“Ejder Kapanı”na kavuştuğumuz için mutluyuz (!). Meğer tek eksiğimiz, “Se7en”ın Türk – İslâm sentezine uygun , “maço” versiyonuymuş. Sinemamızın ‘özenti ve taklit’ler halkasında pahalı bir zincir; her polisiye / aksiyon unsurun yama gibi kullanıldığı, yaratılmaya çalışılan atmosferik etkinin öykü desteklemediği için gereksizleştiği, genel olarak komik bir film. “Yazı Tura” gibi küçük bir başyapıt çeken yönetmen / oyuncu Uğur Yücel, bu bütçesi en geniş filminde, “Hayatımın Kadınısın”ın bile gerisine düşebiliyormuş demek; üstelik kendisi de ‘rol keserek’. Peki, bu filme emeği geçenler bilmezler mi, Amerika çoktan keşfedilmiştir… Siz daha gemiyi inşa etmeye çalışıyorsunuz.
Bu filmdeki komikliklerin / yetersizliklerin hangi birini sıralayalım: Azmi’nin Kahvesi’nde takılan emekçi figüranlarımız olmaktan öteye geçemeyen, güya ‘pedofil katil’ kurbanların zavallılığını mı? Fransa’dan ekip getirtip çektirdikleri alâkasız araba sahnelerini mi? Kamuoyunda “Rahşan affı” diye bilinen aftan yararlananları özellikle öldüren katilin, kestiği organları, o yasanın hazırlayıcılarından birinin evine yollamasını mı (Tanrı saklasın, ya başka bir adrese gönderseydi)? Her çalışmasında “erkek”liğin kitabını yeniden yazan ve farklı rollerde kimselerin görmediği, bilmediği Kenan İmirzalıoğlu’nun canlandırdığı karakterin aslında ne olduğunun, evinde geçen ilk sahnede anlaşılmasını mı? Sanki yolu yanlış sete düşmüş de ayıp olmasın diye “sairfilmenam’ gibi oynayan Berrak Tüzünataç’ı mı? Her seri katil hikâyesinin aslında felsefi bir öz barındırdığının ve içinden pek kolay çıkılamaz ahlâksal sorgulamalar içerdiğinin farkında olmadan, “Death Wish”le flört eden yüzeyselliğini mi (“Türkiye seninle gurur duyuyor” sıradanlığı)?
Beyler, bayanlar: Hollywood her türün feriştahını sunuyor. Sizler hiç yorulmayın, seyircinin kopya filmlere ihtiyacı yok! Lütfen bizlerin de gözünü boyamaya çalışmayın; yemiyoruz! Bu ülkeye özgü, içimizden hikâyeler talep ediyoruz; çünkü henüz çekilmemiş o kadar çok film var ki…
“Morganlar Nerede?”, sonlanmaya yakın bir evliliğin mutlu biçimde pekâlâ yürüyebileceğini fakat bunun keşfedilmesi için, erkek ve özellikle kadının birbirleriyle diyalog kurup biraz yalnız kalmaya ihtiyaçları olduğunu anlatmanın yolunu, zekice bir çıkış noktasında bulmuş. ‘Sapına kadar’ New Yorklu yani modern dünyanın tüm olanaklarını kullanan çifti, tanık koruma programı çerçevesinde her şeyden soyutlayıp, az nüfuslu Wyoming kasabasına yerleştirirken bir taşla iki kuş vurmuş: Komedi ve romantizm! Biliyorsunuz, Hollywood bu konuda bir numara: İzle, eğlen, istersen kendi yaşamına uyarla, iyi hisset ve unut… Bir sonraki filme kadar tabii!
“Prenses ve Kurbağa”, uzunca bir aradan sonra el çizimi bir animasyon; üstelik bilgisayarlı yapım tekniğinin öncülerinden John Lasseter ‘in başyapımcılığında… Disney’in klâsik öyküleme geleneğinde ne varsa, Grimm Kardeşler masalının bu farklı uyarlamasında mevcut: Güldürü, serüven ve romantizm, müzikal çatı altında; önemlisi de, müzikalite denilince akla gelen New Orleans’ın 1920’li yıllarından, caz, blues, gospel ve diğer türlerin, ‘kara büyü’nün gizeminden geçip rengârenk canlılıkla bataklıklara ulaştığı büyülü bir öykü. Çocuğunuzu salona sokup sizin dışarıda oyalanacağınız bir film değil, tam tersi, belki de sizin daha çok zevk alacağınız bir ziyafet. Yapımda ve müzikte yerel sanatçılardan / dokudan sonuna dek yararlanıldığını eklememe, bilmem gerek var mı?
(21 Ocak 2010)
Ali Ulvi Uyanık
aliuyanik@superonline.com
“Amerika çoktan keşfedilmiştir… Siz daha gemiyi inşa etmeye çalışıyorsunuz.” Bu cümleyi çok sevdim…
Filmi izlemedim, izlemeyi de pek düşünmüyordum zaten. Ali Ulvi Bey’in bu yazısından soonra hiç izlemem. Sadece bir şey eklemek istiyorum: Filmin afişi çok ama çok çirkin. Lütfen sağ altta Ceyda Düvenci’nin suratına, teninin aldığı renge bakınız! Bu kadar para harcanarak yapılmış bir filme provasız afiş basılması tam Türk işi olmuş. Ticarî bir film bile olsa, lütfen biraz daha özen!