.”
Bizde bu vesileyle, Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi’nin yedi çok yararlı öğüdünü hatırlatalım:
-Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
-Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
-Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol.
-Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
-Mütevazilikte toprak gibi ol.
-Hoşgörülülükte deniz gibi ol.
-Olduğun gibi ol, göründüğün gibi ol!…
Ayşe Şasa’nın Mahmud Esat Hocaefendi’yle Tanışması
Ayşe Şasa, Nakşibendi tarikatının kollarından biri olan İskender Paşa cemaatinin Şeyhi Prof. Dr. Mahmud Esat Coşan Hocaefendi’yle (1938-2001) tanışacağı gün, ilk defa, başını örtmüştü. Bilindiği gibi, Esat Coşan Hocaefendi’nin Şeyhi’yse, aynı zamanda kendisinin kayınpederi olan, Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi’ydi (1897-1980). Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi, dönem dönem, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal gibi siyasetçilerden desteğini esirgememişti… Vatan Gazetesi yazarı Süleyman Ateş’in 4 Ocak 2010’da yazdığı gibi, “Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi de, Yunus Emre de, Ahmet Yesevi de, Hacı Bektaş-ı Veli’de birer tarikata bağlıydı.”
20. Yüzyıl Yıkım Çağı
Ayşe Şasa, “Temerküz (toplama ve yok etme) kampları, atomik infilâkları, Çernobil’leriyle, azgın bir bencilliği kışkırtan tüketim toplumunun hasta zihniyetiyle uzay çağı dediğimiz 20. Yüzyıl insanoğlu için zahirde şanlı, batında çirkin bir yıkım çağı oldu,” diyor.
Kemal Tahir, Halit Refiğ, Metin Erksan ve Ayşe Şasa
Ayşe Şasa, 1960’lı yıllarda, Kemal Tahir, Halit Refiğ, Metin Erksan’la çok yakındı. Bu konuda şunları söylüyor:
“Kemal Tahir’i 1960’ta tanıdım. İlk gördüğüm zaman beni çok etkiledi Kemal Tahir. Çünkü benim içinde yaşadığım dünyanın çok dışında bir dünyadan söz ediyordu; Anadolu insanından, Osmanlı’dan söz ediyordu. Burada insiyaki olarak, o andan itibaren geleneğimi aramaya başladım. Ve Kemal Tahir çevresinde bu nedenle yer aldım. Yani Batı’ya karşı gelirken, ona karşı köklü, yerli bir gelenek arıyordum.Ve bu ihtiyacımı, bu arayışımı çok iyi cevapladı Kemal Tahir.
(…) Kemal Tahir’in ‘Devlet Ana’sı; konusu, özü, biçimi itibariyle, Türk sanatını, 150 yıldır, acıklı biçimde pençesinde debelendiği Batılı trajik hayat görüşünden bütünüyle arıtıp, trajik olmayan yerli hayat anlayışına, bu anlayışın beslediği zengin yerli estetiğe kavuşturmuştur. Bu, yalnız Türk filmcilerini değil, Türk sanatının bütününe sunulmuş, çok geniş spektrumlu ölümsüz bir hayat kaynağıdır.
1968’de Halit Refiğ’in öncülüğünde billurlaşan ‘Ulusal Sinema’ görüşü, esinini şüphesiz Kemal Tahir’e borçluydu. O günden bu yana ve bugünden geleceğe, Türk sanatında, mahalli boyutun özgün derinliğini taşıyacak her kuramda, her üründe yine mutlaka Kemal Tahir’den bir iz olacaktır.
(…) Kemal Tahir, “Türk filmlerine kendi bakışımızı ve yerli karakterlerimizi eklemeliyiz,” diyordu.
(…) Kemal Tahir’in sohbetlerine yoğun olarak katıldım. O ve eşi beni bir çeşit manevi evlat gibi benimsemişti; asi olduğum, isyan ettiğim biyolojik aileme karşılık, manevi ailem olarak onları seçmiştim. Sonra, Kemal Tahir, klasik Marksizm’le iş yapan çevreler ile çok büyük bir çatışmaya girdi. Daha doğrusu çok büyük düşmanlıklara hedef oldu. Ve dışlandı. Bütün o olayların şiddetini, depremini Kemal Tahir’in yanında yer almış olduğum için ben de yaşadım ve derinden acı çektim.Kemal Tahir’in görüşü bence hala Marksistler için geçerlidir. Eğer böyle bir ideolojinin hala eleştirel gücü varsa, Kemal Tahir’in görüşünün bugün aşılamamasındandır. Çünkü Marks’ın son döneminde ele aldığı Osmanlı ve Türk toplumuna ilişkin çok çok özgün tezlerini klasik Marksizm’e karşı ortaya getirmişti.
(…) 1960’lı yıllarda, Türk filmcileri arasında meslek üzerine konuşmalar, bildiğim kadarıyla, şimdikinden çok daha yoğundu. O dönemde, sinemayı bir sanat olarak ele alan yönetmenlerin sayısı bugünkünden çok azdı. Metin Erksan, Halit Refiğ, Lütfi Akad ve Atıf Yılmaz sık sık aynı çatı altında toplanıp, durum muhasebesi, durum değerlendirmesi yaparlardı. Günün sorunu, piyasanın aşırı ticari temayüllerine direnebilmek, haysiyetli ürünler verebilmekti. Haysiyetli ürünler vermenin ilk koşulu, yerli bir estetik kurmaktı. Yerlilik sorunsalının, hepsi de solcu olan o dönemin önde gelen yönetmenleri arasında çok önemli bir yeri vardı. Kemal Tahir, yazdıkları ve söyledikleriyle ortamı temelden etkileyen bir otoriteydi. Söz konusu yönetmenleri ve bir kısım senaryocuları derinden düşünmeye, araştırmaya sevk eden saygınlık odağıydı.
