İstanbul Lisesi 7. Liselerarası Kısa Film Yarışması

Türkiye’nin seçkin okullarından olan İstanbul Lisesi, 6 sene önce düzenlemeye başladığı, Türkiye’deki lise öğrencileri arasında düzenlenen ilk ulusal kısa film yarışması olma özelliğine sahip olan Liselerarası Kısa Film Yarışması’nı bu sene de tüm Türkiye genelinde devam ettiriyor.
Yarışma süreci, katılım şartları, ön başvuru ve iletişim için tüm bilgi ve gelişmelere İstanbul Lisesi Sinema Kulübü internet sitesinden ulaşılabiliyor.
Yarışmanın son katılım tarihi 10 Mayıs 2010. Yarışma sonuçları, Haziranın ilk haftasında yapılacak olan Festival Gecesinde açıklanacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Diğer haberlere ve görsellere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    İstanbul Lisesi 7. Liselerarası Kısa Film Yarışması yazısına devam et
  • Küçük Adam Büyüdü: Gangster Sineması

    Gangster sineması, Hollywood’un önemli türlerinden. Tıpkı müzikaller ve westernler gibi. Gangster sinemasını ele alırken dönemleri sosyoekonomik olarak da değerlendirmek gerekiyor.

    1920’li ve 1930’lu yıllarda ABD’de süren ekonomik çöküntü, yeraltında çeteleri yaratmıştı. 1929’daki ekonomik buhran ve ardından gelen içki yasağı New York ve “cazın ülkesi” Şikago gibi büyük şehirlerde ortaya çıkan gangsterlerin içinde beyaz Amerikalı, yani WASP yoktur. Onlar İtalya’dan ve İrlanda’dan gelen göçmenlerdi. Bir rakipleri daha vardı: Yahudiler… 1929’da depresyonla beraber “Amerikan rüyası” çökmüş ve bu enkazın altından organize suç örgütleri çıkmıştı. Dönemin en öne çıkan gangsteri Al Capone’du. Sinemanın ilk (kısa metrajlı) gangster filmi, David W. Griffith’in 1912 yapımı 17 dakikalık sessiz “The Musketeers of Pig Alley” (Domuz Sokağının Silahşörleri) yapıtıydı. Bu filmde, New Yorklu gerçek gangsterler kullanılmış. Martin Scorsese, 1990 yapımı “Goodfellas-Sıkı Dostlar” ve 2002 yapımı “Gangs of New York-New York Çeteleri” filmleri, Griffith’in bu filminden etkilenmiş. Raoul Walsh’un 1915 yapımı sessiz ganster filmi “Regeneration” (Yeniden Doğuş), 1976 yılında Montana’da bir binanın bodrum katında bulunmuştu. İrlanda kökenli bir gecekondu çocuğunun büyüyüşünü suç dünyasının içerisinden anlatılıyordu bu 72 dakikalık film. Walsh’un bu filmi ilk uzun metrajlı gangster filmiydi ayrıca.

    Paramount, 1927 yapımı “Underworld” (Aşağı Dünya) sessiz filmini hemen gösterime sokmadı. Bu film, daha sonra sınırlı sayıdaki salonlarda gösterime girebildi. Kendinden sonra gelen birçok suç filminde iz bırakan bu filmi büyük Alman yönetmen Josef von Sternberg yönetmeye çalıştı, ama Paramount, Sternberg’in yerine Arthur Rosson’ı atamış. Sterberg, 1930 yapımı “Der Blaue Engel-Mavi Melek” filmiyle hatırlayabilirsiniz. Bu filmin hikâyesi Ben Hecht’e, senaryosu da Howard Hawks’a aitti. Raoul Walsh’un 1928 yapımı siyah-beyaz gangster filmi “Me, Gangster” (Ben Gangster), Charles Francis Coe’nun hikâyesinden aktarıldı. Filmde Carole Lombard da “Sarışın” Rosie’yi canlandırdı. Filmde June Collyer (Mary) ve Don Terry (Jimmy) başrolü paylaşmıştı. Bu filmin kameramanıysa Arthur Edeson’dı. Bu filmde, babası dok işçisi olan genç Jimmy’nin kötü yola sapışı anlatılıyordu. Lewis Milestone ustanın 1928’de yönettiği “The Racket”i (Haraç), kara film ruhlu gangster filmi olarak değerlendiriliyor. 1895’te Kişinev’de doğan, 1980’de Los Angeles’ta ölen yönetmen Milestone’un bu suç-gangster filmi Bartlett Cormack’ın oyunundan uyarlanmıştı. Filmde, dürüst bir polis, yozlaşmış politikacılar ve hukuk insanlarına rağmen içki kaçakçılarıyla savaşıyordu. Filmin de mekânları Şikago’ydu. Milestone’un bu filminin sadece bir kopyası bulunuyor. İlk sesli gangster filmiyse Bryan Foy’un 1928’de yönettiği “Lights of New York” (New York Işıkları) yapıtıydı. Bu filmin ilk çevrimi 1916’da aynı adla Van Dyke Brooke tarafından sessiz yönetilmişti. James Cagney’in perdede göründüğü ikinci film, onun sinemadaki kaderini de belirledi. Siyah-beyaz 1930 yapımı “The Doorway to Hell” (Cehenneme Giriş) gangster filmini Archie Mayo, Rowland Brown’ın hikâyesinden uyarladı. Film, Şikago’da yoğunlaşan gangsterlerin hikâyesini yansıttı.

    Türün ilk motifleri…

    1930-38 yıllarında çekilen gangster filmlerinde çok belirgin motifler vardı. En önemlisi, küçüklük motifiydi. Başkarakterlerin boyları kısaydı. Edward G. Robinson, James Cagney, Paul Muni gibi. Filmlerde aşağı yukarı kahramanlar filmin başında bir cinayet işliyor ve ardından onun kaderi başlıyordu. Seyirciyle kahramanın özdeşleşmesi de önleniyordu böylece. Elbette zaman duygusu önemliydi. Zirveye çıktıkça kahramanın düşmanları da çoğalıyordu. Bu yüzden kahraman her şeyi yoğun yaşamak zorundaydı. Gangster olanların çoğu taşradan büyük şehirlere gelmişlerdi. Bu dönemin filmlerinde dans figürü de çok önemliydi. Özellikle “tap” diye anılan dans müziği. Çünkü, gangsterlerin ince ruhu olduğunun altının çizilmesi gerekiyordu. Cinsellik de önemliydi ayrıca. Her şey açıktan olmazdı ve hep bir gizem vardı. Kadınlara asla güven olmazdı, onlara gerçek anlamda aşık olunmaz ve sır verilmezdi. Bu dönemin filmlerinde şaşılacak bir biçimde kadınlar sarışın ve aptaldı. Tıpkı kara filmlerdeki gibi.

