Tek Bir Fotoğraf Karesi Üzerinden Türk Sinemasının 95 Yıllık Tarihi

Yanımda yöremde sıkça bulunan meslektaş ve dostlarımın pek iyi bildiği üzere, benim sinema sevdamın önemli bir bölümünü “sinema arkeolojisi” ve bu alandaki koleksiyonculuk tutkusu kaplıyor. Söz konusu tutkunun doğal bir sonucu olarak da yaşadığım ve çalıştığım mekânlar artık oraya buraya sığdırmakta güçlük çektiğim geniş bir görsel arşivle kaplanmış durumda…

Bayramın hemen öncesinde, elime yine bu türden ilginç bir arşiv malzemesi geçti. Türk sinemasına ilişkin hatıra eşyalarının satıldığı bir internet sitesinde, diğer yüzlerce ıvır zıvırla birlikte, küçük bir bedel karşılığında satışa sunulmuştu bu siyah-beyaz fotoğraf karesi… Ancak, onun diğerlerinden farkı, film tanıtan bir lobi kart değil, doğrudan doğruya kamera arkasından nadir bir kare olmasıydı.

Üzerinde doğru düzgün açıklayıcı metinler bulunmayan böylesi belgeleri ele geçirdiğinizde, fotoğraftaki tanıdık simâlardan hareketle titiz bir arşiv taraması yapmanız gerekiyor. Ben de aynen öyle yaptım ve arkasında yalnızca “Filme başlanması vesilesiyle adak kesiyorlar” yazan bu fotoğrafta ilk anda gözüme çarpan iki efsanevî yıldız, Tamer Yiğit ve Belgin Doruk’tan hareketle, söz konusu karenin 1964 yapımı Metin Erksan filmi “Suçlular Aramızda”nın setinde çekilmiş olduğu sonucuna ulaştım. Nitekim, kamera ekibine mensup diğer iki kişinin, dönemin ünlü görüntü yönetmeni Mengü Yeğin ve asistanı Tosun Bayrı olduğunu benden daha kıdemli sinema kurtlarına teyit ettirince, bulmacanın eksik kalan parçaları da tamamlanmış oldu.

gittigidiyor.com sitesinde satışa sunulan, Türk sinema tarihine ait binlerce siyah-beyaz ve renkli fotoğraftan yalnızca biriydi bu… Yani, en yüzeysel tanımıyla ticarî bir “mal”dan söz ediyoruz. Ancak bakınız, aynı kare, onu biraz daha yakından inceleyince bizlere neler neler anlatıyor:

Yıl 1964… Türk sinemasının hem sayısal açıdan, hem de kalite olarak büyük bir patlama yaptığı, birbiri ardına pek çok önemli filmin çekildiği hareketli bir dönem…

Filmin yönetmeni Metin Erksan… Ki kendisi -bırakın şimdileri- daha o günlerde bile, henüz bir-iki yıl öncesinde çektiği “Yılanların Öcü”, “Acı Hayat” ve “Susuz Yaz” gibi başyapıtlarla ortalığı birbirine katmış, özellikle sonuncusuyla Berlin’den “Altın Ayı” alarak dönmüş, sektördeki herkesin önünde ceketini iliklediği karizmatik bir isim…

Çekilen film, burjuvazinin ikiyüzlülüğünü, kendi içindeki kokuşmuşluğunu son derece başarılı bir Erksan senaryosu eşliğinde anlatan ve sonradan yönetmenin de en saygın çalışmaları arasına girecek olan “Suçlular Aramızda”…

Filmin başrollerinde Ekrem Bora, Belgin Doruk, Tamer Yiğit, Leyla Sayar ve Atıf Kaptan gibi, o tarihlerde şöhretinin zirvesinde yıldızlar yer alıyor.

Yapımcı deseniz, yine o dönemin en baba şirketlerinden Birsel Film; Özdemir Birsel, Nüzhet Birsel ve Saltuk Kaplangı üçlüsü…

Yani, görünüşte her şey dört dörtlük… “Merdivenaltı bir prodüksiyon”la değil, o yılların koşullarında “en ağır ağabey ve ablalar”ın imzasını taşıyan çok önemli bir setten yansımalar içeriyor bu siyah-beyaz, soluk kare…

Şimdi biraz daha “zoom” yapalım aynı fotoğrafa…

Türk sinemasının gelmiş geçmiş en popüler yıldızlarından biri olan, zarafet timsali “küçük hanımefendi” Belgin Doruk, güneşin altında, ne kendine ait bir oyuncu sandalyesi, ne de basit bir kafeterya şemsiyesi olmaksızın, toz toprak içindeki bir ortamda duvarın üzerine oturtulmuş, çekimin başlamasını bekliyor. Üstelik, filmde giydiği kostüm üzerinde olduğu bir hâlde… Onun bir bahçe duvarının üzerinde öylece sırasını beklediği yıllarda, Hollywood’da topu topu dört cümlelik bir rolü olan yaşlı bir karakter aktristi bile kendisine tahsis edilmiş özel bir karavan olmazsa asla sete gelmezdi. Ki aynı yıldız oyuncu kuralları günümüzün batı sinemasında eskisinden çok daha katı bir biçimde geçerli…

Ön plânda ise yakışıklı aktör Tamer Yiğit, filmin görüntü yönetmeni Mengü Yeğin ile birlikte -çekimlerin başlaması şerefine- “horoz” kesiyor. Parmağını hayvana doğru uzattığına bakılırsa, biraz sonra da kanını alnına sürecek. Dikkat ediniz; yapımcısı, yönetmeni ve oyuncularıyla “yıldızlar geçidi” görünümündeki bir filme başlanırken kesilen adak, bir adet “horoz”… Muhtemelen bu “adağın” parası da prodüksiyon âmirinden değil, ya Yiğit’in kendisinden ya da set ekibindeki diğer bir sanatçıdan çıkmıştır.

Aynı şekilde, onun da bu horozun kanını alnına sürdüğü günlerde Hollywood’da en sıradan filmin çekimleri bile görkemli partiler eşliğinde başlardı.

Son olarak “kamera cephesi”ne odaklandığımızda, orada da ahşap tripotlu ve küçük magazinli alelâde bir cihaz görüyoruz. Ortada ne ekstra bir objektif koruyucusu, ne de görüntü yönetmeninin üstüne çıkıp rahatça çalışabileceği özel bir zemin var. Ortamın yegâne aksesuarı, kamerayı tozdan uzak tutmak için üzerine atılmış siyah bir bez… Batılı meslektaşlarının dev magazinli, bir defada 12 dakikalık film çekebilen, ön kısmı boru gibi özel lenslerle donatılmış “Panavision”larla, “Mitchell”lerle çalıştıkları bir zaman diliminde, Erksan ve ekibi en iyi filmlerini işte bu portatif kameralarla, televizyon haberciliği gibi günübirlik işlerde kullanılan düşük modelli “Arri”lerle çekiyorlardı.

Sonuç olarak, sette, o setin yönetmeni, oyuncuları ve teknik ekibini yüceltecek, kendilerini “özel ve ayrıcalıklı” hissetmelerini sağlayacak hiç bir şey bulunmuyor. Ne bir karavan, ne bir güneşlik, ne adlarının yazılı olduğu sandalyeler, ne de ekibin iştahını açacak türden yüksek bir teknoloji gösterisi…

Bırakın bunları, ortada -iddialı bir filme başlamanın şerefine getirilmiş- şöyle en cılızından bir “adak koyunu” bile yok! 1960’larda toplumun üzerinde fırtına gibi estirilen “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” yönündeki o güçlü propagandaya karşın, kültürel kökleriyle bağlarını bütün bütün de koparmak istemeyen bir grup inançlı sinemacı yeni bir projeye başlamadan önce Yaratıcı’larına küçük bir “şükran gösterisi”nde bulunmak istiyorlar; ancak o an ceplerinde bulunan para muhtemelen yalnızca horoz kesmeye yetiyor. Onlar da “Gerçi caiz değil, ama hiç yoktan iyidir” diyerek kameranın yanıbaşında alelacele kurban ediyorlar horozu…

Koleksiyonculuk işte bu yüzden güzel bir merak… Bazen elinize geçen bir afiş, bir lobi kartı, bir kamera arkası fotoğrafı size yüzlerce sayfalık kitaplardan çok daha fazla şey anlatıyor. Tıpkı Yeşilçam’ın 95 yıllık çileli tarihinin özetini sunan bu fotoğrafta olduğu gibi…

(07 Aralık 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

Karanlık Dehlizlerde “Gizemli Yolculuk”

Yönetmenliğini Roberto Ando’nun yaptığı ve Türkiye’de gecikmeli olarak gösterime giren İtalyan filmi ‘Gizemli Yolculuk’ iki kardeş arasındaki beyinleri zorlayan ilişki biçimini ve bu ilişkinin yıllar sonra evlilik nedeniyle kopma noktasına gelmesini beyazperdeye aktarırken, kardeşlerin geçmişleriyle yüzleşmek zorunda olmaları ise seyircinin kafasını iyice karıştırıyor.

