Pera Müzesi’nde “Sesim Rüzgâra” ve “Ezber” Belgeselleri Gösteriliyor

16 – 20 Haziran 2010 tarihleri arasında, Emre Sarıkuş’un Sesim Rüzgâra ve Tolga Öztorun’un Ezber adlı belgeselleri Pera Film’de gösterime sunulacak. 17 Haziran Perşembe günü saat 19:00’daki gösterimin ardından yönetmenlerle filmleri üzerine bir de söyleşi düzenlenecek. Sesim Rüzgâra belgeseli, II. Meşrutiyet’in ilânıyla başlayan Batılılaşma hareketleri çerçevesinde, 1910 yılında Sivriada’ya sürülen ve dönemin zihniyet çekişmelerinin en önemli figürlerinden biri olan sokak köpeklerinin itlâf serüvenini konu alıyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Pera Müzesi’nde “Sesim Rüzgâra” ve “Ezber” Belgeselleri Gösteriliyor yazısına devam et
  • Paris Kan Gölü

    Paris’ten Sevgilerle (From Paris with Love)
    Yönetmen: Pierre Morel
    Hikaye: Luc Besson
    Senaryo: Adi Hasak
    Müzik: David Bucley
    Kurgu: Frédéric Thoraval
    Görüntü: Michel Abramowicz
    Oyuncular: John Travolta (Charlie Wax), Jonathan Rhys Meyers (James Reece), Kasia Smutniak (Caroline), Richard Durden (Büyükelçi Bennington)
    Yapım: Wanrer Bros-Europa Corp. (2009)

    Batılıların kendilerine benzemeyen kültürdeki insanlara önyargılı baktığı filmlerden olan “Paris’ten Sevgilerle” yer yer ırkçı ve öfkeli şiddet yüklü bir film.

    Ünlü Fransız yönetmen Luc Besson’un hikâyesini yazdığı ve yapımcılarından biri olduğu “From Paris with Love – Paris’ten Sevgilerle”, batının doğuya saldırgan bakışını yansıtan yer yer ırkçı bir film. Hayata diyalektik açıdan bakamazsanız, bu filmin manipüle ettiklerine hemen inanırsınız. Batılılar, kendilerine benzemeyen herkese ve her şeye saldırıyorlar. “Paris’ten Sevgilerle” filmine göre Çinliler ve Pakistanlılar çok tehlikeli. Hepsi suç için doğmuş. Çinliler, batıdaki tüm uyuşturcu trafiğini yönlendirirler. Pakistanlıların hepsi terörist bir canlı bomba. İnsan önyargılar ve ırkçılıklar yüzünden kederlere düşüyor. Doğru tarafları olabilir. Ama tüm bir toplumu öyle sunmak elbette çok ürkütücü bir şey. Kızılderilere soykırım yapıldı Amerika’da. Bu soykırımda tüm bir toplum mu suçluydu? Mafyayı yaratan Amerika’nın her ferdi mi gangsterdi? Ya Fransızlar? Amerika gibi günahın ülkesi olan Fransa’nın günahları da Amerika’dan az değil. Dünyadaki tüm halkların soylu tarafları var. Eğer suçlar ortaya çıkıyorsa bu emperyalizmin yaydığı bir şeydi. Hem suçlar hem de şiddet. Konjektüre göre bazı örgütleri yaratan batı, işi bittikten sonra kontrol edemediği o örgütlerin şiddeti kendisine yönelince tam bir Frankenştayn oluyor. Politikadan nefret ediyoruz ama batıdan öyle yalanlar ve manipülasyonlar üzerimize yağıyor ki… Propaganda tehlikeli bir oyuncak.

    Paris’te şiddet ve heyecan…

    Ama bu film, tüm politik yönlerini bir tarafa bırakabilirseniz tam anlamıyla birinci sırııf bir aksiyon ve şiddet filmi. “Paris’ten Sevgilerle”, bir zamanların Soğuk Savaş dönemlerinin “007 James Bond” filmlerinin tadını veriyor. Evet, bu filmi perdede seyretmeye doyamıyorsunuz. Kurgusu ve senaryosu iyi olan filmde, öncelikle John Travolta’nın performansı heyecan verici. Dazlak ve küpeli Wax, “çömez” ajan James’le Paris’i birkaç gün içinde kan gölüne çeviriyor. James, Paris’te Amerikan Büyükelçisi Bennington’ın ufak tefek işlerini görerek ajanlıkta “tecrübe” kazanıyor. James bir de Caroline adında bir genç kadına aşık. Onunla evlenmeyi bile hayal ediyor. Ama hayatına birdenbire Wax girince ajanlıkta epey yol alacağını da anlıyor. Wax, ajanlığın “inceliklerini” de James’e uygulamalı olarak gösteriyor. Wax, bu şehre indiğinde Paris’te hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Romantizmin şehrinin karanlık yüzüne dalan Wax, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını da gösteriyor James’e. Gerçekten kaç zamandır böyle nefes kesici birinci sınıf bir aksiyon filmini perdede görmemiştik. Filmdeki şiddetin çok sert olduğunu da belirtmeliyiz. Kanlar neredeyse fışkırıyor her yere. Wax ortaya çıktıktan sonra temposu bir an düşmeyen filmde seyirci ancak final bölümünde nefes alabiliyor. James’in bir santraç ustası olduğunu da belirtmeli.