    Gangsterlerin önde görülen işleriyse genelde kumarhanedi. İşlerini kumarhanelerinin arka bölümlerini büro olarak kullanırlardı. Bir de kanun adamları vardı elbette. Gangsterin sıradan ve önemsiz olduğunu hissettirmek için, düzene sadık savcı, yargıç ve polisler vardı 1930’lu gangster filmlerinde. Bu dönemin filmlerinde şu denmek isteniyordu: Toplumda herkesin bozulmadığı ve geleceğin hâlâ var olduğu… Bu filmlerde çevre de önemliydi. Barlar, gece kulüpleri ve karanlık dar sokaklar… Gangster sinemasının temelini atan bu dönemin en önemli vurgusu törenselliğin öne çıkmasıydı. Balolar, cenazeler ve düğünler çok önemliydi. Silâhlar, siyah Lumizin arabalar, fötr şapkalar, çizgili takım elbiseler, siyah-beyaz parlak ayakkabılar ve purolar da ikon olarak çok önemliydi. 1930’larda çekilen iki önemli gangster filmi bu döneme damgasını vurdu. 1931 Mervyn LeRoy’un siyah-beyaz “Little Caesar-Küçük Sezar” filmi William R. Burnett’ın (1899-1982) aynı adlı romanından uyarlandı. Roman 1929’da yayımlanmıştı. Yazarın bir diğer ünlü soygun-suç romanı “The Asphalt Jungle-Elmas Hırsızları” da 1950’de John Huston tarafından kara film türünde sinemaya uyarlanmıştı. “Küçük Sezar” filminde “Küçük Sezar” diye anılan Enrico Bandello “Nico”nun yükselişi ve düşüşü anlatılıyordu. Bu film, gangster sinemasının da temellerini attı. “Nico”ya Edward G. Robinson hayat vermişti. Filmin mekânlarıysa Şikago’ydu. Çünkü Şikago, New York gibi gangsterlerin şehriydi. Bu filmin final bölümü trajiktir. Çavuş Flaherty (Thomas Jackson), “Nico”yu reklâm panosunun yanında sıkıştırır ve vurur. “Nico”nun dansçı olmak isteyen en yakın arkadaşı Joe Massara (Douglas Fairbanks, Jr.) ve Joe’nun aşık olduğu dansçı Olga’nın (Glenda Farrell) mutlu resimleri vardır reklâm panosunda. “Nico”, soğuk ve karanlık gecenin içinde yoksulluk içinde ölür. “Nico” vurulduktan sonra kamera, yerde uzanmış “Nico”yu üst açıdan zavallı bir biçimde gösterir ve gangsterler kanun önünde yenilgiye mahkûmdur imgesi verilir. 1932 yılında Howard Hawks’un çektiği “Scarface-Yaralı Yüz”ü, yeraltı dünyasını gerçek anlamda derinden etkilemiştir. Öyle ki, tüm giysileri, yaşam tarzları ve takıldıkları mekânlar bu iki filme, “Küçük Sezar” ve “Yaralı Yüz”e bakarak hepten değişmiştir gangsterlerin. Armitage Trail’in (1902-1930) romanınından uyarlanan bu siyah-beyaz film gangster-kara film olarak da değerlendiriliyor. Bu filmin baş senaristi de büyük sinemacı Ben Hecht’di. Diğer seraristleriyse Seton I. Miller, John Lee Mahin ve William R. Burnett’tı. Roman/film ünlü gangster Al Copone’un hayatından esinlenmişti. Filmde Antonio “Tony” Camonte’nin (Paul Muni) hayatı anlatılıyordu. Film, 1931’de tamamlanmasına rağmen sansür korkusundan hemen gösterime giremedi bu film. Bu yüzden filmin yapım tarihi 1932 olarak belirlendi. Filmi yapanlar filmin afişine “The Shame of the Nation” (Milletin Utancı) yazısını bile yazdılar. 1983’te Brian de Palma, “Yaralı Yüz”den esinlenerek “Scarface-Sicilyalı” filmini çekmişti. De Palma’nın filmi DVD’de “Yaralı Yüz” olarak yayımlandı. Hawks’un ve De Palma’nın filmlerinde başkarakerler kız kardeşlerine aşık oluyorlardı. Al Capone kadar ünlü bir gangster daha vardı. Charles “Lucky” Luciano, yani Salvatore Lucania (1897-1962), organize suç örgütlerini modernize eden ve eroinin dünyada yaygınlaşmasına katkıda bulunan bir mafya babasıydı. Onun hayatını en iyi anlatan filmse 1973 yılında Francesco Rosi’nin yönettiği “Lucky Luciano”ydu. Bu filmin başrolünde de büyük oynucu Gian Maria Volonté vardı. TRT’de de gösterilen Michael Nouri’nin 1981’de oynadığı televizyon dizisi “Gangster Chronicles” de var. Diziyi Richard C. Sarafian yönetmişti. William A. Wellman’ın yönettiği 1931 yapımı siyah-beyaz gangster filmi “The Public Enemy-Halk Düşmanı”nda James Cagney, Tom Powers adlı bir gangsteri canlandırdı. Bu filmin hikâyesi 1920’li yıllarda geçiyordu. Tom, çocukluğunda ve ilk gençliğinde despot babasından dayak yer hep. Tom, arkadaşı Matt’le (Edward Woods) küçük suçlarlar işlemeye başlar sonra. İçki yasağının da yaşandığı yıllarda yeraltı dünyası da hayatı kuşatmaya başlıyor o sıralar. Tom’un önünde kanlı ve sert bir dünya durur şimdi. “Halk Düşmanı”na sinema tarihinin en önemli gangster filmi deniliyor. Ünlü yönetmen John Huston’ın babası Walter Huston’ın başrolü Jean Harlow’la paylaştığı 1932 yapımı “The Beast of the City” (Şehrin Canavarı), sinemanın önemli gangster kara filmlerinden. “Küçük Sezar”ı da yazan WR Burnett’ın hikâyesinden uyarlanan bu filmi Charles Brabin yönetmişti. Bu film, 1970’lerde “Kirli Harry” diye de bilinen Clint Eastwood’un oynadığı “Dirty Harry-Kirli Adam” filmine de ilham verdi. 1930’ların en önemli gangster filmlerinden biri de 1935 yapımı siyah-beyaz “G Men” filmiydi. Bu filmin hikâyesi de, büyük Hollywood stüdyolarından 20th Century Fox’un kurucularından biri olan Darryl F. Zanuck’un “Public Enemy No. 1” (Bir Numaralı Halk Düşmanı) romanından uyarlandı. Filmi de William Keighley yönetti. Kameramansa Sol Polito’ydu. Film, “Brick”, yani “Tuğla” Davis’in (James Cagney) hikâyesini anlatıyordu. “G Men”, FBI içinde çalışan, bir tür “gangster adamlar” anlamına gelen bir şey. FBI, gangsterlerin arasına sızdırdığı ajanlarına “g men” diyor. “G Men”, zamanında seyirciden büyük ilgi görmüş. Yine William Keighley’in yönettiği 1936 yapımı siyah-beyaz “Bullets or Ballots” (Ya Mermiler Ya Oylar) filminde Edward G. Robinson, polis dedektifi Johnny Blake’i canlandırdı. Dedektif Blake, gangsterlerin içerisine sızıyordu. Filmde Humphrey Bogart da Nick “Bugs” Fenner rolündeydi. Bu politik yönleri de olan bir film olmasına rağmen o dönemki suç filmlerinin gerisinde bulunmuş. Archie Mayo’nun 1936’da yönettiği “The Petrified Forest-Taşlaşmış Orman” gangster filmi, Robert E. Sherwood’un aynı adlı romanından uyarlandı. Filmin kameramanı da Sol Polito’ydu. Filmde de Leslie Howard (Alan) ve Bette Davis (Gabrielle) oynuyordu. Humphrey Bogart da filmde Duke Mantee karakterini canlandırdı.