(…) Sinemaya adım attığım 1960’lı yıllarda Türk düşüncesine yerli bir perspektif getirmek için büyük çabalar gösteren romancı Kemal Tahir ve sinema alanında onun fikirlerinden esinlenen Halit Refiğ, Metin Erksan gibi filmcilerle yaptığımız yoğun sohbetler, beni derinden etkilemişti. Anti-Batıcı Marksistler olarak o dönemde geliştirmeye çalıştığımız sistematik, 1970’li yılların ortalarına doğru beni tatmin etmekten artık uzaktı. 1980’li yıllardan başlayarak kimliğimi yeni bir boyut çevresinde derinleştirmeye çabalıyordum. Tevhid düşüncesi, İslam metafiziği, tasavvuf, bu yeni boyutun odağını teşkil etmekteydi.”
Kemal Tahir’e Göre Türk İnsanı ‘Bitmez Ruh Gücü’ne Sahipti
Ayşe Şasa, Kemal Tahir’i anlatmaya devam ediyor:
“Kemal Tahir, ‘Mahpusluk da bir çeşit ölümdür,’ der, ‘Yol Ayrımı’ adlı romanında…
(‘Yol Ayrımı’ Türkiye’de demokrasinin ilk doğum sancılarını konu alır. Romanda Serbest Fırka’nın kuruluşu, Darülfünun’da meydana gelen ayaklanmalar, İstanbul sokaklarında olup bitenler ve tarihin derinliğinde kalan ayrıntılar da vardır. ‘Yol Ayrımı’, savaştan zaferle çıkmış bir milletin demokrasi yolunda attığı bebek adımlarının izdüşümlerini aktarır.)
(…) Kemal Tahir’le ilgili şunu da söylemeliyim: O’nunla 13 yıllık yoğun dostluğumuz boyunca, onun cezaevi deneyiminden bir kez bile yakınarak söz ettiğine tanık olmadım. Bunu en büyük ayıp sayardı. Kemal Tahir hapishaneyi büyük bir okul olarak nitelerdi. ‘Orada insanların konuşmalarını dinlerken, bazen okyanuslar çarpışıyor sanırdım,’ demişti bir keresinde… Anadolu Türk insanının ruh karmaşasına, sık sık sözünü ettiği ‘bitmez ruh gücüne’ olan o derin inancını hapishanede edinmişti. Bu ‘ruh gücü’ teması ne zaman gündeme gelse, neredeyse ‘mistik trans’ diyebileceğim bir havaya girerdi Kemal Tahir…
‘Ölü Evinden Anılar’, ‘Yeraltından Notlar’, ‘Suç ve Ceza’, ‘Kumarbaz’, ‘Budala’, ‘Ecinniler’, ‘Karamazov Kardeşler’ adlı romanların yazarı Dostoyevski’nin Rus insanında bulduğu baş döndürücü ruh girdapları ile, Kemal Tahir’in Türk insanında gördüğü tükenmez zenginlikler arasında hep bir benzerlik görmüşümdür. (…) Türk toplumunun benliğini paramparça eden sosyal maraz konusunda belki ilk köklü ve önemli teşhisler Kemal Tahir’e aittir.”
Ayşe Şasa’nın Merhum Kocası Bülent Oran Halit Refiğ’in “Yorgun Savaşçı”sını Değerlendiriyor
12 Eylül askeri yönetimi tarafından negatifleri imha edilen, Halit Refiğ’in Kemal Tahir’den uyarladığı “Yorgun Savaşçı”yı yakılmadan hemen önce stüdyoda izleyen, Ayşe Şasa’nın eşi Bülent Oran, “Gördüğüm kadarıyla ‘Yorgun Savaşçı’, Halit Refiğ’in ‘Aşk-ı Memnu’ sunu sinema yapıtı olarak, rahat dörde katlar,” demişti. (Vedat Türkali’nin Tüm Yazıları ve Konuşmaları; Sayfa: 148, Gendaş Yayınları)
Bülent Oran Anlatıyor:
“Türkiye’de entelektüel geçinmek istiyorsan iki özelliğin olmalı: Birincisi Allah’a inanmamak, ikincisi Türk filmlerine her fırsatta küfretmek.”
Türk tarihinde üzerinde en çok uzlaşma sağlanan Aydın: Kemal Tahir
Ayşe Şasa, Bülent Ecevit, İsmail Cem, Metin Erksan ve Halit Refiğ’in ortak bir tutkuları vardı: Kemal Tahir hayranlığı… Romancı Kemal Tahir’in kendisinin ve eserlerinin büyüsüne kapılmış filmciler arasında Ayşe Şasa, Halit Refiğ, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez ile “Kurt Kanunu”nu sinemaya uyarlayan ve “Yorgun Savaşçı”da set fotoğrafçısı olarak çalışan Ersin Pertan ilk akla gelenlerdir. Refiğ en başarılı filmlerinden “Haremde Dört Kadın”, “Yorgun Savaşçı” ve “Karılar Koğuşu”nu Kemal Tahir’in yazdıklarına dayandırmıştır. Refiğ, 1970 sonbaharında kanser ameliyatı, 1971’de kalp krizi geçiren, 1973’te bir başka kalp kriziyle ölen Kemal Tahir’le 1957’den itibaren 17 yıl boyunca yakın bir dostluk geliştirmişti. Kemal Tahir, Refiğ’in çok kadınlı, bol kadınlı hayatını –Gülper Refiğ’le evlenmeden önceki hayatını- sürekli ve kıyasıya olarak eleştirmiştir. Kemal Tahir, Halit Refiğ – Gülper Savaşçın Refiğ evliliğine ve aşkına şahit olabilseydi kuşkusuz çok mutlu olurdu. Ancak buna ömrü yetmedi.