    Sinemaseverler, 1977 doğumlu İrlandalı oyuncu Jonathan Rhys Meyers’ı Woody Allen’ın 2005 yapımı “Match Point – Maç Sayısı” filminde Chris Wilton karakteriyle hatırlayabilirler. John Travolta, “Paris’ten Sevgilerle” filminde John Badham’ın 1977 yapımı “Saturday Night Fever-Cumartesi Gecesi Ateşi” filmindeki gibi sanki dans ediyordu şiddet sahnelerinde. 1964 yılında doğan Fransız Pierre Morel, yönetmenliğe kameramanlıktan geçti. Sinemaseverler bu yönetmenin 2008 yapımı Taken – 96 Saat” filmini hatırlayabilirler. Luc Besson, yönetmen Morel’e tam anlamıyla destek veriyor. Çünkü Morel, kameraman olarak birçok uluslararası aksiyon filminde çalıştı. Yani bu işi iyi biliyor. Morel, David Lynch’in 1984’te çektiği “Dune” (Kumul) bilimkurgusunu yeniden çekmeyi düşünüyor. “Dune”un yazarıysa Frank Herbert.

    (23 Haziran 2010)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    25 Haziran 2010 Haftası

    “Paris’ten Sevgilerle”, insanlığın ciddi düşmanı terörizmin yeni tuzaklarından birini etkisiz hale getirmek için koşturan iki ajanı vitrine çıkarıp, bu bahaneyle şiddeti sıradanlaştıran, kötüsü de ‘eğlenceli’ hale getiren ve açık biçimde ırkçılık yapan kaba aksiyon gösterisi. Birileri yapımcı / öykünün yazarı Luc Besson’a anımsatmalı ki, “ticari film çekmenin de, para kazanmanın da bir ahlâkı vardır”… Sanatçılara akıl vermek doğru değilse de, seyircilere sunulacak şiddet gösterilerinde bilinçaltına yerleşebilecek nefret mesajlarına yer vermemek gerektiğini vurgulamak isteriz.

    “Örnek Aile”, sürekli, artan bir hırs ve azgınlıkla tüketmesi gereken bireylere günün yirmi dört saati ürün satan kapitalizmin, bu satışları gerçekleştirme numaralarının ulaştığı son merhalede, ‘tüketirken, aşk da dâhil her şeyi tüketen’ insanların acınası hikâyesi. Ancak, kendi mantığı içindeki gerçeklikten saptığı final ve etkisini çok zayıflatan zorlama kırılma noktaları ile başarılı bir film olmanın kıyısından dönüyor. Yine de, ‘örnek bir aile’nin nasıl örnek alınmaması gerektiğini merak edenler için!

    “İşkence Okulu”, horlanan, dışlanan, alay edilen, aşağılanan şişman öğrencinin intihar etmesinden sonra hayaletinin çıkagelip intikam almaya başlaması, biraz ‘slasher’, biraz komedi, biraz seks, biraz çıplaklık, biraz psikolojik sos içerse de, ergenlik çağındakiler için ‘mısır patlağı tüketerek eğlenecekleri’ bir anlamsızlık kesinlikle! Yaş sınıflandırmasında “18+” alması tuhaf. Çünkü bu film, o yaşın üstünde hiçbir ‘aklı başında’ seyircinin ilgi alanı içinde değil!