    William Wyler ustanın 1937 yapımı “Dead End-Çıkmaz Sokak” gangster filmi sinema tarihinin de gelmiş geçmiş en solcu filmlerinden biriydi. Bu sol ruhu aşacak bir film de hâlâ yapılamadı. Bu büyük filmin senaryosunu Sidney Kingsley’in oyunundan Lillian Hellman yazmıştı. Filmin yapımcısıysa MGM’in kurucularından Samuel Goldwyn’di. Muhteşem siyah-beyaz fotoğraflarsa büyük üstat kameraman Gregg Toland’a aitti. Filmin başrollerinde de Sylvia Sidney (Drina), Joel McCrea (Dave) ve Humphrey Bogart (Bebek Surat Martin) vardı. Filmin hikâyesi, New York’un sert gecekondu atmosferinde geçiyordu. Zengin-fakir arasındaki uçurumlar, geleceksizlik, suç dünyaları yansıyordu perdeden. Doğu Nehri kıyısındaki caddenin sol tarafında zenginlerin daireleri, sağ tarafındaysa yoksul insanların yaşadığı döküntü evler. Drina’nın kardeşi Tommy, “Bebek Surat” Martin’e özeniyor, bu yoksulluktan kurtulmak için. Eleştirmenler, filmle oyun arasında karakterler üzerinden ciddi farklar olduğunu belirtmişler. Wyler’ın bu “Çıkmaz Sokak” filmi, on yıllarca FBI’ın sansürüne uğradı. MGM, ancak 2005 yılında DVD’sini yayımlayabilmişti “Çıkmaz Sokak”ın. Gangster sinemasında iyi bir yere sahip William Keighley, James Cagney’le 1939’da siyah-beyaz “Each Dawn I Die” (Her Şafakta Ölürüm) gangster filmini de yapmıştı. Film, Jerome Odlum’un romanından uyarlandı. Filmin hikâyesinde muhabir Frank Ross var. Suçlu bulunur ve hapse atılır. Filmin kameramanıysa Arthur Edeson’dı. Frank Ross, kendince kanun dışı bulduğu insanları kendince cezalandırmak isterken, suçüstü yakaladığı insanların tuzağına düşürülünce hapse atılıyor. Gangster arkadaşının da hikâyeye katılmasıyla her şey rayından çıkar. Raoul Walsh’un yönettiği 1939 yapımı siyah-beyaz “The Roaring Twenties” (Kükreyen Yirmiler), Mark Hellinger’ın “The World Moves On” (Dünya Üzerinde Hamle) hikâyesinden uyarlanmıştı. Filmde elbette James Cagney vardı. Bu filmde Humphrey Bogart da oynamıştı. Bu filmin senaristleri arasında sonradan önemli yönetmenlerden olacak olan Robert Rossen da vardı. Rossen’ı Walter Tevis’in aynı adlı romanından 1961’de uyarladığı “The Hustler-Bilardocu” filminden hatırlayabilirsiniz. Filmin hikâyesi, 1 Dünya Savaşı sonrasında evine dönen savaş gazisi Eddie Bartlett’in hikâyesini anlatıyor. İçki yasağının bir baskıya dönüştüğü yıllarda Eddie yeraltı dünyasının içinde bulur kendini. Bu dönemde komedi türünde komedi filmleri de çekiliyordu. Edward G. Robinson, Lloyd Bacon’ın 1938 yapımı siyah-beyaz “A Slight Case of Murder” (Hafif Bir Cinayet Durumu) komedi-gangster filminde de oynadı. Remy Marco karakteri Robinson’ın gangster filmlerinde canlandırdığı karakterlerin sanki parodisi gibidir. Hızlı tempolu bu komedi-gangster filmi, Damon Runyon ve Howard Lindsay’in oyunundan uyarlandı. Oyun, 1935 yılında Broadway’de altmış dokuz defa sahnelenmiş.

    Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt’in “New Deal/Yeni Anlaşma” yasalarıyla John Maynard Keynes’in (1883-1946) ekonomik plânı, yaşamı kuşatıcı buhranı atlatıyor ve böylece 1938’den sonra gangster sineması da yapı değiştirmeye başlıyordu yavaş yavaş. Kahramanın boyu da uzamaya başlar ve kanun adamlarıyla boyları neredeyse eşitlenir. Gangster, bununla beraber artık kendini feda eden bir insandır. Toplumsal sorumluluklarıyla arkadaşlık arasında sıkışmıştır. Artık kendi sınıfından insanları korumaya başlar kahraman. Her şeyden önce gangsterlerin şirketlerdeki gibi yönetim kurulları vardır ve her şey ortak kararla uygulanır. İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’daki karışıklıklarla “komünizm tehlikesi” de vardır. Toplumda inançsızlık, Amerikalılık ruhunda azalma ve uzaktaki savaşa katılma korkusu duyulur. Her şeye rağmen Amerika’da işsizlik azalmış ve açlık ortadan kalkmıştır. Bu dönemde de, 1940’larda da, önceki gangster filmlerindeki gibi bazı ortak yönler vardır: Çevre artık gettodur. Yani Çin Mahallesi, Yahudi merkezleri, siyah tuğladan yapılmış küçük daireler ve hapishaneler. 1930’ların büyük bölümünde çekilen gangster filmlerininde hapishane pek göze çarpmıyordu.

    Yönetmen Max Nosseck’in 1930’lu yılların ünlü gangsteri John Dillinger’in hayatını anlattığı 1945 yapımı siyah-beyaz gangster-kara filmi “Dillinger”, sinnemanın önemli suç filmlerinden. Michael Mann, 2009 yapımı “Public Enemies-Halk Düşmanları” filminde aynı dönemi anlatmıştı John Dillinger’ı öne çıkartarak. Henry Hathaway’in 1947 yapımı “Kiss of Death” (Ölüm Öpücüğü) siyah-beyaz gangster-kara filmi, Eleazar Lipsky’nin hikâyesinden uyarlandı. Senaryoyu da büyük sinemacı Ben Hecht’le Charles Lederer beraber yazdılar. Büyük oyunculardan Richard Widmark, psikopat gangster Tommy Udo karakteriyle harikalar yaratıyordu. Bu filmde Karl Malden de vardı. Raoul Walsh’un 1949 yapım siyah-beyaz gangster-kara filmi “White Heat-Cehennem Alevi”nde James Cagney başroldeydi. Bu filme son büyük gangster melodramı da deniliyor. Bu filmde, acımasız ve “Oedipus kompleksli” bir psikopat gangster Arthur “Cody” Jarrett’ın trajedisi anlatıyordu. “Cehennem Alevi”nin girişi bir western filmi tadındaydı. Jarrett çetesi posta treninde kovboylar gibi soygun yapıyorlardı. Senaryosu iyi yazılmış filmde gerçekten de melodram üst noktaya çıkıyordu. Bu filmde tüm bir hapishane bölümü ilham vericiydi. Rafinerideki uzun final bölümü de sinema tarihine geçmiş unutulmaz anlardı sanki. Babası ve abisi “delilikten” ölen migrenli “Cody” (James Cagney), “Cody”nin ihtiraslı karısı “femme fatale” sarışın Verna (Virginia Mayo), ilham verici “kötü adam” Büyük Ed (Steve Cochran) ve hapishanede “Cody”ye yaklaşan polis Vic Pardo (Edmond O’Brien) filmin unutulmaz karakterleriydi.