Kemal Tahir, Atatürk daha hayatta iken, Nazım Hikmet ile birlikte Yavuz (eski adı: Goeben) Zırhlısı’nda bir Komünist ayaklanması girişimi tezgahlamakla suçlanarak, yani bir iftira sonucunda, 1938’de 15 yıl hapis cezası almış, Demokrat Parti’nin af çıkardığı 1950’ye kadar da 12 yılını cezaevinde geçirmek zorunda kalmıştı. Suçlanan ve 29 Mart 1938’de Harp Okulu Askeri Mahkemesi tarafından mahkûm edilen kişilerin, Çarlık Rusya’sı donanmasının gözbebeği olan dretnot Potemkin’de Haziran 1905’te çıkarılan isyanın bir benzerini planladıkları iddia edilmiştir.
Kemal Tahir’in cezaevi yılları beyazperdede: “Karılar Koğuşu”
Hülya Koçyiğit: “Kadir İnanır’ın otuz – kırk yıllık sanat hayatı, yüz tane filmi vardır sanırım; bu filmlerin hepsi kendi başına önemli filmler elbet, ama bu filmdeki (“Karılar Koğuşu”) oyunculuğu bambaşkadır. Çok doğru bir yönetmenle, çok doğru bir senaryoyla olduğu için zannedersem. Halit Refiğ’in hayatında belki de en çok yapmak istediği filmlerden biriydi, “Karılar Koğuşu.”
Halit Refiğ: “Kadir İnanır’ın hayatında gösterdiği en iyi oyunculuk performansı “Karılar Koğuşu”ndadır.”
Halit Refiğ, açık yüreklilikle ifade etmiştir ki, Kemal Tahir’in en çok beğendiği Türk filmi, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”ydı. Çağının çok ötesinde olan birçok film gibi (”Haremde Dört Kadın”, “Muhsin Bey” ve “Züğürt Ağa”) ”Sevmek Zamanı” da sinema salonlarında gösterildiğinde seyirci bulamayan Türk filmlerinden biridir.
Kemal Tahir, Halit Refiğ’e “Bir Türke Gönül Verdim” adlı filmini hiç sevmediğini de söylemiştir.
“Haremde Dört Kadın”
Kadın eşcinselliği, çok erkekli kadınlar gibi temalara yer veren, 1899 yılını 1900 yılına bağlayan günlerde geçen ve senaryosunu Kemal Tahir ile Halit Refiğ’in birlikte yazdığı “Haremde Dört Kadın” hem seyirciden ilgi görmedi, hem de Antalya Film Festivali’ne gönderilen kopyası, “Türk ailesine hakaret ediliyor” gerekçesiyle sinemayı basan kişiler tarafından imha edilerek, Antalya Film Festivali jürisine gösterilemedi. Halit Refiğ’in bu filmi gerçekleştirmesinde, Atıf Yılmaz’ın yapımcı bulması yanı sıra, “Şafak Bekçileri” ve “Gurbet Kuşları”nın seyirciden büyük ilgi görmesi büyük rol oynadı. Bu zamanının çok ötesindeki film (“Haremde Dört Kadın”) daha sonra TRT tarafından bile gösterilecekti.
Kemal Tahir’in Son Yemeği
Halit Refiğ, Kemal Tahir’in 20 Nisan 1973 Cuma gecesi katıldığı yemeğe gitmesine neden olduğundan yaklaşık 36 yıldır acı çekiyordu. Olay şöyle gelişmişti. Mehmet Barlas’ın Şişli’deki evindeki yemeğe davet edilen ve bu yemeğe Mete Tunçay’da davetli olduğundan gitmek istemeyen Kemal Tahir’i bu geceye katılmaya ikna eden Halit Refiğ oldu. Yemekte Mete Tunçay’ın Kemal Tahir hakkındaki olumsuz ve kırıcı değerlendirmeleri romancının yeni bir kalp krizi geçirerek ölümüne neden olacaktı. O gece Mehmet Barlas’ın evindeki yemekte Ercan Arıklı’nın ağabeyi Tuncer Arıklı, İsmail Cem, Afşin Germen, Ali Sirmen ve eşleri de vardı. Mete Tunçay’ın Kemal Tahir’e söylediği “Siz tarihe sadakat göstermiyorsunuz, olayları, gerçekleri saptırıyorsunuz. Sizin eserlerinizi toplatmak lâzım. Kitaplarınızın toplatılmayı hak etmesinin nedeni, porno oluşları değil, tarihsel gerçeklerin iç yüzünü ancak birkaç yüz kişi ciddi tarih kaynaklarından araştırabilecekken, sizin büyük bir sorumsuzlukla, sahici (gerçekten yaşamış) kişilere asla kendilerinin olamayacak görüşler (sözler, ifşaatlar) yakıştırmanızdır, ” tarzındaki sözleri, 1971’de çok ağır bir kalp krizi geçiren, yüksek tansiyon sahibi, ağır bir kanser ameliyatı geçirmiş, sol akciğeri alınmış bulunan ve konuşmasında belli bir zorluk olan Kemal Tahir’in sonu olacaktı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kemal Tahir Değerlendirmesi
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 16 Ocak 2010’da yaptığı konuşmada, “Nasıl ki Fuzuli, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, bu ülkenin ortak değeri ise, Muhsin Ertuğrul da bu ülkenin değeridir. Nazım Hikmet de bu ülkenin bir değeridir. Kemal Tahir de bu ülkenin bir değeridir. Oğuz Atay da bu ülkenin değeridir,” demiştir. Bu konuşma aslında iki Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın da (Bülent Ecevit ve Recep Tayyip Erdoğan’ın) Kemal Tahir’in üstün değeri üzerinde uzlaştıklarının bir kanıtıdır.