    (22 Haziran 2010)

    Ali Ulvi Uyanık

    ali.ulvi.uyanik@gmail.com

    Bir Trier Senfonisi: Antichrist

    Tuva Semmingsen’in büyüleyici yorumuyla “lascia ch’io pianga”yı dinleterek prolog kısmını bize sunuyor Antichrist. Oldukça dingin başlayan görüntüler ve müziğin de hipnotize edici gücüyle damarlarımızda bir ağırlaşma başlıyor. Kolumuzu kaldıramaz oluyoruz. Sanki ihtiras bizi sarmalıyor ama üzerimizdeki o ağırlık yüzünden bedenimizi kontrol edemiyoruz. Kar taneleri mümkün olabilecek en yavaş haliyle perdeden siyah beyaz görüntüler eşliğinde kayıp giderken bedenimiz de hayalimizdeki bedenin içinde tekleşmenin hazzını yaşıyor. Aslında tüm bu açılış sahnesinde bir aldatmaca var. Yaklaşık 10 sn.lik bir görüntü 10 dk. boyunca bize gösteriliyor. Renklerin yaratacağı bir yanılsama yok. Müzik ise başkaca bir şeye konstantre olmamıza engel oluyor. Kullanılan tekniğin istenirse eğer seyirciyi ne derece manipüle edebileceğini de göstermiş oluyor Trier bize. Ama Trier tam da bu noktada her şeyi öylesine bütünleştirici bir etki yaratarak sunuyor ki bize, teknik yanılsamaların içine sağlam fikirlerin ve görsel olarak sinemada görmeye çok da alışık olunamayacak cesur sahnelerin yerleştirilmesiyle bütünsel olarak yönetmenin kişisel mastürbasyonunu da tamamlamış oluyor. İnsanın içindeki hayvani dürtülerin de ne kadar bireyin şahsına münhasır olduğunun başarılı bir şekilde ifade bulduğunun altını çizmiş oluyor. Güçlü yorumu ve bize insanı en uç haz anındaki şeffaflığıyla yüzleştirmesiyle Antichrist’in sırf prolog sahnesi bile sinema tarihinde unutulmayacaklar arasında yerini alabilir. Aynı zamanda naif haliyle de dikkat çeken bu sahneyi fantastik unsurlarla da bezeli bir çeşit vicdan sorgulamasından bağımsız tutmak mümkün değil. Charlotte Gainsbourg’un yüzüne de bu hadise çok yakışmış.

    Filmi 3 tema üzerinden incelemek mümkün. Bu temaların dinsel ya da mitolojik temellerinden bağımsız bir şekilde ele alınması ise daha tercih edilebilir bir eleştiriye zemin hazırlıyor. Keder, acı ve umutsuzluk… Süreç, aynen bu şekilde ilerliyor ama biz bu şekilde ilerlediğine episodik anlatımlar sayesinde daha da emin olabiliyoruz. Keder başlıklı bir bölüm açıldığında kedere dair ne olabilecekse zihnimizde hazırlığımızı yapıyoruz ve aynı durum diğer bölümler için de geçerli oluyor. Film üç dilencinin bizden varoluşumuza sahip çıkmasıyla, bize tuttuğu aynayla ilerliyor ve tüm korkularımızla, korkularımızı nasıl alt edeceğimizi sorgulatmakla bizi cezalandırıyor. Filmde kadın karakter ve erkek karakterin isimleri bize hiç söylenmiyor. Duyduğumuz tek isim filmin başında ölen çocuklarının ismi. Yani bizim yarattığımız şeye atfettiğimiz değerin sembolize edilmiş hali. Kendimize ise bir değer biçemediğimiz bu dünyada bencilliklerimiz ve yenik düşmelerimizle anlamsızlaştırdığımız çocuklarımız. Diğer bir okumayla da başkaları tarafından yaratılan bizler ve gittikçe isimsizleşmeye mahkûm edilmiş beyinlerimiz. Tek umursadığımız kendi vicdanımızı rahatlatmak ya da usulsüz olarak bi şeylere sahip çıkmak. Film, insanoğlunun hiçleşmeye mahkûm edildiğinden tutun, aslında hayvani dürtü diye bir şeyin tüm canlıların varoluşunun temelinde yatan bir gerçek olduğuna kadar birçok yoruma açık. Lars Von Trier’in filmografisinde bambaşka bir yerde diyemeyeceğim çünkü zaten Trier’in filmografisi özellikle teknik anlamda kendini geliştirmeye dönük bir yapıda seyrediyor. Dogville, Lars Von Trier’den Beş Engel gibi filmler yapmış, ardından da pek de bir anlam verilemeyen belki de fazla stilize edilmiş Emret Patronum’la bizi selâmlayan bir adamın Antichrist’e kadar ulaşan süreçte ne gibi çılgınlıklar yapabileceğini tahmin eder hale geldik. SİYAD’ın bu yıl 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali için seçmiş olduğu En İyi İlk Filmler kuşağında Trier’in “Suç Unsuru” filmi gösterildi ki 35 mm formatında beyazperdede bu akıl almaz deliliğe şahit olmak kendimi oldukça şanslı hissetmeme yetti de arttı bile. Avrupa’nın hâlâ ortaçağdan kalma skolastik yapısına dem vuruşuyla, hikâye içinde yarattığı hikâyelerle, kurgunun izleyeni ters köşeye yatıran sürprizleriyle sıradışı bir yönetmenin ilk göz kırpışına da tanık olmuştuk. Antichrist’in görsel anlamda çok daha cesur olan anlatımına şaşıramayacağımız kadar orjinal ve kusursuzdu “Suç Unsuru”.