Sicilya gibi suç oranının hayli yüksek olduğu bir bölgede varlıklı bir ailenin çocukları olan Leo ve kızkardeşi Ale, yargıç babaları ile annelerinin anlaşılması güç ilişki şekline başından sonuna tanıklık eder. İki kardeşin bir kopya gibi gelişen yaşam öyküsü ileriki safhalarda ise kırılgan ve yorgunluk verici bir hal alıyor.

Yönetmenliğini Roberto Ando’nun yaptığı ve suç deryasındaki kapalı bir aile prototipinin çeşitli yönlerini seyirciyle buluşturan ‘Gizemli Yolculuk’ yapısı gereği gizli kalmış ve hangi kategoriye gireceği bile karmaşık olan ilişkileri ve sonucunda kişinin kendisiyle yüzleşmesine ışık tutuyor.

Baba ve annelerinden gizlice gördükleriyle aralarında tuhaf bir ilişki başlayan Ale ve Leo, zamanla bir suça dönüşen ve bir türlü sonlanmak bilmeyen bu ilişki nedeniyle kaderlerinin karanlık dehlizlerinde yol almaya başlarlar. Başlangıçta normal seyirle geçen filmin sonlara doğru karmaşıklaşması ise seyirciye tuhaf bir tat yaşatıyor.

Trajikomik bir melodram olan ancak mesajın seyirciyi tam anlamıyla içine almayı başaramadığı filmde Emir Kusturica da rol alıyor. Filmde Ale’nin ansızın evleneceğini duyurması, iki kardeş arasında parçalanmaya sebep olur. İkisinin arasında her zaman oldukça hararetli bir bağ olmuştur, birer yetişkin olduktan sonra bile, tamamen onlara özgü ve mahrem bir bağ. Beklenmedik bir olasılıkla, gerçekte zihinleri daha önce hiç kesişmemişti.

Gizemli bir şekilde, kaderin inanılmaz, hatta zalim bir oyunu sonucunda, Leo, Ale’nin Sırp ressam nişanlısının, Sicilya’da kızkardeşine bir ev almayı plânladığını öğrenir. Ancak bu evin kızkardeşinin bilmediği bir sırrı vardır; iki kardeş henüz çocukken daha sonra hiç konuşulmayan bir aile trajedisi sonucunda bu evden kaçmaya mecbur kalmışlardır.

Ev ikisinin çocukluklarının geçtiği ve annesinin burada hayatını karmaşık şekilde kaybettiği evdir. Annenin cinayetinde her ne kadar yargıç baba cezaevinde olsa ve suçu kabûl etse de aslında katil başkadır. Dışarıdakilerden sadece Leo’nun bildiği bir gerçek vardır ancak buna rağmen Ale ile aralarındaki ilişki sürmekte ve giderek bir suç ortaklığına bir işkenceye dönüşmektedir. Kız kardeşini korumak isteyen Leo, söz konusu evi önceden almak için Sicilya’ya, köklerine doğru gizemli bir yolculuk yapmak zorunda kalır. Burası nefes kesici bir doğa, şehvet, insafsız bir hayatiyet, korkunç yıkım ve her şeyin ötesinde hayatını küllerinden yeniden kurmak için karşı konulmaz bir arzu uyandıran bir kara parçasıdır. Leo’nun bu gizemli yolculuğu, O’nu ailesinin hikâyesindeki karmaşayı derinlemesine araştırmak ve bir cinayetle, bu eve, bu kara parçasına gömülmüş çözülmeyen bir gizemle yüzleşmek zorunda bırakır.

Eve girer girmez gerçeklerle yüzleşen ve üzerindeki lânetten kurtulmaya çalışan Leo, çocukluğunu mahveden bu gizli yaradan kurtulmaya çalışırken aynı zamanda sıradışı bir aydınlanmaya da ulaşır. Leo, bu çok güzel ve zorlu hedefe giden tek gerçek yolun, hayatın kendisinin sınırsız topraklarında olduğunu keşfeder.

Doğu toplumlarında feodal aile ilişkileri çerçevesinde ensest olarak tanımlanan, batının Sicilya gibi varlıklı bölgelerinde ise, varlıklı ve aydın aile ortamında gelişen bu ilişki biçimini tanımlamakta güçlük çekilirken, film seyirciyi ağır bir karamsarlık havasına sürüklüyor.

Ortak suçtan kurtulmaya çalışan Leo’nun kendi içindeki karanlık tünelden kaçamayışı ve “Bizim ülkemizde insanlar anıları unutarak mutlu olur” şeklindeki cümlesi ise aynı zamanda coğrafyaya özgü insan ilişkilerini de masaya yatırıyor.

Leo’nun uğraşısına rağmen Ale’nin nişanlısı söz konusu evi alarak bir anılar müzesine dönüştürür. Leo için bir ızdırapa dönüşen durum Ale için de benzer bir rota izler. Kendilerinden ve birbirlerinden kaçmaya çalışsalar da, buluştukları nokta yine ruhlar alemindeki suç ortaklığı olmaktan öteye gitmez.

Filmin Künyesi

Yönetmen: Roberto Ando
Oyuncular: Alessio Boni, Donatella Finocchiaro, Valeria Solarino, Emir Kusturica ve Claudia Gerini.
Tür: Melodram
Yapım: 2006

(07 Aralık 2009)

İsmail Yıldız

ismailsterk@gmail.com

Dönüşüm

Marina de Van’ın yönettiği ve Sophie Marceau, Monica Bellucci, Andrea Di Stefano ile Thierry Neuvic’in oynadığı Dönüşüm (Ne Te Retourne Pas – Don’t Look Back), 04 Aralık 2009’da Tiglon Film dağıtımıyla Mars Prodüksiyon tarafından vizyona çıkarıldı.
Evli ve iki çocuklu bir yazar olan Jeanne’ın bedeni değişmeye başlamıştır ama etrafındaki hiç kimse bunun farkında değildir. Ailesi onun korkularını, yeni kitabını yazmakla ilgili stresine bağlasa da, Jeanne daha derinlerde başka bir şeyler olduğunu bilmektedir. Annesinin evinde bulduğu bir fotoğraf onu İtalya’da bir arayışa sürükler.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Dönüşüm yazısına devam et
  • Ahmet Uluçay’ı Kaybettik

    Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmiyle tanınan yönetmen Ahmet Uluçay’ı 30 Kasım Pazartesi günü 16:00’da kaybettik. Ahmet Uluçay, Optik Düşler ve Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak adlı filmleri ile 6. Ankara Uluslararası Film Festivali’ne katılarak sinema dünyasına adım attı. Son olarak Bozkırda Deniz Kabuğu adlı filmi gerçekleştiren Uluçay için yarın Beyoğlu Sineması’nda anma töreni yapılacak. Merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz. (Haber: Ali Murat Güven.)

    Cinedergi 20 Yayında

    Banu Bozdemir, Serdar Akbıyık ve Fırat Sayıcı’nın hazırladığı Cinedergi’de bu ayın dört röportajı Fatih Akın, Hasan Karacadağ, Murat Ünalmış ve Sadi Çilingir’le yapıldı. Kış Filmleri, Avatar ve Türk Sinemasında Korku bu sayının dosya konuları.
    Belgesel sinemanın farklı bakışı Zamanın Ruhu, Türk sinemasının nabzını tutan Sindrella ve sinema kahramanlarını farklı bir şekilde buluşturan Meselâ Dedik. Eleştiri, vizyon, pek yakında, DVD’ler, albümler, kitaplar. Hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi’nin yeni sayısında.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Cinedergi 20 Yayında yazısına devam et
  • 2. İstanbul İtalyan Film Festivali

    Medfilm Festivali tarafından düzenlenen 2. İstanbul İtalyan Film Festivali, 04 – 10 Aralık 2009 tarihleri arasında İstanbul’da düzenleniyor. Festival, İtalya ve Türkiye arasındaki kültürel iletişimi güçlendirmek, İtalyan filmlerinin Türkiye’de dağıtımını desteklemek, toplumlar arasında işbirliğine yeni ufuklar açmak için bu sene de sinema ile ilgilenenleri buluşturuyor. İtalyan Kültür Merkezi’nin işbirliğiye düzenenlenen festival, iki mekânda gerçekleşecek: Uzun metrajlı filmler Türkçe altyazılı olarak Alkazar Sineması’nda, belgesel ve kısa filmler Pera Müzesi’nde gösterilecek.

  • Basın Bülteni
  • Program
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü afişe ve diğer haberlere haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    2. İstanbul İtalyan Film Festivali yazısına devam et
  • Kara Köpekler Havlarken, New York’da

    Kara Köpekler Havlarken, 02 – 05 Aralık 2009 tarihleri arasında düzenlenen 11. New York Türk Filmleri Festivali kapsamında Sınırsız ve İlk Film başlığı altında gösterilecek. Filmin genç yönetmenleri Mehmet Bahadır Er ve Maryna Gorbach filmin gösterimi için New York’a davet edildi. 02 Aralık Çarşamba günü 21:00’de Visual Arts Theater’da gösterilecek olan filme Amerika’da yaşayan Türklerin yanı sıra Amerikalı ve Kanadalı bağımsız film dağıtımcıları tarafından yoğun ilgi gösteriliyor. Film, iki varoş delikanlısı Selim ve Çaça’nın şehrin kanunsuzları arasından sıyrılarak yaptıkları sınıf atlama mücadelesini anlatıyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Ruhu Karanlık Kara Filmler

    Her şey kötüye gittiğinde, edebiyat ve giderek sanat, o durumların içinden yapıtlar ortaya çıkarır. 1929 yılının ağır ekonomik tahribatı ve 1930’ların yarattığı belirsizlik, gelen savaş, ABD’yle Avrupa’yı sarsmıştı. 1930’larda Almanya’da yavaş yavaş yükselen Naziler, bir müddet sonra iktidarı ele geçirip dünyaya savaş açtılar. 1930’larda ortaya çıkan kara film türü karanlık ve kasvetli atmosferiyle, karamsar ve mutsuz dünyayı yansıtıyordu.