    Arthur Penn’in 1967 yapımı “Bonnie and Clyde-Bonnie ve Clyde” gangster filminin öncülü olan Joseph H. Lewis’in 1950 yapımı siyah-beyaz gangster-kara filmi “Gun Crazy” (Çılgın Silâh), MacKinlay Kantor’ın hikâyesinden uyarlandı. Bu film, “Deadly is the Female” (Ölümcül Dişi) adıyla da biliniyor. Bu filmde sarışın ve güzel İngiliz Peggy Cummins Annie Laurie Starr’a, John Dall da Bart Tare’ye hayat veriyordu. Elia Kazan’ın 1954 yapımı “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” filmi de 1950’lerin güçlü gangster filmlerinden biriydi. Filmin senaryosu Budd Schulberg tarafından yazılmıştı. Filmin başrollerinde Marlon Brando, Eva Marie Saint, Rod Steiger, Karl Malden ve Lee J. Cobb vardı. Bu film, mafyanın eline düşmüş dok işçilerinin “sarı”laşmış sendikasını ve suç dünyasını anlatıyordu. Marlon Brando, yıpranmış ve umutsuz boksör Terry karakterinde mükemmeldi. Richard Wilson’ın 1959 yapımı siyah-beyaz “Al Capone” filminde bu azılı gangsteri Rod Steiger canlandırmıştı. Brian de Palma da 1987 yılında bu gangsterin yakalanmasını ve yargılanmasını “The Untouchables-Dokunulmazlar” filminde anlatmıştı. De Palma’nın “Dokunulmazlar”ındaki Al Capone karakterinde Robert de Niro muhteşemdi.

    (23 Ocak 2010)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    KargART’ta “Bir Film Nasıl Okunur?” Atölyesi

    KargART’ta “Bir Film Nasıl Okunur?” Atölyesi 24 Ocak Pazar günü başlıyor. Pazar günleri 19:00 – 22:00 arasında gerçekleştirilecek atölye 8 hafta sürecek. Alkan Avcıoğlu’nun sunacağı atölyeye info@kargart.org adresine müracaat edilerek katılmak mümkün. Atölye çalışmasında amaç sinemanın temel konseptlerini tanıtıp çağdaş film gramerini kavramaya dair pratik geliştirmek. Kamera, ışık, kurgu, ses, oyunculuk gibi sinemasal anlatım öğelerini ayrı ayrı ve nihayetinde bir bütün olarak inceleyip kavrayarak, film izleme deneyimlerini zenginleştirip farklı okuma biçimleri geliştirmek.

  • Basın Bülteni
  • Afişe haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    KargART’ta “Bir Film Nasıl Okunur?” Atölyesi yazısına devam et
  • Paranormal Activity, Filminden Korsana Akıllıca Bir Çalım

    15 Ocak 2010’da vizyona giren ve ABD’de rekor kıran korku filmi Paranormal Activity, korsan izleyicilerini hayal kırıklığına uğrattı.
    Yapımcıların ricası üzerine yurt dışında da gazetecilerden filmin sonu hakkında yorum yapmamaları ricası gayet akıllıca bir ön uygulama yapıldı.
    Efekt ve görüntüleri ile ‘sinemada izlenmesi gereken bir film’ olarak anılan film korsan satışlar içinde büyük bir sürpriz oldu. Korsan DVD izleyenler büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor.
    Çünkü filmin bazı bölümleri ve en can alıcı noktası olan sonu tamamiyle farklı.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Türk Kısa Film Yönetmeni Cenk Ertürk’ün Projesine Sarajevo Film Festivali’nden Destek

    Sarajevo Film Festivali, Sarajevo City Of Film projesi kapsamında Türk kısa film yönetmeni Cenk Ertürk’ün Bizim Duvarlarımız (Our Walls) adlı kısa film projesini 12500 Euro’ya kadar destekliyor. Cenk Ertürk daha önce çektiği, yurt içi ve yurt dışı festivallerde yarışmış olan Babamın Cennetinde, Pencereler Ardında, Güzel Kokmadığımı Biliyorum ve Muz Eğrisi gibi kısa filmleriyle biliniyor.

  • Basın Bülteni
  • Tüm Şirketler

    Tüm Şirketler,
    08 – 14 Ocak 2010 Haftalık (Weekly),
    01 – 14 Ocak 2010 Yıllık (Annual),
    01 – 14 Ocak 2010 Eski Yıllar Yıllık (Ex Years Releases Annual),
    Box Office listeleri için tıklayınız.
    Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.

    Arka Pencere Dergisi, SİYAD Adaylarına Mercek Tutuyor

    Arka Pencere Dergisi, 12.nci sayısında, Sinema Yazarları Derneği Ödülleri’nin adaylarını konu ediniyor. Klâsik bir başyapıtın incelendiği köşede Luchino Visconti’nin şaheseri Leopar (Il Gattopardo) yer alıyor. Derginin vizyon filmi eleştirileri şöyle: Aklı Havada, Paranormal Activity, Sherlock Holmes, Kaptan Feza, Kim Kiminle Nerede?, Pıtırcık, Gelecekten Bir Gün. Arka Pencere’nin 12’nci sayısı, Hitchcock alıntısıyla sona eriyor: “Bir aktör yanıma gelir de karakteri üzerine konuşmak isterse ona senaryoya bakmasını söylerim. ‘Peki motivasyonum ne?’ diye sürdürürse ‘Alacağın ücret’ derim!”

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Arka Pencere Dergisi, SİYAD Adaylarına Mercek Tutuyor yazısına devam et
  • TRT Radyo 3’te Yeni Bir Program: Gözüm Kulağım Sinema

    TRT Radyo 3′te Gözüm Kulağım Sinema adında yeni bir program yayınlanmaya başladı. Sinema – müzik ilişkisi her Perşembe 22:00 haberlerinden sonra TRT Radyo 3 mikrofonlarında konuşuluyor. Sinemanın doğuşundan bugüne film müzikleri, dönem dönem, akım – akım sinema – müzik ilişkisi, yönetmenlerin film müziğine bakışı. Film müzikleri eşliğinde sinema ve müzik sohbeti. Gözüm Kulağım Sinema’yı Kurtuluş Özyazıcı hazırlıyor, Bilkent Üniversitesi’nden Ahmet Gürata programa yorumlarıyla katılıyor.

  • Web Sitesi
  • Kutsal Damacana 2: İt Men

    Korhan Bozkurt’un yönettiği ve Şafak Sezer, Mustafa Üstündağ, Aydemir Akbaş ile Tuğba Karaca’nın oynadığı Kutsal Damacana 2: İt Men, 22 Ocak 2010’da Özen Film dağıtımıyla İyi Seyirler Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
    İlk Kutsal Damacana filmi sahte bir papazın kahkahalarla dolu sihirli macerasını beyazperdeye taşımıştı. İkinci film yine Kutsal Damacana ön başlığı ve korku – komedi tarzıyla, Hollywood’un vazgeçemediği kurt adam imajını ti’ye alıyor. Özel efektleri, akıcı ve tedirgin edici anlatım üslûbu ve eğlenceli konusuyla Kutsal Damacana 2: İt Men son dönemin en iddialı komedi filmlerinden biri iddiasını taşıyor.

    bir PEDRO ALMODOVAR kitabı

    Yıllar önce idi, Bunuel’in Tristana filmini seyrettikten sonra, Yeni Dergi’de Atilla Dorsay tarafafından yazılmış eleştirisinde, hristiyanlığa ait okullarda çocuklara Pazar günü tatile (şehre) gönderilmeden önce, çıplak kadın heykellerine baktırarak mastürbasyon yaptırdıklarını okumuştum. Bu okuyuş, Bunuel’in filminde, aynı şekilde şehre inen çocuğa Tristana’nın çıplak göğüslerini göstermesine anlam katıyordu, bu anlam zaten filmin içinde vardı, fakat bu uygulamayı bilmeyenler için, kafada bir takım sorular oluşturacak bir sahne idi. İşte yönetmenler üzerine yazılan kitaplar, yönetmenlerin yaptıkları filmlerde, bu ve benzeri bir takım sahnelerin nasıl farklı şekillerde yorumlanabileceğini veya anlamadan izlenebileceğini örnekliyor.