    Şimdi de biraz Trier’in kadınlara ne yaptığı üzerine üç beş kelâm edelim. Kadınlar hem suçlu, hem fedakâr, hem anne, hem sadık bir eş hem de yalnızlar bu hayatta. Antichrist’e göre üçgenin tepesinde kadının kendisi vardı. Hayatın merkezi iyiliğiyle, kötülüğüyle kadına odaklı bir bakış açısına sahip. “Dancer in the Dark”ta müzikâllerin dayanılmaz çekim gücüne kapılıp gittik Selma karakteriyle. Göremediğimizi gösterdi bize. Aslında oldukça klâsik bir senaryoyu dramatize ettikçe etti ve çivi çiviyi söker hesabı bizi gözyaşlarına boğdu. Belki de Trier’in dertlerini kadınların çektikleri cefalarla ifade etmek çok daha doğru bir anlam buluyordur. Dogville ile başlayan Fırsatlar Ülkesi Amerika üçlemesinde de kadınlar dünyayı kurtarmaya yelteniyorlar ama battıkça dibe batıyorlar. Antichrist’te de Charlotte Gainsbourg’un oyunculuğu oldukça vahşi. Tıpkı Emily Watson, Björk, Nicole Kidman gibi belli bir ön hazırlık süreci geçirmişe benziyor. Bu konuda da Lars Von Trier’in kendine has çalışma teknikleri de meşhur zaten. Karakteri psikolojik olarak zihinde tam olarak oturtmaya çalışıyor ya da belki de David Lynch misali oyuncunun karakter hakkında bir şey anlamaması işine geliyordur. O ya da bu şekilde sonuç itibariyle olayın süzgeçten geçirilmesi sıkı bir yorgunluğu da beraberinde getiriyor.

    28 yaşına hızla yaklaşmak olduğum şu günlerde Antichrist bana ne kattı peki? Ya da katması gerekiyor muydu? Sanırım ikinci soruya verilecek yanıt sinemasal anlamda herkesin ne tarz bir duruşu olabileceğine de açıklık getirir. Ama ben bu sorulara net bir cevap veremeyeceğim. İzlenilen şey bir şeyleri ifade etme derdini bariz bir şekilde ortaya koyuyorsa bana da bir şey katmasını daha bir fazlaca bekleyebilirim. Ama bunların bir sınırı da yok tabiiki. Antichrist çoğu insanın beynindeki tabulara sert bir eleştiri getiriyor. Olduğu kesin olan ama kabûllenilmesi ya da fark edilmesi güç olan noktalara giriyor. Özümüzde varolan bencilliğimizi dışavuruyor. Yer yer simgesel anlatımlarla yer yer de direkt olarak söylüyor derdini. Film ülkemizde “Deccal” ismiyle gösterime girdi. Çok fazlaca bir yorumu öncesinde yapmaktansa şu şekilde bir açıklamaya yeltenmeyi daha uygun buluyorum:

    “Deccal*, ahir zamanda farklı inançlara göre Mesih’in veya Mehdi’nin ikinci kez yeryüzüne gelmesinden önce insanlığın dini inançlarını kullanıp saptırarak kötülüğe ve sapkınlığa yönelteceğine inanılan düşünce yada varlık. Hadislere göre, Deccal kıyamete yakın bir zamanda Mesih’in dünyaya zuhurundan önce Allah tarafından insanları kötü yola ve imansızlığa çağıran, Âdem ile kıyamet arasındaki vakitte Allah’ın yeryüzüne gönderdiği en büyük fitnedir.”

    O halde benim anladığım kadarıyla Antichrist ya da Deccal, nasıl telâffuz edersek edelim bahsedilen kötülük insanı şehvetinin kurbanı yapacak bir kötülüktür. İnsanoğlunun da şehvetinin kurbanı olduğunu itiraf edersek herkesin içinde bir deccal var o halde. Trier içi boş olmayan bir söylevin derdinde. O ya da bu şekilde pek kayıtsız kalınamayacak bir filmle yine aklımızı bulandırabilmeyi başarmış.

    * http://tr.wikipedia.org/wiki/Deccal

    (22 Haziran 2010)

    Görkem Akgün