    1930’lu yıllarla beraber Amerika’da Raymond Chandler, Dashiell Hamett vb. gibi yazarlar, farklı polisiyelerle dönemin karamsarlığını ve umutsuzluğunu çarpıcı bir biçimde yansıttılar. Sinema buna kayıtsız kalamadı. Kara film (film noir), adının çağrıştırdığı gibi hem dışı hem içi karaydı. Kasvetli dış mekânlarda her şey sakin ve sıradan görünebilirdi. Karakterlerin dünyasına girilince hiçbir şeyin göründüğü gibi sakin olmadığı anlaşılıyordu. Filmin başkarakterleri, diğer polisiye filmlerdeki gibi birer kahraman değil, tersine birer anti-kahramandı. Dedektifler kusursuz değildi. Onların da zaafları vardı. Kişilikleri zayıf olabilirdi. Her insan gibi yer, içer ve uyurlardı. Bu türde karakterler bıkkın, bezgin ve ironikti çoğu zaman. Bu filmlerde hiçbir insan ve hiçbir yer tekin değildi. Kadınlara asla güvenilmemeliydi. Çoğunlukla sarışın olanlarına. Kadınlar her şeyi bozar ve kötülük getirirlerdi. Bazı görüşlere göre ilk önemli kara film Boris Ingster’in 1940 yapımı siyah-beyaz Amerikan filmi “Stranger on the Third Floor-Üçüncü Kattaki Yabancı” yapıtıydı. Başrolde de Peter Lorre vardı. Bu filmdeki estetiğin, sonradan gelen tüm kara filmleri etkilediği belirtiliyor. Elbette, kara filmi oluşturan ve bu türün beslendiği öncül filmler var. Rouben Mamoulian’ın Dashiell Hammett’ın hikâyesinden uyarladığı 1931 yapımı siyah-beyaz “City Streets-Şehrin Sokakları”nı kara filmlerin öncülü kabûl edenler var. Alman sinemasının büyük ustalarından Fritz Lang’ın orijinal adı “Hayata Bir Defa Geliyorsun” anlamına gelen 1937 yapımı siyah-beyaz “You Only Live Once-Günahsız Katiller” de kara film türünün en önemli yapıtı olarak kabûl ediliyor. İlk renkli film gibi ilk kara film için de zihinler bulanık olabilir. Fransız sinema eleştirmeni Nino Frank (1904-1988), “The Maltese Falcon-Malta Şahini” filmini savaş sonrasında gördükten sonra kara film terimini ilk defa kullanmıştı. Yönetmen John Huston, 1941 yılında siyah-beyaz “Malta Şahini” filmini Dashiell Hammett’in romanından uyarlamıştı. “Malta Şahini”, klâsik kara filmlerin başlangıcı olarak değerlendiriliyor.

    Ruhu kapkara olan kara filmler estetik olarak Alman dışavurumcu akımının mekân kullanımından ve ışık düzenlemelerinden yararlanıyorlardı. İç dünyadaki kaosla dış dünyadaki kaos birbirlerini yansıtıyordu böylece. Yağan yağmurlar, ıslak caddelere yansıyan neon ışıkları, iç mekânlarda yoğun sigara dumanları filmlere bambaşka bir estetik yoğunluk katıyordu. Bu filmlerin finalleri de genel anlamda karamsar, umutsuz ve mutsuzdur. 1930’lardaki Fransız sinemasının şiirsel gerçekçi filmlerinin ruhuyla da buluşuyordu kara filmler. İngiliz eleştirmen Barry Norman, bu filmlerdeki tedirginliğin ve kaygının, savaş içinde ve sonrasında eve dönen askerlerin bu dönüşlerinde eşlerini eskisi gibi bulamayacaklarının endişesinin yattığını söylüyor. Değişen dünyada kadınlar, eskisi gibi eve kapanıp yemek pişirecekler mi, çamaşır yıkayacaklar mı, eve dönen erkekler iş bulabilecekler mi, diye uzayıp giden tedirginliklerin biraz olsun yansıdığını belirtiyor Norman. Kadınlardaki genel değişim kara filmlerin içeriğinde ve atmosferinde kendini hissettiriyordu. Kadınların “kötülüklerinin” yansımasıyla ilgili olarak, bu tür filmlerin (genel anlamda) psikanalitik olarak ruhlarına bakmak gerekiyor.

    1940’lar öncesi…

    Mervyn LeRoy’un (1900-1987) 1932 yapımı “I Am a Fugitive from a Chain Gang- Ben Bir Prangalı Hapishane Kaçağıyım”ı, kara filmlerin öncüllerindendi. Filmdeki hapishane atmosferi ve hapishaneden kaçış sahneleri, mekânlara düşen gölgeli ışıklar, kasvet duygusu bu filmi kara film yönünden değerli kılıyordu. Filmde Paul Muni (James), Glenda Farrell (Marie), Helen Vinson (Helen) başrolü paylaşıyordu. Filmin senaryosunu da Robert E. Burns, Howard J. Green ve Brown Holmes yazmışlardı. Görüntülerse Sol Polito’ya aitti. Michael Curtiz’in 1938 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Angels with Dirty Faces-Kirli Yüzlü Melekler”i Rowland Brown’ın hikâyesinden uyarlanmıştı. Başrollerde James Cagney (Rocky Sullivan) ve Humphrey Bogart (James Frazier) vardı. Filmin görüntüleriyse Sol Polito’ya aitti. Yönetmen Curtiz, 1886’da Budapeşte’de doğdu, 1962’de Hollywood’da öldü. İki çocukluk arkadaşı Rocky ve Jerry’yi, bir tren soygunundan sonra kaderleri onları savurur. Rocky hapse düşerken Jerry de rahip olur. Dashiell Hammett’in romanından uyarlanan 1935 yapımı siyah beyaz “The Glass Key” (Cam Anahtar) kara filmini Frank Tuttle yönetmişti. Bu kara filmin yeniden çevrimi 1942’de Stuart Heisler tarafından perdeye aktarılmıştı. Postmodern Coen kardeşlerin 1990’da yönettikleri “Miller’s Crossing-Miller Kavşağı” filminde de “The Glass Key”in tadı vardı. Sinemada saygıyla anılması gereken bir ad daha var. O da Ben Hecht (1894-1964)… Bu büyük sinemacıyı Howard Hawks’un 1932 yapımı gangster-kara filmi “Scarface-Yaralı Yüz”ün senaryo yazarı olarak hatırlayabilirsiniz. Hetch, Charles MacArthur’la ortak yönettikleri 1935 yapımı siyah-beyaz “The Scoundrel” (Yaramaz) kara filmini çekmişti.

    O filmler…

    Avrupa’da savaşın sürdüğü sıralarda John Huston, daha önce de iki defa filme alınan “Malta Şahini” romanını 1941’de bir kez daha uyarlayarak kara filmin anlatım özelliklerini geliştirdi. Sonuç mükemmeldi ve bugün bile aşılması zor bir film çıktı ortaya. Dashiell Hammett’in anti-kahramanı Sam Spade’i Humphrey Bogart canlandırdı. Sam, bir özel dedektiftir. Ayrıca, sert ve romantiktir. Bu türün, karanlık ruh halini, kasvetli mekânlarını, ihanetini ve kötülüğünü karamsar biçimde perdeye yansıttı Huston. Bu film, Huston’ın ilk yönetmenlik deneyimiydi ayrıca. Filmdeki kasvet, karanlık ve güvenilmezlik iç dünyaların yansıması gibiydi. Bu filmin kameramanı da Arthur Edeson’dı (1881-1970). Edeson, Micheal Curtiz’in 1942 yapımı unutulmaz klâsiği “Casablanca-Kazablanka”nın da kameramanıydı. Fonda duyulan Adolph Deutsch’un müzikleri de kara filmlerin ruhunu oluşturdu sanki. Bu filmde de, öncülleri gibi “femme fatale”, yani “ölümcül kadın” vardı. Bu kara filmin “femme fatale”ıysa Mary Astor’du. Aslında “femme fatale”, sanat eserlerinde, edebiyatta hep vardı. Bu bir tür “kadın korkusu”ndan kaynaklanıyordu. Kara filmlerdeyse, daha çok 2. Dünya Savaşı’nda gelişen feminist hareketlerle farklılaşan kadınlara karşı bir korku vardı. Kadın şiirle büyülenmiyordu ve artık mutsuzluk her yerdeydi şimdi. Yazar Samuel Dashiell Hammett (1894-1961), “Malta Şahini” romanını 1930’da yazdı. Hammett, 1934’te “Thin Man-İnce Adam” romanını yazdıktan sonra kendini sol aktivist düşünceye verdi. Amerikan Komünist Partisi’ne katıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda çarpıştı. 1950’lerde McCarthy’nin “cadı kazanı”nda ifade vermeyi reddetti ve kara listeye alındı. Büyük yönetmenlerden Fred Zinnemann tarafından 1977’de sinemaya uyarlanan “Julia” filminde Hammett’in hayatına da dokunuldu. 1982 yılında büyük yönetmenlerden Wim Wenders, Francis Ford Coppola’nın yapımcılığıyla “Hammett” filminde kurgusal olarak Hammett’i yansıttı. Hammett kadar ünlü bir başka polisiye yazarı da Raymond Chandler’dı. Raymond Thornton Chandler (1888-1959), Hollywood’da senaryolar da yazdı. Depresyonlar geçirdi. İntiharı bile denedi.