Akıllı ve Namuslu Olduğu İçin Çok Yalnız Bırakılan Aydın: Oğuz Atay
Geçtiğimiz günlerde vefat eden Halit Refiğ’in, 43 yaşındayken, 1977’de beynindeki tümör nedeniyle vefat eden arkadaşı yazar Oğuz Atay için söyledikleri de çok çarpıcıdır: “Oğuz Atay her şeyden önce olağanüstü dürüst bir insandı. Çok dürüst bir insandı. O kadar dürüsttü ki, bu dürüstlük ona çocuksu bir safiyet vermekteydi. O kadar zeki, o kadar bilgili bir kimse olmasına rağmen insanlardaki kötülük temayülü, kötülüğe yatkınlık onu çok ama çok şaşırtmaktaydı. İnsanlardaki dürüstlükten uzak her türlü harekete şaşırırdı. Tanıdığı bazı insanların kötülüğe, alçaklığa eğilimleri ne kadar yatkın oldukları onu çok şaşırtıyordu.”
Halit Refiğ, Oğuz Atay’ın “En değerli varlığımız beynimizdir,” sözünü hiç unutmadı. Oğuz Atay Halit Refiğ’in “Aşk-ı Memnu” adlı romanını uyarladığı Halid Ziya Uşaklıgil’in ailesi üzerine bir roman yazmaya da çalışmıştı.
Oğuz Atay, Kemal Tahir için şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Kemal Tahir Türk tarihine eğilirken, zengin kültür geleneğimizden esaslı bir şekilde yararlanmanın gereğini duyan ilk romancımızdır.”
Bülent Ecevit’in 1968’deki Kemal Tahir Değerlendirmesi:
“Kemal Tahir, ‘Devlet Ana’ romanıyla güç bir işe girişmiştir: Yüzyıllarca dünya tarihinde ağırlığını duyurmuş olan, ona rağmen gerçek kimliği çok az tanınan bir büyük devletin, Osmanlı Devleti’nin, karakterini çözümlemeye çalışmıştır.
Modern ruhbilimde, bir insanın karakterini çözümlemek için genellikle, onun çocukluğuna gidilir. Kemal Tahir’de, Osmanlı Devleti’nin karakterini çözümlemek için bu devletin çocukluk yıllarına, hatta doğuş öncesine gitmekte, onu doğuran koşulları incelemektedir.
(…) ‘Devlet Ana’da Kemal Tahir; büyük yazarlık gücüne, geniş bir tarih bilgisini ve derin bir sanatçı sezgisini de katarak; bu oluşumu ve bu doğuşu dile getirmektedir.
Heyecanlı bir serüven gibi sürükleyici, bir toplumsal psikanaliz gibi aydınlatıcı, bir tarih araştırması gibi öğretici bir yapıt, ’Devlet Ana.’
(…) Kemal Tahir, ‘Devlet Ana’da, bu etkileri ve bu kimliği, Osmanlı Türk tarihinin derinliklerine inerek ve Anadolu halkının toplu bilinçaltını (collective unconsciousness) o derinliklerde deşerek, ortaya çıkarmaya çalışmıştır.
Bu adeta, günümüzün Anadolu Türkünü anlamak için, onun bir ulus olarak doğuşuna ve doğuş öncesine kadar inen bir psikanaliz değerlendirmesidir.
‘Devlet Ana’, edebiyat tarihimizin de, tarih edebiyatımızın da en önemli olaylarından biridir.
Fakat bu olay, bu çalışma, burada bitmemeli, Kemal Tahir’in araştırmacılığı, sezgi gücü ve sanatçılığı ile daha yakın çağlara doğru sürdürülmeli; en az, Osmanlı Devlet ve toplum düzeninin olgunluk çağına kadar (Kanuni Süleyman çağına kadar) getirilmelidir.
Bu düzenin bozuluşu, Kanuni Süleyman’ın son döneminde başlar. O bozulma dönemine kadar kendimizi, kendi devlet ve toplum düzenimizi gereği gibi tanırsak, belki bir Anadolu Türk rönesansı için bir sıçrama tahtasına erişmiş oluruz.
Kemal Tahir, ‘Devlet Ana’yla giriştiği çalışmayı, daha yakın çağlara doğru sürdürerek buna yardımcı olabilir.”
İsmail Cem’in 1973’teki Kemal Tahir’i Değerlendirmesi:
“Kemal Tahir, halkın yararına bir tarih ve kültür yorumunun ilk örneklerini, çoğunluğun bir büyük suskunluk içinde olduğu, anlayıp göremediği yıllarda, cesaretle söylemiştir.
(…) Kemal Tahir, ‘Ben halkımın mutluluğunu sosyalizmde görüyorum’ demenin yıllar boyu insanı kahrettiği bir dönemin yürekli savaşçısıdır, herşeyden önce.
(…) Kemal Tahir romanları, Türkiye’nin kendi kendisiyle hesaplaşmasıdır bir bakıma.Kemal Tahir, 1920-1950 döneminin yorumunu getirir romanlarında. Bu, O’nun ilk büyük katkısıdır ülkesinin halkına ve düşüncesine. Değişik, çarpıcı fakat genel çizgisiyle mutlaka doğru bir yorumdur Kemal Tahir’inki. Devrim nedir, ne değildir; ilerici kim, gerici kimdir; halk budala mıdır; yöneten ülkücü müdür; bir dönem, halkçı açıdan nasıl değerlendirilir; tarih nedir, dersleri nelerdir? Bunları araştırır Kemal Tahir. Bilim adamının sustuğu, ya da ‘bilmediği’ bir zaman kesitinde, halktan yana olduğunu sananların halka karşı çıktığı bir dönemde yazılmıştır bütün bunlar. Geçmişin bürokratik kalıplarında yoğrulmuş ‘idealist’ tavırlı aydınların düşünce tembelliğini sarsan, yıkan görüşlerdir. Ve ilk olarak, etkili biçimde Kemal Tahir tarafından ortaya konmuştur. Büyük bir yalnızlıkta, her taraftan gelen hücumlara göğüs gere gere, Kemal Tahir’in eserleri, yarattıkları büyük şüphe ile aydını yeniden düşünmeye ve düşünsel tabuları eleştirmeye, toplumcu hareketi doğru yorumlara yöneltmiştir.
