Ölümle Yaşam Arasındaki İnce Çizgi: Kavşak

Amorres Perros filmiyle ortalığı kasıp kavuran Alejandro Gonzalez Inarritu’nun tekniğinden esinlenen Selim Demirdelen kesişen hayatların mutlu sonla bitmeyeceğini Kavşak filmiyle aktarıyor.

Hiç düşündünüz mü daha dünyaya gelmeden ana karnında kaç bebek öldüğünü? Bu soruyu yanıtlamak oldukça zor. Çünkü bu tamamıyla bilinmezliğe açılan bir kapı… Hepimizin bildiği üzere bir yaşam biterken diğeri başlar. Bu, yaşamın önemli bir kuralıdır. Çoğu zaman insanlar eceliyle ölür ama istisnai olarak eceli dışında ölenlerle de karşılaşmamız kuvvetle muhtemel. Bu tezi destekleyen “kaderimiz böyleymiş” hipotezi hayatın tesadüfler üzerine kurulmadığını gösteriyor. Kader var mıdır, yok mudur?… diye sorgulayan kişiler gözlerini dört açıp çevrelerine baktıkları zaman hayatın ne kadar kısa olduğunu ve değer verdikleri kişileri bir gün kaybedeceklerini çok net bir şekilde anlayacaklar. İş işten geçmeden hayatı dolu dolu yaşamanın çok önemli olduğunun elinin tersiyle itenlere karşı “didaktik” bir biçimde yaklaşan Kavşak isimli film “kaderden kaçamazsınız, o sizin gölgeniz” görüşünü pekiştirerek tüm yaşantıların kenet taşı gibi birbirlerine bağlı olduklarını, aynı potada eritildiklerini idealize ederek anlatıyor.

Makûs Talih…

Ölüm ve yaşam arasındaki çizgide yer alan oyuncular olarak, bağlantı noktasını çok iyi saptamak için hercümerc içinde meydana gelen olayları bir kenara bırakıp “çapraşık olmayan” bir düzenin varlığına inanmak gerekiyor. Bunu mübalâğa etmeden anlatan yönetmen Selim Demirdelen en ufacık bir şeyden zevk almak uğruna çoğu şeyi riske atmanın ölümle sonuçlanacağını her fırsatta dile getiriyor. Hani ölüm çağırır ya aynen öyle… Kaçış yollarının tamamen kapatıldığı bir kavşakta cereyan eden talihsizliklerin üst üste gelmesi kaderden kaçamayacağımızın önemli bir göstergesidir zaten. Buradan yola çıktığımızda; geçmişten günümüze gelen vicdan hesapları, travmalar, bazı şeyleri inkâr ederek yaşamını sürdürmek, başkaldırılar ve günahlar kesişen kümenin parçalarını bir araya getirirken, yönetmen Demirdelen’in hikâyeyi kavşaktaki karakterlerin üzerine inşa etmesi de filmin soy ağacını oluşturuyor. Minimal bir yaklaşımla çerçevesini çizen Kavşak basit bir fikri hamur gibi yoğurup, fırtınada yolunu kaybetmiş bir geminin yeniden açık sularda yol almasını sağlıyor sanki… Hal böyle olunca, ser verip sır vermeden seyircilerin merak eşiğini en üst düzeye çeken yönetmen Demirdelen karakterler arasında yaptığı geçişlerle bunu pekiştiriyor. Onlarla özdeşleşmemizi sağlaması da cabası…