    Avusturya kökenli yönetmen Otto Preminger (1906-1986), sinemanın önemli kara filmlerinden siyah-beyaz “Laura-Kara Gölge” filmini 1944 yılında çekti. 1946’da ülkemizde de gösterime giren bu zeki ve yaratıcı kara filmde, bir dedektif (Dana Andrews) öldürülmüş bir kızın resmine aşık oluyordu. Yönetmen, bu filminde sürekli seyircisinin kafasını karıştırıyordu. Perdeden şüphe ve kaygı yansıyordu sürekli. Gerçekten bu film, tüm polisiye filmler arasında özel bir yere sahip. Psikanalitik açıdan da bu filmin ruhuna girmek gerekiyor. Preminger’in Vera Caspary‘nin romanından uyarladığı “Kara Gölge”si, insanın zihninin karanlık dehlizlerinde dolaşan tedirgin edici kapkara bir filmdi. Hikâye, bir geriye dönüşle açılıyor ve kara filmlere özgü karanlıklar içinde karakterlerini yansıtıyordu. Sonradan komedi filmleri çeken Avusturya kökenli yönetmen Billy Wilder (1906-2002), 1944 yılında “Ucuz Roman” (Pulp Fiction) yazarı James M. Cain’in karamsar hikâyesinden “Double Indemnity-Çifte Tazminat”ını çekti. Cain, “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar” romanının da yazarıydı. Wilder, senaryoyu Raymond Chandler’la beraber yazdı bu siyah-beyaz kara filmi. Bir sigortacı, bir kadınla plân yapıp kocayı öldürerek sigortadan yüklüce para almayı umut ediyor. Film, sigortacının (Fred MacMurray), anlatımıyla geriye dönüyordu. Geride kanıtlar bıraktığını itiraf ediyordu sigortacı. Yoğunlukla iç mekânda ve gece karanlığında geçen film, polisiyenin merak duygusu ve gerilimiyle bambaşka tatlar veren bir kara filme dönüşüyordu. Kadın (Barbara Stanwyck), bu türe özgü hem sarışın hem de “femme fatal”dı. Yani “ölümcül kadın”dı o. Kadın, erkeği baştan çıkartıyor ve felâketine neden oluyordu. Coen kardeşler “Çifte Tazminat”tan esinlenerek ilk yapıtları “Blood Simple-Kansız” kara filmini yaptılar 1984’te.

    Amerikan sinemasının “auteur” (yaratıcı) yönetmenlerinden olduğu kabûl edilen Howard Hawks’un (1896-1976) Raymond Chandler’ın romanından uyarladığı 1946 yapımı siyah-beyaz “The Big Sleep-Birleşen Kalpler”, kara film türünün önemli yapıtlarındandı. Bu filmin senaristeleri arasında büyük yazar William Faulkner bile vardı. Anti-kahraman bu defa Philip Marlowe’du. Bir emekli general, dedektif Marlowe’u tutuyordu. Marlowe’un ( Humphrey Bogart) görevi generalin küçük kızıyla ilgilenmekti. Basit bir iş gibi görünse de, olayların içine dalan Marlowe, karanlık bir dünyayla karşılaşıyordu. Porno, şantaj, uyuşturucu ve gizem vardı burada. Gerçekten bu kara filmin konusu çok karmaşıktır. Bu film ülkemizde 1948’de gösterime girmişti. “Birleşen Kalpler” filmi, 1970’lerde Hollywood’da yeniden hayat bulmuştu. Michael Winner’ın 1978’de yönettiği “The Big Sleep-Derin Uyku”nun başrollerinde Robert Mitchum vardı. Raymond Chandler’ın romanından uyarlanan 1944 yapımı siyah-beyaz “Murder, My Sweet-Cinayet Sevgilim” kara filmi de sinema tarihinin önemli yapıtlarından. Filmi Edward Dmytryk yönetmişti. Bu filmdeki dedektif Philip Marlowe, Dick Powell’dı. Dmytryk’in bu filmine en iyi Chandler uyarlaması deniliyor. Filmde gizem, karmaşıklık ve ironi vardı. Komedi filmleri de çeken Alman yönetmen Robert Siodmak (1900-1973), 1946 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Killers-Katiller”i Ernest Hemingway’in aynı adlı hikâyesinden uyarladı. Burt Lancaster (İsveçli) ve Ava Gardner (Kitty) başrolü paylaşıyordu. Filmin müzikleri de Miklós Rózsa’ya aitti. Filmde, Ava Gardner’ın söylediği “The More I Know of Love” şarkısı da duyuluyordu. Filmde “flash-back”ler, yani “geriye dönüş”ler sıkça kullanılmıştı. Bu “geriye dönüş”ler, klâsik anlatının yapısını kırdığı için övgüler almış zamanında. Filmde Ava Gardner, tam anlamıyla bir “femme fatale…” Büyük yönetmenlerden Andey Tarkovski de, 1958’de çektiği siyah-beyaz kısa filmi “Ubijtsi-Katilleri”i Hemingway’in bu hikâyesinden uyarlamıştı. Siodmark, yine aynı yıl “The Dark Mirror-Karanlık Ayna” kara filmini yaptı. Vladimir Pozner’in hikâyesinden uyarlanan bu siyah-beyaz filmde Olivia de Havilland (Terry ve Ruth) başroldeydi. Bu kara film, psikolojik gerilim türündeydi. Film, 2. Dünya Savaşı yıllarında tek yumurta ikizlerinin hikâyesini anlatıyordu. Siodmark’ın bu iki filmi de ülkemizde 1947 yılında gösterime çıkmıştı. Tay Garnett’ın 1946’da “Ucuz Roman” yazarı James M. Cain’in aynı adlı eserinden uyarladığı “The Postman Always Rings Twice-Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”, kara filmin tüm özelliklerini perdede yansıttı. Bu kara filmde “femme fatale” Lana Turner’ın “sarışın” Cora karakteri muhteşemdi. Cain’in bu romanı, 1981 yılında David Mamet’in senaryosuyla Bob Rafelson tarafından bir daha sinemaya uyarlanmıştı. Başrollerde de Jack Nicholson ve Jessica Lange vardı. Cain’in bu suç romanı ilk defa Luchino Visconti tarafından “Yeni Gerçekçi” tarzda 1943 yılında “Ossessione-Tutku” adıyla sinemaya uyarlanmıştı.

    Orson Welles usta (1915-1985), 1946 yapımı siyah-beyaz “The Stranger-Yabancı” adlı kara filmini de hatırlamak gerekiyor. Filmde, Wilson’ın (Edward G Robertson) kaçak Nazi Charles Rankin’in peşine düşüşü ve buluşu anlatılıyordu. Filmin final bölümü de etkileyicidi. Welles, 1947’de siyah-beyaz “The Lady from Shanghai-Şanghaylı Kadın” adlı kara filmini de yaptı. Sherwood King’in “If I Die Before I Wake” (Eğer Uyanmadan Önce Ölürsem) hikâyesinden uyarlanan filmde Welles, eski eşi Rita Hayworth’la başrolü paylaşıyordu. Welles’in bu filminin estetiği klâsik anlatıma yakın bulunuyor. “Sarışın” Elsa (Hayworth) “femme fatale” olarak çok muhteşemdir bu filmde. Filmdeki “aynalar sekansı” sinema tarihine geçmiştir. Welles, 1958’de siyah-beyaz “Touch of Evil-Bitmeyen Balayı” kara filmini Whit Masterson’ın “Badge of Evil” (Günahkâr Rozet) romanından uyarladı. Filmde Charlton Heston (Ramon), Janet Leigh (Susan) ve Orson Welles (Polis Yüzbaşı Hank) başrolü paylaşıyordu. Filmin müziklerini de Henry Mancini usta bestelemişti. Filmdeki ışık düzenlemeleri dışavurumcu estetiğin tadını verirken, filmdeki en çarpıcı sahne giriş bölümüydü. Yedi-sekiz dakika hiç “kesme” yapmadan kamera sürekli kayıyordu ve Amerika’dan Meksika’ya geçiyordu.