    Ülkemizde ’50’li ve ’60’lı yıllar ABD ağırlıklı sinemanın yaygın olduğu dönemdir. Bu arada ’30’lu yıllarda Avrupa sineması bir çok örneği ile değişik sinema örnekleri verdi ise de ’40’lı yıllarda savaş nedeni ile -özellikle- ülkemizde doğu -Mısır- filmleri ağırlık kazanmıştır. ’30’lu yıllar ve özellikle ’50’li yıllardan sonra ABD sineması tüm dünyada hakimiyet kurmuştur, bu da ulusal sinemalara sekte vururken, bizim gibi alıcı durumundaki ülkelerin pazarında büyük bir ağırlık kazanmıştır. O yıllardan beri özellikle Avrupa ve kimi Güney Amerika ülkeleri ve Japonya ile -o yıllarda- SSCB’ne ait filmler zaman zaman sızma yaparak ticari sinemalara ulaşabilmiştir. Ve bu filmler içinde çok sıradanlarının yanında o günlerin kimi yaratıcı yönetmenlerin filmleri de yer almaktadır. Aynı şey günümüz için esasta değişmese de farklılık gösterir. Özellikle son on yılda ülke pazarında yerli filmler ABD filmlerine rekabet eder, hatta onları alt sıralara iteler olmuşlar, bu arada da diğer ülke sinemalarının filmleri de, seyrekte olsa seyirciye ulaşır olmuştur. Yalnız film gösterimleri, televizyon yanında, bir takım özel gösterim düzenlemeleri ve içte giderek yaygınlaşan festivaller nedeni ile bu tip yaratıcı yönetmen elinden çıkmış filmleri perdelerine taşımaktadırlar.

    Günümüz yaratıcı yönetmenlerinden Pedro Almodovar da bu kanalla bizlere ulaşabilmektedir. Özel gösterimlerde filmlerini izleme olanağı doğarken, son filmleri ticari sinemalara da gelmeye başlamıştır. Los Abrazos Rotos / Kırık Kucaklaşmalar halen gösterimdedir. Bu arada son yıllarda sayılı giderek artan sinema kitapları artık belirli bir bütünleşmeye doğru da yönelmiş, ES Yayınları çeşitli şekillerde gruplandırdığı yayınların bir kısmını da yönetmenlere -özellikle yaratıcı yanı öne çıkan- yönetmenlere ayırmıştır.

    “bir PEDRO ALMODOVAR kitabı” İhsan Mursaloğlu’nun eli ile bizlere ulaşıyor, önce kısaca Almodovar tanıtılıyor, sonra filmleri aracılığı ile hem Almodovar hem de İspanya… Kitapta, ilk filmden itibaren kahramanlar aracılığı ile (doğrudan değil), İspanya’nın uzun bir dönem yaşadığı faşist dönemin izlerinin ve katolik yapılanmaların etkileri olayların arkasından sezdiriliyor. Kanlı arenaların değişik kahramanlarının yanında, cinselliğin normal, daha çok -bizim toplumumuz için anormal diye bileceğimiz- anormal (farklılık gösteren) ilişkileri, uyuşturucu, farklı sanat dalları (sinema, dans, müzik), yukarıda değindiğimiz faşizmin devam edebilen izleri ve eski ağırlığı ile olmasa da katoliklik, birlikte insanların yaşamlarını yönlendiriyor.

    Almodovar da sinemanın az sayıdaki “kadın yönetmenleri”nden biri. Kadın kahramanlarının erkeklere önceliği var, erkekler ise hep yitirenler; kitap bu özelliği her film için örneklerle birbirine bağlıyor.

    Kitaptan öğrendiğimiz -ve kimi filmlerinde gördüğümüz- gibi, Almodovar filmlerinde sinemaya sırf kahramanları aracılığı ile yer vermiyor. (Son filminin kahramanı “üstelik” gözleri görmeyen bir yönetmen) Filmleri, yukarıda belirtilen dönemlerde dünyaya yayılan ABD sinemasının öne çıkmış bir kısım filmlerine, yönetmenlerine nerede ise bir saygı duruşu, bu nedenle yapılan bir takım göndermeler içeriyor. Başta Hitchcock ve Douglas Sirk olmak üzere, Hawsk, Mankiewicz, Hattaway çeşitli filmleri ile hatırlatılıyor (doğal ki gönderme yapılan filmleri görenlere…) bir de ülkesinin bir diğer yaratıcı yönetmeni Bunuel…

    İhsan Mursaloğlu, “bir Pedro Almodovar kitabı” kitap olmanın yanında Almodovar şifrelerini de iletiyor bize, film sinema da seyredilir, ama bazı filmler haklarında bir şeyler bilerek seyredilirlerse daha başka film olurlar, Mursaloğlu bize bir kapı aralıyor…

    “bir PEDRO ALMODOVAR kitabı”, ES Yayınları, 2010,
    http://www.esyayinlari.com

    (21 Ocak 2010)

    Orhan Ünser

    Cem Yılmaz’ın ve ‘Yeni Mizah’ın İzini Sürmek

    Başlangıç Yerine ya da Meraklısına Katıla Katıla Gülme Tarifleri
    Aptal olmadığını ısrarla vurgulayan sarışın manken, şov çıkışında çevresini saran gazeteci ordusuna şöyle bir gülümsüyor ve “en çok neye güldünüz?” sorusunu “inanın bilmiyorum” diye savuşturuyor:
    “Zaten Cem Yılmaz’ın stand up’larından çıkınca hiç bir şey hatırlamıyorsunuz ki… Sadece herşeye ama herşeye katıla katıla güldüğünüzü anımsıyorsunuz o kadar…”
    O sırada devreye bizzat Yılmaz’ın kendisi giriyor. Yeniçağın komedyeni, “Hoşgeldin 2003” adlı gösterisinin İzmir ayağında, seyirciye şöyle sesleniyor:
    “Gülmekle ilgili bir sıkıntısı olan bir adamın burada ne işi var? Ama bazıları dertleniyor: ‘aman canım, öyle ağzını yayıp gülmek olur mu, birazcık da düşünmek lâzım!’ diye. Ben o konuyu hallettim, merak etme. Sen burada niye düşünesin ki? Gülmek için toplanmışız buraya… Diyorlar ki ‘yalnızca gülmek olmaz, güldürürken düşündürmek lâzım!’ Oysa gülmek zaten çok zorlu bir aktivite, o yüzden neşene bakacaksın, güleceksin o kadar…”
    Komedinin yüzyıllar geçse bile ayakta kalacak olmasının en temel nedenini, “bir dizi inanca saplanıp kalan bir toplumun sahici olmayan yaşam tarzını ya da tarihsel münasebetsizliğini hedef alması” olarak açıklayan Brecht’e yanıt mı verilmektedir dersiniz. Ya da başka bir deyişle münasebetsizliği hedef alması beklenen komedyen, varoluş nedeninin bizzat kendisi olmaya mı soyunmaktadır yeni dönemde?