Pandora’nın Kutusu Açılıyor…

Meselâ aynı şirkette çalışanların kendilerince dertleri var. Aslında biz buna sır desek daha doğru olur. Filmin son sahnesine kadar Pandora’nın Kutusu’nun ne zaman açılacağını bekliyoruz. Pandora’nın Kutusu o kadar sıkı kapatılmış ki, içinden çıkacak şeylerden çok sonra haberdar oluyoruz. Bu sırlar yıllar önce bu kutuya saklanmış ama kutunun açılması için çaba sarf eden bazı kişiler olayların gidişatını değiştirmeye çalışıyorlar. Hele o Güven Kıraç’ın canlandırdığı Fikret karakterindeki gelgitler bunu doğrular nitelikte… Peki ya kutudan çıkan o kötücül olaylara ne demeli? Onlar filmin olmazsa olmazları. Buraya kadar Kavşak’ı olumlu yönleriyle ele aldık. Ama Kavşak sanıldığı kadar mükemmel bir film değil. Üzeri örtülemeyen gedikler ve bazı mantık hatalarına kurban giden Kavşak iyi bir deneysel film olacakken teğet geçmiş… En önemli kusuruna gelecek olursak; yönetmen Demirdelen karanlıktan aydınlığa doğru geçiş yapmak isterken kararsızlığı ön plâna geçiyor ve uzun plân çektiği bazı sahneler eşliğinde aktaracağı hikâyeyi sakız gibi uzatıp dillere dolandırıyor. Bunu yaparken montajlamaya kıyamamış olsa gerek ki, 5 dakikada aktarılması gerekenler 15 dakika içinde gerçekleşiyor. Dolayısıyla sahnelerin bütün bir filme yedirilmediğini görüyoruz. Tabi ilk başta “yeter artık şu sahne ilerlesin” desek bile filmin realist tavrı tüm bu olumsuzlukları ziyadesiyle sıfırlıyor.

Güçlü Oyuncular ve Etkili Müzik…

Kavşak, Selim Demirdelen’in ilk uzun metrajlı filmi olduğu için kendisini anlayışla karşılamak daha mantıklı bence. Çünkü insanın kanına zerk eden fon müziği ve dişe dokunur bir etki yaratması kelimelerin bunu ifade etmek için kifayetsiz kaldığını gösteriyor. İnsanın iç dünyasına demir atan müzik defalarca bile dinlenildiğinde hiç eskimiyor sanki. Aynı şeyi oyunculuk için de söylemek mümkün. Güven Kıraç’ın ve Sezin Akbaşaoğulları’nın kalite standartlarını bir hayli aşan oyunculukları, yıllardan beridir sahne tozu yutmuş olmalarının vesilesiyle daha da güçleniyor. Zaten takdire şayan bir iş çıkardıkları ortada… Hikâyeye ruhlarını teslim eden Kıraç ve Akbaşaoğulları neredeyse bizleri hikâyenin gerçek olduğuna dair inandıracaklar. Elhak Kavşak’ı kavşak yapan unsurlardan biri olan, oyuncuların yerinde seçimi oyuncuların sinerjisini artırmakla yetinmiyor. Adeta bunu en üst mertebeye taşıyor.

Kesişen Hayatlar…

Özetle; iç içe geçen hayatları Meksika sinemasından feyz alarak harmanlayan Kavşak, Adana Altın Koza Film Festivali’nde gösterildiği sırada dört (En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Müzik, Umut Vaat Eden Oyuncu) önemli ödülle festivale damgasını vurdu. Muhakkak bazı izleyiciler bu başarısının sadece müziğe endeksli olduğunu düşünebilirler. Zira bazı anlarda müzik filmin önüne geçebiliyor. Ama derinlemesine irdelendiğinde müzik ve oyunculuğun gücünden doğan birlik ve beraberlik her şeye kadir… Nihayetinde Kavşak, olmuşa çare olamayacağını, her şeyi olduğu gibi kabûllenmemizi, yaşadıklarımızın bir oyundan ibaret olmadığını, kederleri bir kenara bırakıp bazı şeylerden ders almamız gerektiğini melodramatik bir hikâyeyle anlamlandırıyor. Eğer bu tarz filmlere alerjiniz yoksa kaçırmayın derim!

(06 Ekim 2010)

Arzu Çevikalp

[email protected]