    Alfred Hitchcock (1899-1980), 1941’de siyah-beyaz “Suspicion-Şüphe” kara filmini Anthony Berkeley’in “Before the Fact” (Hakikatten Önce) romanından uyarladı. Filmde Cary Grant (Johnnie) ve Joan Fontaine (Lina) oynuyordu. Film bir servet avcısının hikâyesini anlatıyordu. Hitchcock, 1946 yapımı siyah-beyaz “Notorious-Aşktan da Üstün” kara filmini, John Taintor Foote’nin “The Song of the Dragon” (Ejderin Şarkısı) hikâyesinden uyarlamıştı. Filmde Cary Grant (T. R. Devlin), Ingrid Bergman (Alicia), Claude Rains (Alexander Sebastian) oynuyordu. Casusluk üzerine bu filmde akılda kalan Cary Grant’la Ingrid Bergman’ın bol bol öpüşmeleriyle süt bardağıyla yaratılan gerilimdi. “Notorious”, “kötü ün” anlamına geliyor. Hitchcock’un 1951 yapımı siyah-beyaz “Strangers on a Train-Trendeki Yabancılar” kara filmi, “polisiye romanın kraliçesi” Amerikalı yazar Patricia Highsmith’in (1921-1995) romanından uyarlanmıştı. Senaryo yazarları arasında Raymond Chandler da vardı. Trende tanışan iki yabancı, karşılıklı cinayet işlemeleri üzerine gelişen hikâye gerilim yüklüydü. Adam, tenisçinin nefret ettiği babasını kolayca öldürür, ama tenisçi adamın karısını öldüremez. Hitcchock sinemasının en önemli filmlerinden biridir bu. Hitchcock, 1953 yapımı siyah-beyaz “I Confess-İtiraf Ediyorum” kara filmini Paul Anthelme’in oyunundan uyarlamıştı. Filmde de Montgomery Clift (Peder Michael William Logan), Ann Baxter (Ruth), Karl Malden (Müfettiş Larrue) başrolü paylaşıyordu. Qeubec bölgesinde Katolik kilisesinde Peder Logan, bir gün bir adamın günah çıkartmasıyla bir cinayet işlediğini öğrenir ve vicdan azabı çekmeye başlar. Görevi ona bu sırrı saklamasını, vicdanıysa polise gitmesini söyler. Ama, bir süre sonra cinayet soruşturmasında suç kendine doğru geldiğinde katil olmadığını kanıtlamak zorunda kalacaktır Logan. Hitchcock’un 1956 yapımı siyah-beyaz “The Wrong Man-Lekeli Adam” kara filmi Maxwell Anderson’ın hikâyesinden uyarlanmıştı. Müzikleri de her zamanki gibi Bernard Herrmann bestelemişti. Filmde Christopher Emanuel “Manny” Balestrero’yu Henry Fonda, Rose Balestrero’yu da Vera Miles canlandırmıştı. Karanlığın içinde uzayan ince bir ışık çizgisinin içinde yürüyen gölgesi uzanmış bir adamın, Hitchcock’un görüntüsü imgesel olarak zihinlerde yer ediyordu filmde. Hitchcock, filmin gerçek bir olaydan yapıldığını söylüyordu. Film, “düzenli bir hayatı ve iyi bir ailesi olan, ama fazla geliri olmayan adam bir suçluya benzerse ne olur” sorusunu soruyordu.

    Kara filmlerde “ikonik görüntülerin yaratıcısı” olarak anılan kameraman John Alton (1901-1996), ilk defa bir kara filmde, ünlü yönetmen Billy Wilder’ın abisi W. Lee Wilder’ın 1947 yapımı siyah beyaz “The Pretender” (Talip) kara filminde çalıştı. Bir evlilik üzerinden bir suçu anlatan bu film zamanında çok başarılı bir suç filmi olarak değerlendirilmiş. Ayrıca bu kara filme paranoya üzerine yapılmış en iyi yapıtlardan biri de denilmiş eleştirmenler tarafından. Kameraman Alton’ın bu filmdeki görüntü çalışmalarına karanlık kara film denilmiş. Mekânlara düşen ışıklar karakterlerin ruh haliyle buluşmuş çünkü. Yine aynı yıl Anthony Mann’ın Virginia Kellogg’un hikâyesinden uyarladığı siyah-beyaz “T-Man”le ikinci defa bir kara filmde çalıştı kameraman John Alton. Mann’in bu yapıtı “breakout” filmlerden, yani “hapisten kaçma” filmlerinden biri. Film, bir kalpazanlık şebekesinin suçlarını anlatıyor. Hazine Bakanlığı’nın ajanları şebekenin içine sızmaya çalışıyorlar. Tuğla binanın yangın merdivenlerindeki siyah-beyaz fotoğraflar olağanüstüdür. Kameraman Alton’ın bu filmdeki fotoğrafları “ikonik görüntü” tanımıyla tam anlamıyla buluşuyor. Öncelikle belirttiğimiz o yangın merdivenli sahnede. Kamera, yukarıdan merdivenlerden inen birini takip eder, sonra kamera birden yukarı çevrinir ve bir adamın yakın plân görüntüsünü yansıtır. Bu filmde öncelikle iç mekânlardaki çekimler çok çarpıcıdır. Karakterler, uzaktan kameraya doğru yönelirler ve görüntüyü kaplarlar. Bir de bu filmdeki ışık düzenlemeleri “ikonik görüntü”yü tam anlamıyla açıklıyor. Gizli kumar oynanan mekanda ışık bir spot gibi masanın üzerine düşer yoğunlukla, görüntünün yan taraflarında ışıklar çok az yansır. Elbette bu filmde gölgeler de önemlidir, diğer kara filmlerdeki gibi. Bu filmin ikinci çevrimi Sam Wanamaker’ın 1969 yapımı “The File of the Golden Goose” (Altın Kaz Dosyası) filmiydi. Alton, Anthony Mann’le 1948 yapımı siyah-beyaz “Raw Deal” (Adilik) kara filminde bir daha çalıştı. Bu film, bir piromanın, yani yakma takıntılı bir akıl hastasının hikâyesi etrafında geziniyordu. Alton, Anthony Mann’in 1949 yapımı siyah-beyaz “Border Incident” (Sınırda Olay) kara filmine de olağanüstü fotoğraflar armağan etti. Yönetmen Mann-kameraman Alton işbirliği sinema tarihine geçmiş olabilir. Bu filme sert ve güçlü bir gerilim denilmiş zamanında. Bu film, Meksika sınırından Amerika’ya kaçak göçmen işçilerin geçişini ve kaçakçılığı önlemek için iki gizli ajanın göçmenlerin arasına sızmasını anlatıyordu. Sosyal yönü de olan güçlü, sert ve tam bir kara filmdir bu yapıt. Macaristan’da doğan kameraman Alton, kariyerinin başlarında Arjantin’de çalışmış, sonra da Hollywood’a geçmişti.

    Fritz Lang’ın karaları…

    Fritz Lang, Alman sinemasının en kendine özgü ustalarından biriydi. 5 Aralık 1890’da Viyana’da doğdu, 2 Ağustos 1976’da Los Angeles’ta öldü. Alman “ekspresyonist-dışavurumcu” sinemasının bu önemli yönetmeni filmleriyle sinema sanatına yeni bakışlar oluşturmuş ve onu geliştirmiş bir sanatçıydı. Lang, 1921’deki “Der Müde Tod-Yorgun Ölüm”de dışavurumcu akımın özelliklerini öne çıkarmıştı, ışık ve gölge tasarımlarıyla. I. Dünya Savaşı’nın yenilgisiyle kendini daha yoğun hissettirdi dışavurumculuk akımı. Toplumdaki karamsarlığı, karabasanı ve kaosu tümüyle yansıtıyordu bu avangard akım. Tam ortada kalmış Alman toplumu, bu ideolojik bunalım ve kaos döneminde tüm iç karmaşası sanat yapıtlarında dışa yansıtıyordu. Dışavurumcular natüralistlere (doğalcılara), izlenimcilere (empresyonistlere) ve neo-romantizme tepki gösterirken, kendilerine “gerçeküstücü”leri yakın buluyorlardı. Dışavurumcularda Rönesans’a da büyük tepki vardı. Başlarda “avangard/öncü” ve “inreel/gerçekdışı” olan bu akım, öznel ve idealistti. Ama, materyalist dünyaya yaklaşan sanatçılarıyla kapitalizme ve militarizme karşı eleştirel bakışlar da oluşturdular. İlk defa gerçeklik üzerine tartışmalar da başladı. Dışavurumculuk akımında en önemli özellikler, mekân kullanımı ve ışık düzenlemeleriydi. Soyutçu olan bu akım, iç dünyadaki karamsarlığı ve kaosu, dış mekânları deforme ederek yansıtıyordu. Karanlık ve belirsiz bir dünyada, ışıklar parçalanmış bir aydınlığı mekânlara düşürüyordu. Nesneler, çarpuk çurpuk ve devasa görünüyordu. Yönetmenler, kamera merceklerinden de yararlandılar dış dünyayı deformasyona (biçimbozumuna) uğratmak için. Amerika’da doğan “kara roman/kara film” türü, dışavurumculuğun mekân kullanımı ve ışık düzenlemelerinden yararlandı. Günümüzde de gerçeküstücülükle beraber birçok sanat yapıtında kendini sürdürüyor dışavurumculuk.