    Sarı-Siyah Sayfalarda Kısa Bir Gezinti
    Gözlerini 70’lerde kırpıştırmaya başlayan bir kuşak için günümüz güldürüsünü kavramanın yolu uzun ve badireli bir süreçten ve belki de en çok mizah dergilerinin sarı siyah sayfalarını yeniden hatırlamaktan geçer. Ülkenin sosyo politik, ekonomik ve kültürel referansları adına gerçek bir yarılmaya işaret eden 80 darbesi öncesinde, (dönemin toplumsal muhalefetini tam manasıyla karşılayamaması söylemini hiç değilse bir süreliğine bir kenara bırakarak) “Gırgır” dergisi etrafında toplanan bir grup mizahçı ve karikatürist, öncüllerinden farklı sayılabilecek bir söylemle ve giderek büyüyen bir koroyu peşine takarak güldürü sahnesine çıkıyordu.
    Nasreddin Hoca’nın Timur’a başkaldırısı, Keloğlan’ın padişahın kızını öyle ya da böyle kapıp kaçması ya da daha yakın dönemlerin “Marko Paşa”ları, “Akbaba”ları, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi ustaları göz ardı edilmeden bu topraklardaki sözlü / yazılı ve görsel mizahın, baskıdan hemen her dönemde nasibini almış aydınlar eliyle etkili bir direnme aracı haline getirildiği -Levent Cantek’in “Türkiyede Çizgi Roman” adlı incelemesinde de vurguladığı gibi- “muhalif kalmayı sürekli başaran, neredeyse en etkili yayın organı”na dönüştüğü hatırlanacaktır.
    80’le birlikte, dönemin baskıcı / apolitikleştirilmiş atmosferinden güleryüzlü bir biçimde sıyrılmanın yolu haline dönüşen Gırgır; kimi zaman sistemle yarı uzlaşmış, kimi zaman da koşulların ana hatlarını belirlediği sınırları eğlenceli biçimde aşmaya yeltenen haylaz bir çocuk edasıyla (okuyup anlamanın, sorgulayıp değiştirmeye çabalamanın ‘out’ olduğu konjonktürün de şaşırtıcı bir avantaja dönüştüğü ortamdan görselliğin gücüyle yararlanarak) kısa sürede dünyanın en çok okunan dergileri arasına girecektir. (Cantek’in incelemesinde istatiksel olarak sunulan Gırgır’ın kapak konuları bu yaklaşımın doğruluğunu açıklar: 80’lerin Gırgır’ı en çok Turgut Özal (% 20.3), İşadamları ve Politikacılar (%19.6), Zamlar (% 10) konularını işlemiştir. Tabloda İşçi Hakları % 3.4’ler, darbeciler ve işkence gibi ‘hassas’ konular ise % 1’lerle ifade edilmektedir.)
    Mizahtaki ilk kırılma, belki de şaşırtıcı olmayan biçimde, 80 kâbusunun ağır aksak da olsa derin uykulardan çekilmeye başladığı bir döneme rastlar. Bu dönemde gündeme gelen Limon, Gırgır’dan ilk önemli kopuşun adresidir.
    Limon; Netekim ve Ora’dan Öyküler gibi yaratıcı ve politik açılımları bir yana, (Gırgır’ın kardeşi konumunda olan Fırt’tan aşina olduğumuz Yavrunuzun Sayfası’nı dipnot olarak ekleyerek) cinselliğin karikatürde başlıbaşına bir tür haline dönüşmesinin de ilk kurumsal adresi olacak ve bu durum derginin en işlevsel bölümlerinden olan Okur Mektupları’nda sıklıkla tartışılacaktır. (Bu noktada, günümüz ölçeğinde hayli naif özellikler barındıran bu tartışmaların, bir süre sonra güldürünün 90’lar serüveninin belirleyici metinleri haline dönüşmesine tanıklık ettiği gerçeğine vurgu yapalım.)
    80’lerin son durağında, içerdiği politik mesajlar ya da Oğuz Aral merkezinde süregelen tartışmalar bir yana, arka plânında büyük sermaye gruplarının; Simavi’lerin, Akbay, M. Ali Yılmaz ve Asil Nadir’lerin olduğu kopmalar, ülke soluyla paralellik göstererek bölündükçe çoğalan, çoğaldıkça kitleyle bağlarını koparan ayrılışları beraberinde getirecektir: Hıbır, Pişmiş Kelle, Deli, Dıgıl, FırFır, Avni, Ustura vs.
    Bu süreçten en kârlı çıkanın, kısa sürede orta sınıf gençliğini merkezine oturtacak Leman olacağını söyleyerek, komşu kızının eteğini çocukça mahcubiyetiyle kaldırmaya çalışan Avni’yi toprağa verdiğimiz ve yerine çok başka bir ‘şeyi’ koyacağımız bu dönemi noktalayalım.

    Kader Ağlarını Örerken…
    En kitlesel dışavurumunu 90’ların ikinci yarısından itibaren özellikle Cem Yılmaz’ın çıkışıyla sinemada gerçekleştirecek olan yeni mizahçıların karikatür dergilerinde ektikleri rüzgarın; önce Kahpe Bizans’ları, ardından da GORA, Kutsal Damacana, İvedik ve diğerlerini biçmesi an meselesidir.
    Ama…
    Bu noktada, değişen ve yükseldiği su götürmez değerler dünyasının (!) kimi aktörlerini ya da ağlarını ören kadere katkıda bulunan bazı isimleri hatırlamakta fayda olabilir. Bu doğrultuda ilk akla gelen; Şükrü Yavuz’un ifadesiyle “L’sini Langadank, İ’sini İşkence Dizisi, M’sini M’Öyküler, O’sunu Orası ve N’sini de Netekim’in temsil ettiği” Limon sürecini slogancı buldukları için terkeden; ancak patron Asil Nadir’in de bu eleştiriye katılmasının hemen ardından (Gani Müjde’nin ‘Eski Babıali Oyunu’ söylemine vurgu yaparak) kalan ekibin gönderilmesi pahasına yeniden ‘işbaşı yapan’ iki karikatürist Kemal Aratan ve Mehmet Çağçağ’dır.