(…) Kemal Tahir’in ikinci büyük tutkusu Türkiye insanıdır, Osmanlılardan başlayıp günümüze süren Türkiye kültürüdür. Türkiye insanının bilgeliği, yüceliğidir. Bu tutkusunda da Kemal Tahir, ilkinde olduğu gibi anlayışsızlıkla, çıkarlarla ve yıkılmaz duvarlarla savaşmıştır.
‘Türkiye’nin kültürü nedir, Batı nedir, Batı kültürünün bize etkisi ne olmuştur?’ sorularına, Kemal Tahir ömrünü tüketmiştir. Yarattığı yeni soru işaretleriyle insanları düşünmeye, doğruyu aramaya, hatta bulmaya yöneltmiştir. O’nu yanlış olarak ‘şovenizmle’ suçlayanlara, o kendi sanatçı sezgileriyle emperyalizm ve kültür arasındaki ilişkileri; kültürün bu ilişkilerdeki işlevini (fonksiyonunu) göstermiştir. Bütün söyledikleri yüzde yüz doğrular olmamıştır kuşkusuz. Ama kendini ve geçmişini inkâr edenlerin, çok değişik çıkarlara hizmet de edebilecek tavırlara kayıtsız şartsız kapılanların ortamında, dikkatleri ana sorunlara çekmiştir.
Başka bir deyişle, Kemal Tahir, halkın yararına bir tarih ve kültür yorumunun ilk örneklerini, çoğunluğun büyük bir suskunluk içinde olduğu, anlayıp göremediği yıllarda, cesaretle sergilemiştir.
(…) Bir rastlantı, ölümünden dört beş saat önce Kemal Tahir’le bizi aynı dost meclisinde bir araya getirdi.
Yorulmayan Savaşçı, görüşlerini savaşının son saatlerinde de aynı inançla savunuyordu. Fakat sesi biraz kısılmıştı; acılı yılların, bir büyük mücadelenin ve iki yıl önce inanılmaz şekilde üstesinden geldiği amansız hastalığın etkileri O’nu yavaş konuşmaya zorluyordu.
Kemal Tahir’i son gecesinde dinlerken, sözlerinin bir çeşit vasiyet özelliği taşıyacağını nasıl bilebilirdik.
‘Sizler gençsiniz,’ demişti, ölümünden önce, ‘Size şunu belirtmek istiyorum. Hayatım boyunca bir sistem dahilinde düşünmeye çalıştım. Sistemden ayrılmadım. Yazdıklarım bir rastlantının sonucunda değil, sistemli bir düşüncenin sonucunda bulunmuştur. Bundan ötürü doğrultumda yanlışa düşmedim; olaylar söylediklerimi doğruladı. El yordamıyla değil bir sistem içinde düşünmelidir insan… (…) İnsanlar yanlış yapabilir. Ama çok çekmiş insanlar talihlidir bir bakıma. Yanlış yapmaları daha zordur. Benim geçtiğim yollarda kendini tüketen ve benim çektiğim acılardan geçen insanlar doğrulara daha kolay erişebilir. Yazdıklarımı bir gün tarih yargılarsa, bu ilişkiyi mutlaka görecektir. Romanlarımın doğruluğunu ortaya koyacaktır… (…) Ben romanlarımda dünü yazdım. Ama romancı dünü yazarken kendi gününü yansıtır bir bakıma. Hatta, gelecek için yazar…’
Ve bu sözlerle noktalamıştı son gecesini Kemal Tahir.”
Vedat Türkali Kemal Tahir’i ve Kemal Tahir’in Filmcilerle Olan İletişimini Değerlendiriyor:
“Celal Bayar anılarını yazmıştı, o günlerde Kemal Tahir, Celal Bayar’ın ‘Ben de Yazdım’ adlı anı kitabına bir övgü – eleştiri yazmak zerafetini ihmâl etmedi. Ben hiçbir gün Celal Bayar’ın eserine övgü yazabilecek bir tutumun doğru bir tutum olabileceğine inanmam.
İşte Kemal Tahir bizim filmci arkadaşları yazık ki çok kötü etkiledi. Atıf Yılmaz’ın bir ‘Ah Güzel İstanbul’ filmi vardır. Bir kepazeliktir, ne dediğini kendisi de bilmez, ama bu filmin senaryosunu, diyaloglarını yazan Ayşe Şasa’ya iri iri lâflar ettirilmiştir. ‘Dolandırıcılar Şahı’, ‘Suçlu’, ‘Erkek Ali’ gibi filmler yapan Atıf Yılmaz, birden kalkar ve bu ne idüğü belirsiz çarpıklık örneğini verir. Ama Atıf Yılmaz yeni boyutlar getirdiği inancındadır, ‘ulusal sinema’ yapıyordur.”
(Vedat Türkali: Tüm Yazıları Konuşmaları” adlı kitap; Gendaş Yayınları, Sayfa: 62)
Ayşe Şasa “Ulusal Sinema” Kavgasını Anlatıyor:
“Sinemaya ilk girdiğim yıllarda, en büyük tasam, Türk filmine cahili olduğu Batılı dramaturjiyi giydirmek; o günkü Batıcı zihniyetime uygun olarak, onu ‘adam etmek’ti (!) Batılı dramaturjiyi Türk filmine giydirince ortaya çıkan onulmaz sahteliği ve sakaleti ancak sonraları fark etmeye başladım. Yerli malzeme -Türk hayatı, Türk davranışı, Türk ahlâkı, Türk Jesti- Batılı sanatın biçim anlayışıyla bağdaşmıyor; ortaya, malzemenin sürekli kustuğu bir çirkinlik çıkıyordu.