    İşte bu bunalımda doğan akımın içinde Lang, karısı Thea von Harbou’nun senaryolarını filme çekti. Lang, 1927 yılında bilimkurgu filmini yaptı “Metropolis”le. O devirde Avrupa’nın en büyük film stüdyosu UFA’da, ekonomik ve yaratıcılık özgürlüğü verilerek bugün bile yapılması imkânsız bir film yarattı Lang. Sınıflararası farklılıkları çok çarpıcı bir biçimde perdeye aktarsa da bu film, finalindeki “uzlaşma”yla düş kırıklığı yarattı. Sömüren zenginler, aşk aracılığıyla sömürdükleri işçilerle barış sağlıyorlardı. Bir masal filmiydi sanki bu. Ama, sinema tekniğiyle çok muhteşem bir filmdir “Metropolis.” Devasa dekorlar, kalabalık sahneler ve ışık kullanımı etkileyiciydi. Lang, ressam ve mimar özelliklerini en iyi biçimde buluşturdu bu filmle. Lang, 1931 yılında ilk sesli filmi “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”la Nazilerin de dikkatini çekti. Bu bir çocuk katili üzerine bir filmdi. Nazileri reddeden Lang, önce Fransa’ya, sonra Amerika’ya gitti. Karısı Thea, Almanya’da kalıp Nazilere katıldı. Lang’ın kadınlara öfkesinin altında bu yatabilir.

    Lang’ın Almanya’daki büyük filmlerinden biri olan 1931 yapımı “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” kara filminde Peter Lorre, Hans Beckert karakterinde müthiş bir perfomans ortaya koydu. Bu irkiltici yapıt Lang’ın ilk sesli filmiydi ayrıca. Bir de ilk defa bu filmde “dış ses” denenmişti. Bu filmden bir önemli notsa, filmdeki tüm suçluların gerçek hayatlarında da birer suçlu olduğuydu. Berlin’de seri cinayetler işleyen bir katil şehre korku salıyor. Polis, kız çocuklarını öldüren katili yakalayamayınca herkes, çeteler de dahil tedirginlik içinde. İşleri sekteye uğrayan gangsterler de meçhul çocuk katilinin peşine düşüyor polisle beraber. Balon satıcısı kör dilenci (Georg John) hep ıslık çalan katili ıslığından tanıyor ve genç Heinrich de, avucuna tebeşirle yazdığı “M” harfini Hans Beckert’in paltosunun arkasına yapıştırıyor. “M”, “mörder” anlamına geliyor ve bu kelime Almancada “katil” demek. Gangsterler, polisten önce davranıp Hans Beckert’i bir alışveriş merkezinde kıstırıyorlar ve onu yakalayıp kendi mahkemelerini kuruyorlar ekonomik buhranda iflâs etmiş eski bir fabrikada. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”, Avrupa’da ilk kara film olarak değerlendiriliyor. Hatta Lang’ın bu filminin Amerikalı yönetmenleri derinden etkilediği de belirtiliyor. Önemli yönetmenlerden Amerikalı Joseph Losey, 1951 yılında “M” adıyla Lang’ın bu filmini siyah-beyaz uyarladı ve bu da bir kara filmdi. Losey’in bu filminde McCarthy’nin “cadı kazanı”na metafor yapılıyordu. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” filmi, gerçekten gerilim yüklüydü. Öncelikle gangsterlerin Hans Beckert’i sıkıştırdıkları sekans. Bu filmde unutulmaz anlar da vardı. Polisler ve gangsterler, Hans Beckert’i ele geçirmek için toplantı yapıyorlardı farklı yerlerde. Sigara dumanlarının kuşattığı mekânları koşut kurguyla kamerasıyla gözlüyordu Lang. Filmde, uykusuz Müfettiş Karl Lohmann’ın (Otto Wernicke), kasa hırsızı Franz’ı (Friedrich Gnass) sorguladığı sahne gerçekten unutulmazdı. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” filminde Michelangelo Antonioni’yi çok etkilemiş bir sahne de vardı. Antonioni, 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filminde bunu denemişti. Lang’ın kamerası pencereye, öne doğru yavaş yavaş kayıyor ve pencere demirleri arasından içeriye giriyordu. Antonioni de “Yolcu” filminde içeriden dışarıya doğru kamerasını yavaş yavaş kaydırıyor ve kamera demir parmaklıkların arasından dışarı çıkıyordu. “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”un mekânları ve ışık düzenlemeleri de çarpıcıydı. Genelde kararma-açılma tekniği kullanan Lang, insan gölgeleriyle de etkileyici görüntüler yaratıyordu. Hans Beckert’in ilk göründüğü an, yansıyan irkiltici gölgesiydi. Filmin girişi de sinema tarihinin en muhteşem anlarındandı. Ama finali de öyleydi. Linç duygusunu eleştiren Lang, şizofren ruhlu katilin yine serbest kalacağı endişesini kızı öldürülmüş bir annenin kelimeleriyle ifadelendiriyordu filmin sonunda.

    Fransa’dan Amerika’ya giden Lang, 1936 yılında Norman Krasna’nın hikâayesinden siyah-beyaz “Furry-Öfke” kara filmini çekti. Spencer Tracy’nin başrolünü üstlendiği bu kara filmde, Amerikan toplumundaki önyargıyı ve linç etme olgusunu dışavurumcu bir bakışla yansıttı usta. Bu filmi seyrettikten sonra, genel anlamda önyargılı toplumların karanlık ruh dehlizleri üzerine keşifler yapabiliyordu insan. 1937’de Henry Fonda’nın oynadığı “You Only Live Once-Günahsız Katiller” adlı siyah-beyaz suç filmini çekti. Suçsuz yere tutuklanan bir adam sonunda bir cinayet işliyordu bu kara filmde. Karamsar filmlerinde, sıradan ve sistem içinde hep kaybeden insanları anlatmayı sürdürdü yönetmen. Onun filmlerinde alttan alta sistem/kapitalizm eleştirisi vardı. Lang, bu sistemde kazanma şansı olmayan kaybeden insanları anlatırken, filmlerini bir inşaat gibi kurdu hep. Seyirci, film bittikten sonra, gerçek yaşamda pek farkına varamadığı ayrıntılara dokunabiliyordu. Çok yoğun biçimde, insan ve dramlarını gözlediğini fark edebiliyordu seyirci. Suçu oluşturan nedenler ve suç işleyen insanlar üzerine düşünürken, sistemle/kapitalizmle yüz yüze geliniyordu. Lang’ın 1944 yapımı kara filmi “Ministry of Fear-Dehşet Bakanlığı”nda Ray Milland ve Marjorie Reynolds oynuyordu. Film, ülkemizde 1945’te gösterime çıkmıştı. Graham Greene’in aynı adlı romanından uyarlanan filmde, bir adam kendini birdenbire casusluk olaylarının içerisinde buluyordu. J. H. Wallis’in romanından uyarlanan yine 1944 yapımı “The Woman in the Window-Penceredeki Kadın” siyah-beyaz kara filminde rüyanın içerisinde dolaştı Lang usta. Profesör Richard Wanley (Edward G. Robinson), gece sokakta yürürken vitrinde bir kadın portresi görür. Dostlarıyla buluşma mekânına gider, koltuğa oturur ve kestirir. Bu küçük kestirmede uzun bir rüya görür. Rüyasının başrolünde de fotoğraftaki kadın vardır. Ünlü yazar Paul Auster, kendi yazıp yönettiği 1998 yapımı “Lulu on the Bridge-Köprüdeki Lulu” filminde de benzer bir şeyi denemişti. “Scarlett Sokağı” diye de anılan 1945 yapımı siyah-beyaz “Scarlett Street-Kırmızı Fener” kara filminde Lang, bir genç kadın tarafından suça yöneltilen orta yaşlı bir adamı anlattı. Georges de La Fouchardière’in “La Chienne” (Dişi Köpek) romanından uyarladığı bu suç filminin en önemli özelliği, cinayeti işleyenin cezasını çekmemesiydi. Bu, sinema tarihinde bir ilkti. Fritz Lang’ın 1953 yapımı kara filmi “The Big Heat-Büyük Öfke”, William P. McGivern’ın seri hikâyesinden sinemaya uyanlandı. Başrollerde de Glenn Ford (Dedektif Dave Bannion), Gloria Grahame (Debby) ve Jocelyn Brando (Katie) paylaşıyordu. Dedektifin karısı öldürülür. Komiser dedektifi intikam için caydırmaya çalışır. Dedektif istifa eder. Şimdi tek başına kalmıştır. Nefes kesici bir bu Lang filmi, günümüzde belki klişe gibi değerlendirilebilir. Ama, hikâyeyi anlatışı ve yansıtışı çok çarpıcıdır. Lang, bir yıl sonra 1954’te Glenn Ford’la “Human Desire-İnsan Arzusu” kara filmini yaptı. Émile Zola’nın (1840-1902) “La Bête Humaine” romanından uyarlanan filmin “femme fatale”ı Gloria Grahame’di. Bu roman daha önce Fransız sinemasının büyüklerinden Jean Renoir tarafından 1938’de sinemaya “La Bête Humaine-Hayvanlaşan İnsan” adıyla uyarlandı ve başrolde de Jean Gabin vardı. Bu yapıt, Fransız sinemasının ilk kara filmlerinden biri kabûl edilse de elbette bu film şiirsel gerçekçi bir yapıttı. Filmde lokomotifler ve ihtiraslar başroldeydi.