    Daraloğlan’dan Esas Oğlan’lara…
    Mizah dergiciliğinde o ana dek örneğine pek rastlanmamış, cinselliğin her daim ön plânda olduğu çizgi romanlarıyla hatırlanan Aratan, ünlü Milo Manara’nın erotik desenlerine öykünerek “Çıtt” ve “İstedikleri Yere Gidenler” gibi eserlere imza atmıştır (Bu öykülerin yer aldığı Limon sayılarının tirajını hayli arttırdığı rivayetini hatırlatalım).
    90’ların hedef kitlesinin en iyi betimlemesinin Mehmet Çağçağ’dan geldiği tespiti ise sanırız karikatüre ilgi duyan hemen her kesimin uzlaşacağı bir olgudur. “Daraloğlan” ile başlayıp, “Daral & Timsah” ve sonunda da yalnızca “Timsah”a dönüşen çizgi bant, dönemin mizahına yalnızca unutulmaz bir karakter hediye etmekle kalmamış, pek çok karikatürist için (oluşturulacak yeni tipler bağlamında) prototip oluşturmuştur. Tam bir ‘yaratılan kuşak’ tiplemesi olan Timsah; gemisini kurtarmak ya da daha çok kazanmak adına en yakın dostunu harcayacak bir yapıya sahiptir. Şehvetten gözü dönmüş, eğitimli olmasına karşın ‘günü kurtarma’ dışında her türlü idealden yoksun ve kendi bacağından asılan koyunlar dünyasında benzersiz olan kahramanımızın (başlangıçta bir yan karakter olduğuna ve süreç içinde Daral’ı sollayıp köşenin asli unsuru haline geldiğine yeniden dikkat çekerek) okuyucularının gözünde önlenemez yükselişi, benzer figürlerin sinemaya sıçramasında da belirgin rol oynamıştır sanırız. Yine de ayrıntılı bir Timsah portresi için, sözü bir süreliğine Can Dündar’a bırakalım:
    “Aslında sonradan ünlü bir pop şarkıcısı olacak gerçek bir tipten yaratılmıştı Timsah… Uzun kafası, dik saçları, karizması ile çok belirgin bir tipi vardı. Çağçağ ona kötü bir karakter giydirdi. Ahlâksızdı bir kere… Daral’ın tersine, seks, para ve araba dışında hiçbir meselesi, felsefesi, ideolojisi olmayan, kendinden başkasına aldırmayan bir adamdı. Marka bağımlısıydı. Bencildi. Köşe dönmeciydi. Sadece tüketerek varolabildiği bir yaşam sürüyordu. Meselesi olan insanlarla dalga geçiyordu. Cibiliyet hırkasını çoktan çıkarıp atmıştı. Ar, haya duygusu yoktu. Bu tür şeyler hızını kesiyordu… “Ne kadar az utanırsan, o kadar çok tırmanırsın” diye düşünüyordu. Daral ’90’larda yaşasa da, ruhu ’80’lerde kalmış bir tipti. Timsah ise Özal kuşağındandı. ’90’ların mahsülüydü.”

    Üç Karikatür, Bir Analiz!
    Bir:
    Meşhur Korkunç Tilbe, Soru Adamcıkları’ndan birinin önünde soyunmaktadır. Adam kolunu omzuna koyar ve “Tilbe, bak yavrum, ben çirkin bir adamım. Bende ne buluyorsun anlamıyorum.” diye hayıflanır. Tilbe’nin öldürücü yanıtı peşi sıra gelecektir: “Ulan eski numara bee! Çirkin diyeceksin, ben de ‘belki yumuşak hatların yok; ama çekici birisin!’ diye yanıt vereceğim ve gönlün alınmış olacak! Demiyorum ulan! Zaten nerede bir maymun var beni buluyor ya! Çirkin ama çekici ha!”
    İki: İyilerin dostu, kötülerin amansız düşmanı Kızılmaske (Phantom), yanındaki Pigme’yle sohbet etmektedir. Halinde bir gariplik vardır. Gözlerine sürme çekmiş, boynuna geçirdiği eşarbını savurarak (ve tuhaf biçimde kırıtarak) “Allah senin canını almasın şef! Kız sen adamı öldürürsün vallahi..” diye konuşmaktadır.
    Üç: Cennetin kapısında bekleyen (ve bizden biri olduğu her halinden belli olan) bir adam, kapıdaki görevliye “Hoca, bir arkadaşa bakıp çıkacağım” diye yalvarmaktadır. Görevlinin “Hadi Lan” haykırışı, cennetten duyulan “herşey çok güzel”, “yaşasın!” çığlıklarına karışır.

    Sınır Tanımaz Kızlar ve Çizilen Karizmalar Arasında Türk Olmak…
    Cem Yılmaz’ı; bu psikolojik ortamın üzerine oturan ‘yeni mizahçılar kuşağı’nın son halkasına eklemlenen bir unsur olarak 90’larla birlikte tanımaya başladık.
    Sözün bu noktasında, süreç içinde karikatürlerinin ana figürü haline dönüşecek olan Korkunç Tilbe’nin, “sanatının” sonraki aşamalarında besleneceği bir kaç koldan birini temsil etmesi açısından önem arzettiğini varsayarak yeni bir girizgâh yapalım…
    Öncelikle Tilbe’nin, -genel tavrı ve üslûbu yumuşatılmış olmakla birlikte-, Timsah’ın kadın versiyonu olmaktan öte bir anlam ifade etmediğini vurgulamak gerekir. O; her anlamda görmüş, geçirmiştir. Karşısındaki erkeğin yaklaşımını satır aralarında da olsa sezecek kadar zekidir ve daha da önemlisi “bedenimi teslim alabilirsin, ama ruhumu asla!” diyen Yeşilçam kadınlarının antitezi olduğunu kavrayabilir. Bir randevu dönüşü, evinin kapısında sıkıntılı bir ifadeyle kendisini ‘kahve içmeye’ davet ettirmeye çalışan adama, “Aslında seninle odamda kumrular gibi sevişmeyi düşünüyordum; ama maksadın kahve ise yandaki salon sabaha kadar açık. İyi günler!” demekten çekinmez, ruhunu asla teslim etmez! Bir başka serüvende, helenistik bir vücudu olduğunu söyleyen ressamın kartlarını hemen okuyuverip resti çekecektir: “Bakkal olsan ne yapacaktın, ya da tornacı olsan bana benzeyen bir cıvata mı imâl edecektin? Bırak bunları da yapabileceksen yap resmimi!” Timsah’daki sınır tanımaz ahlâk yoksunluğunun bir başka yansıması olan ‘iş bitiricilik’ ve sınıf atlama sevdası uğruna ‘babasını bile gözünü kırpmadan satma’ çabası çıkarılırsa iki karakterin çok daha iyi örtüşeceği görülecektir. Bunu da Tilbe’nin mensubu olduğu sosyal sınıfa bağlayabiliriz. (Biraz da bu yüzden Tilbe, öncülüne oranla karakter bakımından daha sığ sularda yüzmektedir.)
    Bölümü; Cem Yılmaz’ın şu ana kadar yönettiği ya da senaryosunu yazdığı filmlerde güçlü bir kadın karakter sunamamasının kimseyi yanıltmaması gerektiği düşüncesiyle kapatalım ve özellikle Altan ve Arif’in, (sınıfsal açıdan nüanslara sahip olmakla birlikte) genel geçer yönleriyle Tilbe’nin cinsiyet değiştirmiş yarıları olduğunu hatırlatalım.

    Kızılmaske esprisi, bir kuşağın dönüşümü anlatması bakımından önemlidir. Tıpkı son karikatürde olduğu gibi referans kaynakları arasında Ahmet Yılmaz ve Kaan Ertem’i gösterebileceğimiz ‘mitosun yere serilmesi ve hemen ardından madara edilmesi’ biçiminde özetlenebilecek bu anlayış, Yılmaz karikatürlerinde en az Tilbe kadar yer tutar.
    Kültün devrilmesi 90’lıların; 70’ler kuşağının -yaşanan ölümlerin ardından yer yer tapınmacı bir hale bürünmekle birlikte- içlerinden çıkardığı önderlere eklemlenmesine yanıtı gibi de okunabilir. İlk anda zorlama bir yaklaşım olarak görülmekle birlikte, bu düşüncenin aynı kuşağın dünyasında önemli bir yer tutan çizgi roman kahramanlarından başlaması, altı çizilmesi gereken bir husustur: Çelik Bilek’in aslında bir korkak olduğu, Yüzbaşı Tommiks’in bilinmeyen cinsel tercihleri, Zagor’un Çiko’yla perdeye yansımayan çelişkileri, Mandrake’nin küfürleri vb. okurun bilinçaltına önder veya kahramanların hiçliğe dönüşmesini, aslolanın bireyin ta kendisi olduğunu fısıldayıp durmaktadır. (Bir Yılmaz karikatüründe, Attila’nın en büyük akıncısı olan Tarkan’ın bir kaç kadınla sevişirken, performansının düşmesinden kaynaklı olarak en yakın dostuna “Katıl Kurt!” diye seslenirken resmedilmesi ise ‘çizilen karizmanın’ üçüncü maddeyle bütünleşmesi bakımından dikkate değerdir.)