Türk sinemasını sahiciliğe ulaştırabilmek için, öncelikle Türk toplumunun özgün yapısından, Türk tarihinin özelliklerinden kaynaklanan yerli bir espiriyi, Türk nomosunu derinlemesine kavramak; onu bütün ayrıntılarıyla nitelemek, tarife sunmak gerektiğini o zaman fark ettim. Aynı kapsam, aynı çerçeve içinde Halit Refiğ, Kemal Tahir’le birlikte ‘Asya Tipi (Usulü) Üretim Tarzı’nı gündeme getirmişti. Halit Refiğ, Türk toplumunun Batı’dan farklı bir sosyal yapı ve ruh taşıdığını; Türk sinemasının Batılı değerler ışığında gerçekleşemeyeceğini savunuyor; Türk toplumunun farklı yapısını Marx’ın Asya Tipi Üretim Tarzı Modeli’yle açıklamaya çalışıyordu. Hiçbir soyutlamaya yatkın olmayan okur yazar kesim, Marx’ın bu egzotik üretim teorisiyle kötü Türk filmi arasında nasıl bir bağlantı kurulabildiğini asla fark etmiyor; Halit Refiğ demagoji yapmakla suçlanıyordu. Ne var ki Halit Refiğ’in her çeşit esneklikten, yumuşaklıktan yoksun savunma üslûbu, daha ilk adımda karşı tarafın kaba provokasyonlarına bütünüyle yenik düşerek, ‘Ulusal Sinema’ başlığı altında ortaya atılan o çok önemli sorunsal çekirdeği, daha ilk adımda su alıp, bilinçsizlik ve bilgisizlik okyanusunun derinlerine gömülüyordu.”
Ayşe Şasa, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” ve “Susuz Yaz” Adlı Filmlerini Değerlendiriyor:
“Metin Erksan, “Sevmek Zamanı”yla Türk sinemasında, belki de Batı’nın etkisiyle egemen olmuş dramatik kalıpları yer yer büyük çapta kırarak, lirik denebilecek bir anlatımın ilk zeminini kuruyordu.
(…) Bugün, Türk Sineması’nın 77. Yılı adlı televizyon programını izledim. Programda gösterilen sayısız film fragmanı arasında belki bir tek Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’ına ait parçalar, ekrana yırtıcı bir kişilik potansiyelinin bastırılamaz işaretlerini taşıyor; görüntü coşuyor, belirsizliği bir anda yırtan bir kişilik, bir tat, süregelen karanlığa rağmen patlıyor, uç veriyor… Türk sinemasının o kurşun rengi benliksizliğinin içerdiği bir trajediyi bir kez daha fark ediyorum. Metin Erksan gibi büyük bir yeteneği bile sonunda boğdu bu ortam, bunu başardı diye düşünüyorum.”
Ayşe Şasa, Reha Erdem’in “A Ay”ını Değerlendiriyor:
“Genç ve yetenekli yönetmen Reha Erdem’in “A Ay”ı Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”yla başlattığı bu akımın bir devamı sayılabilir mi?
Baştanbaşa bir rüya atmosferinin müphem sınırları içinde ve her türlü dramatik aksiyonun dışlanışıyla şekillenen “A Ay”, gizem ve humour içeren çok kişilikli bir üslupla, inanç temasını işliyor. Ustalık ve sadelikle yerleştirilmiş küçük, şiirsel motifler, allegorik yapıyı besliyor, sürekli bir akış kazandırıyor. “A Ay”, ışık, oyun, montaj ve diyalog anlayışıyla Türk sinemasının biçim dağarcığına taptaze nitelikler katıyor. Türk sinemasında bugüne dek rastlamadığım ölçülülükte bir zaman ve mekân duyarlılığı taşıyor.
(…) Türk sinemasındaki 30 yıllık deneyimimde, bazı meslekdaşlarımın bana heyecan veren filmleri olmuştur. Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’ını ve ‘Sevmek Zamanı’nı, Lütfi Akad’ın ‘Vesikalı Yarim’, ‘Hudutların Kanunu’ ve ‘Gökçe Çiçek’ini, Halit Refiğ’in ‘Bir Türke Gönül Verdim’ ve ‘Yasak Aşk’ını gördüğüm zaman ne kadar mutlu olduğumu anımsıyorum. Reha Erdem’in ‘A Ay’ını görünce havalara uçmaktan, Giovanni Scognamillo’ya telefon açıp, ‘Büyük bir filmci geliyor,’ demekten kendimi alamadım.
(…) Türk sinemasında hayalin zincirlerini kıran ve rüyanın kapısını aralayan yapıtlar az olmakla birlikte, bu yolda bazı örnekler mevcuttur. Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’ gerçek ötesine doğru zorlanmış bir araştırmadır. Lütfi Akad’ın ‘Gökçe Çiçek’i bir göçebe kızın manevi dünyasını, hayatın bir aşamasında ulaştığı vecd halini, bilicilik gücünü kurcaladığı oranda doğaüstüne ve rüyaya yaklaşır. Halit Refiğ’in ‘Hanım’ı, ölüm-ötesine göndermeler yaparken, yer yer manevi boyutun uyarıcı çekimini duyurur. Yine Halit Refiğ’in ‘İki Yabancı’sı, yer yer tahayyüli hayatın mecazlarından yararlanır. Reha Erdem’in ‘A Ay’ı küçük ve yalnız bir kız çocuğunun psişik yaşantısını, onun zengin iç görüler yoluyla ulaşmaya çalıştığı zaman aşkın bir hakikati anlatır; bütünüyle açık gözle görülen bir rüya gibidir.
