“Çılgın Hırsız”, yasalarca ‘kötü’ olarak tanımlanan eylemlerde bulunan, üstelik ‘çirkin’ birinin nasıl çocukça saf / iyi insan ve şefkatin de her tür kötü huydan bağımsız hareket edebilen bir güzellik olduğunu, bir hırsız ile üç küçük yetim kız kardeş arasında gelişen ilişkide örnekliyor (“Üç Haydut”u anımsayacaksınız). Animasyon stili ise, Avrupalı sanatçıların katkılarıyla, 1960 – 70’lerin Fransız – İtalyan polisiyelerinden damıtılmış lezzetler sunuyor: “Fantomas” fantastikliği ile “Pembe Panter” mizahı arasında bir mükemmel eğlence.
“Predators”da bu kez, ‘hain’ bir bilim adamı dışında, seçkin savaşçılardan / paramiliter güç mensuplarından oluşan grup, avcılık oyunundaki piyonlar olarak Predator türünün egemenliğindeki gezegene ‘atılarak’ sürülmekte ormana… Macar kökenli yönetmen Nimrod Antal kendine özgü dokunuşlarla, biyolojik ve silâhlanma – gizleme özellikleri itibariyle ‘mükemmel bir tasarım’ın ürünü olan Predator’lara karşı, tüm fiziki zayıflıklarına / ahlâki zaaflarına rağmen insan aklının, iradesinin ve dayanma gücünün mücadelesini aktarmış. Seyirci dikkatinin asla dağılmadığı klâs bir aksiyon!
“Seni Uzaktan Sevmek, zor, hem de çok zor! Otuzlarımda, kariyer için San Francisco’da yaşamak zorunda olmam sıkıntılı bir süreci gerektiriyor… Ancak ben hiç düşünmeden senin yanına, birbirimize sırılsıklam âşık biçimde o altı mükemmel haftayı geçirdiğimiz New York’a dönerim” dese de kadın, pek farklı durumda olmayan erkek ilerisini düşünür: “Yanımda belirsiz bir geleceğe atılıp, sonra beni suçlamanı istemem!” Ve gözyaşlarını bırakıverir erkek… Aynı durumu yaşayanların çok iyi bilebileceği bu çaresizliği tamamen hissettirse de belgesel kökenli kadın yönetmen, bir şey, asıl tadı veren bir unsur eksik filmde. Bu eksiklik -sanırım- oyuncuların izleyeni ele geçiren o özel cazibeden yoksun oluşları. Tamam, oyunlarında sorun yok fakat olmuyor; rollerini kendilerine özgü biçimde yükseltemiyorlar. Sonuç: ‘Kekremsi bir gülünçlük ve romantiklik’!
“Son Kahraman John Rabe”, Çin – Nanjing’de SIEMENS firmasının 27 yıllık yöneticisi ve Nazi Partisi üyesi olan adamın, ülkesine temelli dönmesine bir gün kala, tüm riskleri üstlenerek, Japon işgâli altında sistemli – sistemsiz kırımlara sürüklenen yerli halktan 200.000 kişinin ‘güvenli bir alan’da toplatılarak hayatlarının kurtarılmasında üstlendiği öncü rolün hikâyesi. Pek bilinmeyen bir döneme (1937 – 38) ait ‘dip notlar’a ulaşabileceğiniz gerçek öykü, 2. Dünya Savaşı öncesinde, Almanya’nın Pasifik’teki müttefiki Japonya’nın yayılmacılığı ve ırkçılığı ile ilgili, belgesel görüntülerin de kullanıldığı tüyler ürpertici ayrıntılarla savaşta insanlığın tamamıyla bittiği noktalara dikkat çekiyor. Tek bir adamın (Hitler gibi) milyonları ölüme sürükleyebilecek gücünün, aynı parti üyesi yine tek bir adamın (John Rabe) yüz binleri kurtarabilecek iyiliğiyle dengelenmesi, insanlıktan umudun kesilmemesi gerektiğine dair bir örnek tabii. Klâsik sayılabilecek öykülemede Çinli karakterlerin güdük kalması, tek zaaf gibi. Bu haftanın en kayıtsız kalınamayacak filmi olduğu kesin!
“Ustura”, abuk sabukça sosyal sosa bulanmış bir hikâye fonu önünde şiddetin en tiksinçine, kadın etinin basit pazarlamasına, mizahın en kalitesizine doyamamış olan eski kuşağa ve bu ‘ucuz’ alt kategori filmlerinin iflâh olmaz tüm fetişlerine mal üreten Rodriguez – Tarantino ikilisinin yeni açtıkları ‘tezgâh’. Meraklıları başına üşüşüp bir de mânâlandırmaya çalışsınlar; ben uzağından geçmeyi yeğliyorum.
(01 Eylül 2010)
Ali Ulvi Uyanık