    Son karikatür, Yılmaz mizahının çok daha baskın ve üzerinde diğerlerine oranla daha çok konuşulmuş bir yönünü açığa çıkarır: Türk Olmak!… İlk stand-up gösterilerinin büyük beğeni toplamasındaki temel etkenlerden olan bu durumun önceki on yıla nazaran görece özgürleşen hedef kitlenin dünyasında yarattığı etki çok daha büyük olmuştur. Posası ortalıkta gezinmesine karşın, ciğerlerin içi boş, hamasi rüzgârlarla şişirildiği darbe dönemi sona ermiş, “takke düşüp kel görünmüştür” artık. Sis bulutunun dağılması, geriye dönüp bakanları üzerinden fil sürüsünün geçtiği bir sofra manzarasıyla baş başa bırakmıştır.
    Popüler kültür arenasına Orwellvarî bir bakış atan mizahçı için, ‘yaşanan hiç bir şey gerçek değil’in karşılığını zararsız bir yolla tasvir etmek hiç de zor değildir: “İyi ama, bütün bu anlatılanlar sahteyse, biz kimiz?”
    Bir nevi ‘kendine dönüş’ olarak tanımlanabilecek bu eylemlilik, sofraya kaymağı tükenmek bilmeyen enfes bir tatlı konulmasını sağlayacaktır. Mesut Kara’nın da belirttiği gibi, fantastik Türk filmlerini de arkasına alan yeni mizahçılar, eserlerine (anti) kahraman olarak seçtikleri figürleri kimi zaman uzayın derinliklerine, kimi zaman cennetin kapısına ve kimi zaman da Vahşi Batı’nın ihtişamlı kasabalarına gönderecek ve bu figürler, yaratıcılarına sınırsız olanaklar sağlayacaklardır.
    Bu bağlamda, Cem Yılmaz’ın Leman Kültür’deki ilk gösterilerinin çıkış noktasının ‘Türklerin hal-i pür melali’ konseptini içermesi; yani uzayda, ışınlanma cihazının kapısına görevli olarak konulan Hüso’nun stand-up’ın öznesi haline dönüşmesi tesadüf sayılamaz.
    Kısacası atılan her adımın ve bizlere ‘yeni’ olarak lanse edilen esprinin kökü çok derinlerdedir. Mahallenin saf ve temiz çocuğu; üçkağıtçı müteahhitin, uyanık manavın, toprak ağasının ve bilumum zararlı haşerenin korkulu rüyası Şaban’ın temsil ettiği 70’ler ruhunun minderin dışına itilmesi kaçınılmaz olmuştur. Gün, önce Altan’ın, sonra Arif’indir; ama ne yazık ki düşüş (ya da misyon) tamamlanmamış, kapıyı zorlayanlar yok olmamıştır.
    İşin en acı yanı, “gelenin gideni (fazlasıyla) arattığı”, insanların celladı tarafından yaratılan tabloya aşık olduğu bir kabus evrenidir artık söz konusu olan. Ve uyanmak hiç de kolay olmayacaktır!…

    Yeni Kahramanlar Diyarından Son Bir kaç Söz…
    Bütün bu ‘Yeni Mizah’ efsanesinin ardında, orta sınıf – kentli genç bireyin, 12 Eylül sonrasında üzerine biçilen gömleklerle (Tam da bu noktada; herşeyin yeniden tanımlanıp biçimlendirilmesi evresinin hedeflediği çerçeveye oturtamadığı tek olgunun, din merkezli yapılanmaların tesadüfi yükselişi olduğu (!) düşüncesiyle küçük bir dipnot koyalım. Bu yükselişin içine aldığı kitlenin dönüşümü, doğal olarak farklı bir yazının hatta dosyanın konusu olacak niteliktedir.) tam bir uyum halinde olduğunu görebiliriz: “Kahramanları da, kahramanlık yapmayı da, (toplumu kapsayacak) idealleri de unut! Bu ideallerin peşine takılan önceki kuşakların halini unutma, okumanın / düşünmenin / sorgulamanın ve değiştirmeye çalışmanın elde her an patlamaya hazır bir bombadan farksız olduğunu aklından çıkarma! Bu devirde herkes kendi gemisinin kaptanı, sen de olacaksan kendi dünyanın kahramanı ol! Cinselliği keşfet, kariyer yap, çağ atla; kısacası genç ve özgür olmanın tadına var! Hayatın ancak o zaman anlam kazanır!” vs. vs. vs…
    Demokrasi gömleğinin bol gelmeye başladığı ülkenin “kurtarıcıları”, Can Yücel’in de bir şiirinde vurguladığı gibi “kurtara kurtara, kurtarmışlardır memleketi memleket olmaktan!”
    Asırlar kadar uzun süren bu dönemin sonucunda hakederek kazanılmış en büyük armağanının (afişlerinde de boy boy gösterildiği gibi), halkımızın ‘en çok izlenen film’ olma onuru bahşettiği “Halk Kahramanı” Recep İvedik olması trajikomik değilse, ya nedir?
    Önce sessizlik… Sonra kahkahalar… Sonra alkış… Sonra kahkahalar… Sonra alkış…
    Hepsi bu!…

    (21 Ocak 2010)

    Tuncer Çetinkaya

    Herkesin Keyfi Yerinde

    Kirk Jones’un yönettiği ve Robert DeNiro, Drew Barrymore, Kate Beskinsale ile Sam Rockwell’in oynadığı Herkesin Keyfi Yerinde (Everybody’s Fine), 05 Şubat 2010’da UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
    Frank Goode ailesini ayakta tutabilmek için her saat çalışmış, 60 yaşına geldiğinde, zamanın geçip gittiğini ve çocuklarının büyüdüğünü göremediğini fark etmiştir. Zamanı geri döndürüp çocuklarıyla tekrar bir araya gelme hevesiyle Frank ani bir yolculuğa çıkar. Ancak kısa sürede karısının ona çocukların durumlarıyla ilgili bilgi verirken, kötü haberleri atladığını ve iyi haberleri abarttığını fark eder.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Herkesin Keyfi Yerinde yazısına devam et
  • Dersimiz: Atatürk

    Hamdi Alkan’ın yönettiği ve Halit Ergenç, Çetin Tekindor ile Batuhan Karacakaya’nın oynadığı Dersimiz Atatürk, 19 Mart 2010′da Cine Film dağıtımıyla Örümcek Yapım – Mint Prodüksiyon tarafından vizyona çıkarıldı.
    İlkokul 5. sınıfta okuyan bir grup çocuğa, Atatürk’ü daha iyi anlamaları için ödev verilir. Onlar için öğretici olan bu yolculukta önderleri tarihçi “Dede”dir. Çocuklara Mustafa Kemal’in çocukluğunu, okul hayatını, askerlik kariyerini anlatır. Onları Kurtuluş Savaşı’nın en önemli cephelerine götürür, Türk halkının eşsiz kahramanlarıyla tanıştırır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Sadi Çilingir Yazıyor
  • Diğer haber, basın bültenleri ve fragman izleme linklerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Dersimiz: Atatürk yazısına devam et