(…) Benim için, Reha Erdem’i tanımak, onun ilk filmi ‘A Ay’ı görmek ve aynı zaman dilimi içinde Halit Refiğ’in ‘İki Yabancı’sını izlemek bir dönüm noktasıydı. (…) Bunlar Türk sinemasında açık seçik ‘metafizik’ nitelikler taşıyan yapıtlardır.”
Ayşe Şasa, Halit Refiğ’in “Karılar Koğuşu”nu Değerlendiriyor:
“Halit Refiğ’in Kemal Tahir’den uyarladığı ‘Karılar Koğuşu’ soylu bir çalışmadır.
TRT için yönettiği “Aşk-ı Memnu”da biçimsel inceliklerine hayran kaldığım Halit Refiğ sinemasına, ‘Karılar Koğuşu’nda yönetmenin olgunluk döneminin büyük yalınlığı yansıyor.Tıpkı olgun dönemindeki Lütfi Akad gibi, Halit Refiğ’de ustalığını kesin, tok, yalın bir anlatımla derinleştirmek konusunda kararlı görünüyor.
‘Karılar Koğuşu’ ile hapishane gerçeğine alabildiğine soylu bir stille yaklaşan Halit Refiğ, gündelik modalara sırt çevirmek, zoru, en zoru seçmek konusundaki sebatını ortaya koyuyor. Bugünkü Türk sineması içinde oldukça tekil bir konum bu. Pek çok filmcinin Türk toplumunun gerçek malzemesine ve dertlerine sırt çevirip, Batılı sinemanın penceresinden çiğ fanteziler türettikleri, pek çoğunun yalancı bir sorunsala tutunmaya çalıştıkları bir dönemde Halit Refiğ hiçbir kaçışa izin vermeyen, her çeşit gözde ‘numara’yı elinin tersiyle itiveren bir tutum benimsemiş.
1990 yılında Atilla Dorsay dışında, Halit Refiğ’in soylu filmi ‘Karılar Koğuşu’nun önemini kavrayan eleştirmen pek çıkmadı. (…) Her türlü değerin ters yüz olduğu bir sistemde buna bir anlamda belki de sevinmek, Halit Refiğ ve Kemal Tahir adına gurur duymak gerekir. Bir Dostoyevski’nin Rus sineması için taşıdığı potansiyel ne ise, bir Kemal Tahir’in Türk sineması için sağladığı birikim o denli büyük. Halit Refiğ’in rejisini izlerken bunu bir kez daha iliklerime kadar duyumsamak, meslekten bir filmci olarak bana büyük bir coşku verdi.”
Ayşe Şasa’nın 1992 Yılında Yaptığı Bir Ertem Eğilmez Değerlendirmesi:
“Sanatsal değerler taşıyan bir popüler sinema araştırmasını, Ertem Eğilmez’in ölümünden (1989’dan) bu yana kimse üstlenmedi.”
İki Dost: Ayşe Şasa ile Giovanni Scognamillo
Ayşe Şasa evine ziyaretine gittikten sonra 1990’da dostu, eleştirmen, sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo için şunları yazmıştır: “Giovanni’nin evinde O’nun kişiliğinden ortalığa bir dinginlik, bir huzur yayılır… Giovanni, Türk sinemasının sorunlarına, daima sahici bir konumdan, samimi bir açıdan, bilgili, eleştirel, dikkat ve sevgi dolu bakmaya çalışmıştır.
Giovanni Scognamillo’yla konuşuyoruz. Konumuz yine Türk sineması… “Bir meselede gerçekçi olalım. Türk sinemasının henüz doğru dürüst bir grameri, bir sentaksı bile olduğu söylenemez,” diyor Giovanni. “Birçok insan, falan kamera açısını neden seçtiğini, filân yerde neden yakın ya da uzak plân kullandığını hâlâ bilmiyor,” diyor. Sesinde keder var.
“Aynı kanıdayım,” diyorum. “Bazı arkadaşlar film kamerasını, altlarına yeni Mercedes çekmiş hacıağalar gibi kullanıyorlar. Bir afra, bir tafra, bir hareket, bir gösteriş… Anlatılan konuyla, malzemeyle hiç ilgisi olmayan mekanik, yapay bir anlatım çıkıyor ortaya. Fırfır dönmeler, büyük hareketler. Ortada fol yok, yumurta yok. Sonuçta sinema olmuyor yapılan. Birtakım frapan, geveze, hareketli fotoromanlar ortaya çıkıyor.”
Ayşe Şasa ile Atıf Yılmaz Türk sinemasının Türk kültüründen Yararlanması Gerektiği Düşüncesindeydi
Ayşe Şasa ile Atıf Yılmaz Türk sinemasını geliştirmek ve ileriye götürmek için büyük çaba harcadı. Bu konuda Ayşe Şasa şunları söylüyor: “Türkiye’de seyirlik sanatları, Orta Oyunu ve Karagöz’ü belki ilk defa şuurlu, iddialı şekilde kullananlardan biri, yönetmen Atıf Yılmaz olmuştur. Onun 1960’lı ve 1970’li yıllarda yaptığı 3 film; ‘Aah Güzel İstanbul’, ‘Yedi Kocalı Hürmüz’, ‘Köroğlu’ bu tutuma örnektir. Son dönemde Yavuz Turgul, -özellikle ‘Gölge Oyunu’nda- orta oyunundan bolca yararlanmıştır.
(…) 1968’de Atıf Yılmaz ve ben Türk sinemasında, Türk filmlerinde orta oyunundan, minyatürden yararlanmaktan söz edince, en saygın eleştirmenler tarafından alaya alınmıştık. Bir Batılı (Avrupalı ya da Amerikalı) filmcinin filan empresyonistten etkilenmesi, falan Batılı filminde, örneğin gotik esin kaynaklarından söz etmesi bir erdemdir de, bizim kendi malzeme ve dünyamıza yönelmemiz nedense hep şüpheyle, alayla karşılanır. Şovenlik karalaması hazırda bekliyordur.