    Kara filmin ruhu Bogart…

    Humphrey DeForest Bogart, yani Humphrey Bogart 25 Aralık 1899’da New York’ta doğdu, 14 Ocak 1957’de Los Angeles’ta ölmüştü. Bogart, kara filmlerin ruhuydu. Bogart’in ilk göründüğü kara film, Chester Erskine’ın yönettiği 1934 yapımı siyah-beyaz “Midnight” (Geceyarısı) filmiydi. Film, Paul ve Claire Sifton’ın aynı adlı oyunundan uyarlanmıştı. Bogart bu filmde yardımcı rollerden Gar Boni’yi canlandırdı. Bogart, Michael Curtiz’in 1938 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Angels with Dirty Faces-Kirli Yüzlü Melekler”de oynadıktan sonra Raoul Walsh’un 1940 yapımı siyah-beyaz “They Drive by Night-Zor Gece” kara filminde Paul Fabrini karakteriyle ikinci rolde göründü. Film, iki kamyon şoförü arkadaşın hikâyesini anlatırken Joe (George Raft) bir cinayet olayına karışıyor. Elbette kadınlar yüzünden. Filmin “femme fatale’ı da Lana’ya hayat veren Ida Lupino. Film, A. I. Bezzerides’in “Long Haul” (Uzun Nakliye) romanından uyarlandı. Zamanında ülkemizde orijinal adıyla gösterilmiş Raoul Walsh’un 1941 yapımı siyah-beyaz “High Sierra” kara filmi, adını Kaliforniya’da bulunan High Sierra sıradağlarından alıyordu. Film, W. R. Burnett’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştı. “High Sierra”da Ida Lupino (Marie) ve Humphrey Bogart (Roy) başrolü paylaşıyordu. Yazar W. R. Burnett’ın “Little Caesar-Küçük Sezar” gangster romanı Mervyn LeRoy tarafından 1931’de sinemaya uyarlanmıştı. “Kuduz Köpek” lâkaplı Roy, afla hapisten çıkar. Sonra bir otel soygununa karışır. Bogart’ı şöhrete kavuşturan bu filmde yönetmen “iyi”lere ve “kötü”lere mesafeli bir bakış yapıyordu.

    Bogart’ı ve ilk filmini yöneten John Huston’ı tepeye çıkartan, kimilerine göre sinema tarihinin en görkemli kara filmi olan 1941 yapımı “The Maltese Falcon-Malta Şahini”, Dashiell Hammett’in kara romanından sinemaya uyarlanmıştı. Hammett’in bu dedektiflik romanı 1930 yılında Black Mask (Kara Maske) adlı “ucuz dergi”de (pulp magazine) tefrika edildi. Roy Del Ruth’un 1931’de uyarladığı “The Maltese Falcon” ilk, gevşek bir uyarlama denilen William Dieterle’ün 1936 yapımı “Satan Met a Lady” ikinci uyarlamaydı. John Huston’ın 1941 yapımı “Malta Şahini” de üçüncü uyarlama olmuştu. 1946’da ülkemizde gösterime giren siyah-beyaz “Malta Şahini”nde Bogart’ın, Sam Spade’in karşısındaki “femme fatale” Mary Astor’du. Etkileyici fotoğraflar Arthur Edeson’a müziklerse Adolph Deutsch’a aitti. Roy Del Ruth’un 1931 yapımı “Malta Şahini”, iffetsiz film diye yasaklanmış, John Huston’ın 1941 yapımı “Malta Şahini”yse gizli eşcinsellik var diye suçlanmış zamanında.

    Alfred Neumann ve Robert Siodmak’ın “The Pentacle” (Tılsımlı Yıldız) hikâyesinden uyarlanan Curtis Bernhardt’ın yönettiği siyah-beyaz 1945 yapımı “Conflict” (Çatışma) kara filminde Richard (Bogart) ve Kathryn’in (Rose Hobart) mutlu gibi görünen evliliği üzerine açılıyor. Richard, karısının kız kardeşi Evelyn’le (Alexis Smith) ilişkiye girmiş başarılı bir mühendis. Richard, ıssız dağ yolunda karısını öldürür. Psikiyatrist Mark Greenwood (Sydney Greensteet), Richard’a suçluluk duygusu verir ve nefes kesici anlar da başlar böylece. Bogart, bu defa Raymond Chandler’ın romanından uyarlanan 1946 yapımı siyah-beyaz “The Big Sleep-Birleşen Kalpler” kara filminde özel dedektif Philip Marlowe karakterine büründü. Filmi de Howard Hawks yönetti. Bu filmin bir özelliği Bogart’la Lauren Bacall arasında Hollywood’da az görülür büyük bir aşkı başlatmasıydı. John Cromwell’ın yönettiği 1947 yapımı siyah-beyaz “Dead Reckoning” (Ölü Hesaplaşma) kara filminde Bogart, Yüzbaşı Murdock’u canlandırdı. Film, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gizemli bir hikâayenin içine çekiyordu Murdock’u ve seyircisini. 1947’de Martin Vale’in oyunundan Peter Godfrey’nin uyarladığı siyah-beyaz “The Two Mrs. Carrolls” (İki Bayan Carroll) kara filminde Bogart, Geoffrey Carroll karakteriyle Sally Morton Carroll’u oynayan Barbara Stanwyck’in karşısındaydı. Bogart, psikotik birini canlandırdı. Sürekli kötü olaylardan kendini sorumlu tutan kimselere “psikotik” deniliyor. Eleştirmenler, bu filmdeki “entrikacı” Cecily Latham karakterindeki Alexis Smith’in performansını övgüler göndermişler. Delmer Daves’in 1947 yapımı siyah-beyaz “Dark Passage-Karanlık Geçit” kara filmi, David Goodis’in aynı adlı romanından uyarlandı. Bogart bu filmde başrolü Lauren Bacall’la paylaşmıştı. Yazar Goodis’in romanlarını Fransız yönetmenler de uyarlamıştı. François Truffaut, yazarın “Down There” romanını 1960 yılında “Tirez sur le Pianiste-Piyanisti Vurun” adıyla beyazperdeye aktardı. 1971 yılında Henri Verneuil de Goodis’in “The Burglar” romanından “Le Casse-Hırsızlar” filmini çekmişti. “Karanlık Geçit”te, San Quentin Cezaevi’nde hükümlü katil Vincent (Bogart) kaçıyor. Irene (Bacall) onu saklıyor. Bu filmde “öznel kamera” da kullanılmış ve büyük övgüler almıştı. John Huston’ın 1948 yapımı siyah-beyaz “Key Largo-Ölüm Gemisi” kara filmi, Maxwell Anderson’ın oyunundan uyarlanmıştı. Filmde Bogart’la (Frank) beraber Edward G. Robinson (Johnny) ve Lauren Bacall da (Nora) başrolü paylaşıyordu. Key Largo, Florida açıklarında bir adanın adı. Bu filmdeki kasırga sahnelerinin yapay olduğu da vurgulanmış zamanında. “Key Largo”, McCarthy’nın “cadı kazanı”na da düşmüştü. Bretaigne Windust’ın 1951’de yönettiği siyah-beyaz kara filmi “The Enforcer-Öldürülecek Kadın”ı, gerçek bir olaydan kurgusal bir film olarak anılıyor. Bu film, organize suçlar üzerine. Film, adı belirtilmeyen bir Amerikan şehrinde geçiyor. Filmin hikâyesi, geriye dönüşlerle yansıyor çoğunlukla. Nisan 1957’de ülkemizde gösterime giren William Wyler’ın 1955 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Desperate Hours-Ümitsiz Saatler”in senaryosunu Joseph Hayes kendi oynundan yazdı. Bu film, kaybeden ve şimdi bir kaçak olan polis Glenn Griffin üzerineydi. Bu filmdeki diyaloglar, sahne düzenlemeleriyle mekanların ve karakterlerin yansıyışı da mükemmeldi. Bu film, 1990 yılında Michael Cimino tarafından “The Desperate Hours-Tehlikeli Saatler” adıyla yeniden uyarlanmıştı. Film, orta sınıf bir ailenin rehin alınmasını gerilimli bir dille anlatıyordu. Bogart’ın oynadığı son film 1956 yapımı siyah-beyaz bir kara film olan “The Harder They Fall-Şöhretin Sonu”ydu. Filmi Mark Robson, Budd Schulberg’ün romanından uyarladı. Film, bir boks skandalı çevresinde gelişen suçları yansıtıyordu. Budd Schulberg, Elia Kazan’ın 1954 yapımı “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” filminin senaristi olarak hatırlanıyor. Sinemaseverler Kanadalı yönetmen Mark Robson’ı (1913-1978), “Peyton Place-Peyton Aşıkları” (1957), “Earthquake-Zelzele” (1974), “Avalanche Express-Çığ Ekspresi” (1979) filmlerinden hatırlayabilirler. Yönetmen “Çığ Ekspresi”ni çekerken kalp krizinden ölmüştü ve filmi Monte Hellman tamamlamıştı. Filmin başrol oyuncularından Robert Shaw da bu filmin çekimleri sürerken kalp krizinden ölmüştü.