Bütün bunlara rağmen, 1950’den bu yana yapılagelen Türk filmlerinde, çoğunlukla sanatsız ve bilinçsiz bir biçimde de olsa, mahalli bir sinematografinin, hiç değilse bazı müphem ipuçları vardır. Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz gibi yönetmenler, bu eğilimleri yüzeye çıkarmak konusunda bazı spontane buluşlar yapmışlardır.”
Akira Kurosawa Osmanlı Üzerine Bir Film Yapsaydı
Ayşe Şasa Japon yönetmen Akira Kurosawa’yla ilgili bir varsayımını şu sözlerle ifade ediyor: “Akira Kurosawa, Osmanlı tarihinden yola çıkarak, Osmanlı’yla ilgili bir film yapabilseydi, ortaya belki de bizden, bizim kendi yaptıklarımızdan çok daha biz olan bir film çıkardı diye düşünüyorum.”
Ayşe Şasa ve Lütfi Akad
Ayşe Şasa, Lütfi Akad’la ilgili şunları söylüyor: “Lütfi Akad usta 1968’de ‘Bugüne dek yaptıklarımız, ne yapılmaması gerektiğinin göstergesidir,’ demişti. Umarım bundan böyle, yapılması gerekene geçeriz. Lütfi Akad’ın sözü bence bütün güncelliğini koruyor.”
Türk filmlerinin seyircileri
Ayşe Şasa’nın Türk sinemasını ayakta tutan Türk halkı hakkındaki değerlendirmesi de şöyle: “Cemal Kutay’la bir söyleşimizde bu konuyu gündeme getirdim. Kutay, Avusturyalı Türkolog Engelhardt’ın ‘Türkiye ve Tanzimat’ adlı yapıtındaki düşüncelerini hatırlattı: ‘Batılılar Tanzimat ile Türk Devleti’ni tamamen teslim aldı. Teslim alamadıkları Türk halkıydı.’”
Türk Filmleri Avrupa’da ve Amerika’da Seyirci Bulabilir mi?
Ayşe Şasa, Türk filmlerini Avrupa ve Amerika’da sadece bu ülkelerde yaşayan Türklerin ve Kürtlerin ya da onlarla evli yabancı ülke vatandaşları haricinde kimsenin seyretmeyeceğini daha 1990’da yazmıştı. Bu konuda şunları söylüyor: “Türk sinemasının ürünlerinin herhangi bir zamanda Batı için, şu ya da bu biçimde ilginç olabileceğine inanmıyorum.
Türk filmi ne Batı’nın onda kendini bulabileceği kadar Batılı olabilir, ne de Batı’ya özel bir cazibe oluşturacak oranda egzotik bir görünüm kazanabilir. Batı pazarlarının talepleri açısından bizler ne ‘gereğince Batılı’ ne de ‘yeterince Doğulu’ bir ülkeyiz.
Türk kültürünün Batı kültürü karşısındaki bu konumu, Batı’nın etnosantrik durumu, Türk filminin Batı’da ilgi uyandırmasına her zaman engel.
(…) Bir zamanlar Yılmaz Güney sinemasının Batı’da uyandırdığı ilgi de ayrıcalıklı bir durumdur. Yılmaz Güney’in Batı sistemine politik açıdan denk düşen bölgeci eğilimleri ve starlıktan gelen karizmatik kişiliği, onun çevresinde özel bir efsane ve çekim alanı yaratmıştı. Bu marjinal örnek genele maledilemez. Ne kadar gelişirse gelişsin, Türk sinemasının Batı’da Pazar bulması hayaldir ve istisnalar kaideyi bozmaz. Batı pazarı Türk sinemasının sorunu olmaktan çıkmalı. Gündemdeki mesele bu sinemanın kendi kültürel çevresi ile olan bağlantısını derinleştirmesidir. Kaldı ki, Türkiye’yle tarihsel ve kültürel planda bağı olan Batı dışında pek çok ülkenin, uzun vadede bir potansiyel Pazar olduğu bilinen gerçektir.”
Ayşe Şasa’ya Göre Değerli Filmlerin Bazıları:
* Küçük Dünya / Osman Sınav
* Hünkar’ın Bir Günü / Osman Sınav
* Hasret / Metin Çamurcu
* Bize Nasıl Kıydınız? / Metin Çamurcu
* Bosna, Mavi Karanlık / Yücel Çakmaklı
* Sahibini Arayan Madalya / Yücel Çakmaklı
* Sevmek Zamanı / Metin Erksan
* Susuz Yaz / Metin Erksan
* Gölge Oyunu / Yavuz Turgul
* Ahmet Uluçay Filmleri
* Akira Kurosawa Filmleri
* Yalnızlar / Tuncer Baytok
* A Ay / Reha Erdem
* Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu / Engin Ayça
* Danimarkalı Gelin / Salih Diriklik
* Kelebekler Sonsuza Uçar / Mesut Uçakan
* Veysel Karani / İsmail Güneş
* Mavi Sürgün / Erden Kıral
* Karanlık Sular / Kutluğ Ataman
* İki Yabancı / Halit Refiğ
* Hanım / Halit Refiğ
* Karılar Koğuşu / Halit Refiğ
* Bir Türke Gönül Verdim / Halit Refiğ
* Aşk-ı Memnu / Halit Refiğ
* Yasak Aşk / Halit Refiğ
* Vesikalı Yarim / Lütfi Akad
* Hudutların Kanunu / Lütfi Akad
* Gökçe Çiçek / Lütfi Akad
* Solaris / Andrey Tarkovski
* Andrey Rublev / Andrey Tarkovski
* 2001 / Stanley Kubrick
* Pather Pachali / Satyajit Ray
(20 Şubat 2011)
Hakan Sonok
hakan.sonok@tr.net