    1949 yılında Nicholas Ray’in Willard Motley’in romanından uyarladığı siyah-beyaz “Knock an Any Door-Cinayet Mahkemesi” kara filminde İngilizceyle beraber İtalyanca da konuşuluyordu. Orijinal adı “Herhangi Bir Kapıyı Çalma” anlamına gelen “Cinayet Mahkemesi”, gecekonduda geçen bir suç hikâyesini anlatıyordu. Bogart bu filmde avukat Andrew rolündeydi. Filmde “geriye dönüş”ler de kullanılmış. Bu filmde lümpen Nick’in söylediği “hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” lâfları bu filmden yadigâr olmalı. Bu lâfların İngilizcesi de şöyle: “Live fast, die young, and leave a good-looking corpse…” Nicholas Ray (1911-1979), gençlere önem veren bir yönetmendi. Onun, 1955 yapımı “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filmi James Dean’ın yüzünden ölümsüzleşmişti. 1950’de Bogart’ın yolu yine Nicholas Ray’le “In a Lonely Place-Tehlike İşareti” kara filmiyle yeniden buluştu. Dorothy B. Hughes’ın hikâyesinden uyarlanan bu siyah-beyaz kara filmde Bogart, geçmişin başarılı senaristi, şimdinin bir alkoliği Dixon “Dix” Steele’i canlandırdı. Dixon, öfkeli ve acılar içinde bir insan. Gloria Grahame’in hayat verdiği Laurel Gray de bir genç oyuncuydu. Bu filmin estetiğinin “Çifte Tazminat” filmine yakın olduğu söyleniyor. Öncelikle mekânlarda uzayıp giden gölgeleriyle. Bu film, ahlaki ve manevi perişanlık üzerineydi bir de. Alttan alta McCarthycilik eleştirilirken “Kara Dalya” diye anılan, 1947’de vahşice öldürülmüş, ünlü olamamış ve porno filmlere düşmüş Elizabeth Short’u akla getiriyordu “Tehlike İşareti” filmi. Brian de Palma, 2006’da James Ellroy’un aynı adlı romanı “The Black Dahlia-Cehennem Çiçeği”nde Elilzabeth Short’un trajik cinayetini beyazperdeye aktarmıştı.

    (06 Aralık 2009)

    Ali Erden

    Neşeli Hayat, Ekibi Almanya ve Hollanda’da

    Yılmaz Erdoğan’ın 4 yıl sonra beyazperdeyle buluştuğu Neşeli Hayat, bayramın ilk günü Türkiye ve Avrupa’da 400 kopya ile gösterime girdi. Filmin Türkiye’deki galasının ardından Berlin’e geçen film ekibi Berlin Karli’de filmi seyirciyle birlikte izledi. Alkışlarla gerçekleşen finalin ardından Yılmaz Erdoğan ve ekibi basın mensuplarının sorularını yanıtladı. Bayramın ilk gününü Berlin’de geçiren ekip, 2. gününde de Amsterdam’a geçti ve Pathe Arena’da seyirciyle buluştu. Yoğun bir kalabalık tarafından karşılanan ekip, burada da finalde seyircinin sorularını cevapladı.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Neşeli Hayat, Ekibi Almanya ve Hollanda’da yazısına devam et
  • Yeni Yıl Şarkısı, Animasyon Dalında Oscar Ödülü Aday Adayları Arasında

    200 milyon dolarlık dev bir yapım bütçesiyle gerçekleştirilen Yeni Yıl Şarkısı (A Christmas Carol), Yukarı Bak (Up) ve Prenses ve Kurbağa (The Princess and the Frog)’la birlikte bu yılın En İyi Animasyon Filmi dalındaki Oscar ödülü aday adayları arasında. Oscar adayları 02 Şubat 2010’da açıklanacak.
    Yeni Yıl Şarkısı (A Christmas Carol), Forrest Gump adlı filmi yılın En İyi Filmi ve yönetmeni dalları dahil altı dalda Oscar kazanan yönetmen Robert Zemeckis’in en yeni filmi.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Acı Aşk’ın Afişi Nihat Odabaşı’ndan

    Onur Ünlü’nün senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini A. Taner Elhan’ın üstlendiği aşk, ihanet, intikam ve entrikalarla dolu Acı Aşk filmi Aralık’ta sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. İstanbul ve Eskişehir’de çekimleri tamamlanan filmin afişini Nihat Odabaşı tasarladı. Halit Ergenç, Cansu Dere, Songül Öden ve Ezgi Asaroğlu’nun 9 saat boyunca Nihat Odabaşı’na poz verdi. Nihat Odabaşı fotoğraf çekimi öncesinde filmi seyretti ve filmi çok heyecanlı ve tansiyonlu bulduğunu söyledi. Daha önce Cansu Dere ve Songül Öden ile birlikte birçok projede birlikte çalışan Nihat Odabaşı, Acı Aşk filmi için ilk kez Halit Ergenç ve Ezgi Asaroğlu ile çalıştı.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Neşeli Hayat’ın Galası Kanal 24 Kırmızı Halı Programı’nda

    Kanal 24 Kırmızı Halı, bayramda şeker gibi bir programla ekrana geliyor. Neşeli Hayat filminin galasından çok özel görüntü ve röportajlar; Claudia Cardinale ve İsmail Hacıoğlu ile Sinyora Enrica’nın İstanbul setinden renkli görüntüler; Sherlock Holmes’un kamera arkası ve ekip röportajları; Gezici Film Festivali programı; vizyona giren Türkler Çıldırmış Olmalı ve Gizemli Yolculuk filmleri Kırmızı Halı’da. Merve Genç’in yapımcılığını, Ediz Gülten’in yönetmenliğini üstlendiği Kırmızı Halı, 28 Kasım Cumartesi 09:20’de Kanal 24’te.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Neşeli Hayat’ın Galası Kanal 24 Kırmızı Halı Programı’nda yazısına devam et
  • Arka Pencere Dergisi, Cabiria’yı Koluna Takıyor

    Arka Pencere Dergisi, beşinci sayısında, Cabiria rolünde Giulietta Masina’yı kapağına taşıyor. Vizyon eleştirilerinde bu hafta Neşeli Hayat, Türkler Çıldırmış Olmalı ve Gizemli Yolculuk var. Arka Pencere’nin İtiraf Ediyorum köşesinin bu haftaki konuğu Bornova Bornova ve 7 Kocalı Hürmüz’ün başarılı oyuncusu Öner Erkan. DVD köşesinde ise Buz Devri 3, Labyrinth, Gölgesizler, King Kong ve diğer filmler inceleniyor. Derginin beşinci sayısı, bir Alfred Hitchcock alıntısıyla sona eriyor: “Konulu filmlerin tanrısı yönetmendir. Belgesel filmlerin yönetmeniyse bizzat tanrının kendisi.”

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Arka Pencere Dergisi, Cabiria’yı Koluna Takıyor yazısına devam et
  • If İstanbul Yeniden Keşfe Çıkıyor, Keşif, Üçüncü Yılında Türkiyeli Yarışmacısını Arıyor

    !f İstanbul, Uluslararası ve ödüllü yarışmasının üçüncü yılına daha büyük bir heyecanla giriyor. Ülkemizden genç yönetmenlerin teşvik edilmesi yönünde önemli bir adım olarak görülen Keş!f, ilk senesinden bu yana dünyada çok sayıda festivalde ilgiyle karşılanmış genç ve yeni yönetmenlerin filmlerine yer veriyor. Yarışma kapsamında uluslararası jüri “sinemada cesur hikâye anlatımı, teknik ve tarzda yenilik” kriterleriyle bir kez daha “İlham Veren Yönetmen”i seçecek. Farklı ülkelerden 8 sıradışı filmin yönetmeni, !f istanbul’da dünyanın ilham veren genç yönetmenleri arasındaki yerlerini almak ve 15 bin dolarlık özel ödül için yarışacak.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • 12. İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’nin Afişleri Hazırlandı

    Türkiye’de düzenlenen ilk belgesel film festivali olan 1001 Belgesel Film Festivali, 04 – 11 Aralık 2009 tarihleri arasında onikinci kez dünyanın er köşesinden öyküleri İstanbul izleyicisine taşıyacak.
    Açılışı 03 Aralık 2009 Perşembe akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilecek olan festivalin afişleri hazırlandı. Bilimkurgu, romantik ve korku temalı afişlerde “Şimdi gerçekleri görme zamanı! – Now, it’s time to see the truth!” sloganı dikkat çekiyor. Açılış gecesinde festival yöneticileri ve festivale destek veren kurum ve kuruluşların temsilcileri birer konuşma yapacaklar.

  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü afişlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    12. İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’nin Afişleri Hazırlandı yazısına devam et