Le Dernier Continent – Mission Antarctique – The Last Continent, 07 – 13 Ağustos 2009 seansları için tıklayınız.
Aylık arşivler: Ağustos 2009
Deli Deli Olma
Deli Deli Olma, 07 – 13 Ağustos 2009 seansları için tıklayınız.
Bir Kadının Seks Günlüğü
Diario de Una Ninfómana – Diary of a Sex Addict, 07 – 13 Ağustos 2009 seansları için tıklayınız.
Aşk Ateşi
The Burning Plain, 07 – 13 Ağustos 2009 seansları için tıklayınız.
Gösteri Toplumunda Mahremiyet
Tıkanma (Choke)
Yönetmen-Senaryo: Clark Gregg
Roman: Chuck Palahniuk
Müzik: Nathan Larson
Görüntü: Tim Orr
Oyuncular: Sam Rockwell (Victor Mancini), Kelly Macdonald (Paige Marshall), Anjelica Huston (Ida J. Mancini), Brad William Henke (Denny), Clark Gregg (Lord Charlie), Jonah Bobo (Genç Victor)
Yapım: Fox Searchlight (2008)
Amerikan toplumunu hicveden sert romanlar yazan Chuck Palahniuk’un ‘Tıkanma’ romanından uyarlanan bu soft pornografik film, ilhamını ve yaratıcılığını tüketmiş postmodern toplumlara kara mizahi bakışla eleştiri getiriyor.
Oyuncu, senarist ve yönetmen Clark Gregg, Amerikan edebiyatının yükselen yıldızı Chuck Palahniuk’un “Choke-Tıkanma” romanını heyecanlı ve ilham verici bir dille beyazperdeye uyarlamış. “Tıkanma”, metaforları çok olan bir film. “Tıkanma”, seks hastalığına tutulmuş bir toplumun hicvi gibi. Aslında bu romana/filme Freudyen bir yorum getirilebilir. Babasının kim olduğunu bilmeyen Victor Mancini’nin Alzheimer hastası annesi Ida’nın hastane masraflarını karşılamak için yapmadığı numara yok. 1700’lerin Amerika’sındaki kolonyel yerleşimleri canlandıran bir turistik parkta seyislik yapan Victor, lokantalarda lokma boğazına takılmış numaraları da yaparak iyi bir oyuncu olduğunu da gösteriyor seyircilere ve okurlara. Palahniuk, “Dövüş Kulübü” romanında tüketim toplumuna sert eleştiriler getiriyordu. Yazar, “Tıkanma” romanıyla da tıkanmış, ilhamını yitirmiş, yaratıcılığı tükenmiş bu postmodern toplumlara kara mizahi bir eleştiri getiriyor. Kendisi tükenmiş ve çürümüş bir toplum, kafasının estiği yerlere saldırarak aslında psikanalitik olarak “iktidarsız”lığını ortaya koyuyor. “Tıkanma”daki “soft porno” sınırındaki sevişmeler, Amerika’nın mahremiyetini de yansıtıyor sanki. Palahniuk için, “gösteri toplumu”nu yansıtan önemli yazarlardan deniliyor. Aslında Gregg, bu ilk yönetmenlik deneyiminde Palahniuk’un ruhuyla buluşabilmiş mi, diye de düşünülebilir. Eğer bu romanı büyük İngiliz yönetmen Peter Greenaway çekseydi nasıl olurdu diye düşünürseniz, Gregg’in bu filmi memnun etmeyebilir belki.
Seks müptelası toplum…
1962 yılında Washington’da doğan yazar Chuck Palahniuk, “Figth Club-Dövüş Kulübü”nün yazarı olarak biliniyor daha çok. Bu romanı, 1999 yılında yönetmen David Fincher sinemaya uyarlamıştı. Asıl adı Charles Michael Palahniuk olan Chuck Palahniuk, Gregg’in “Tıkanma” filminde şu tanıma çok daha iyi oturuyor: “Romanlarındaki tavır isyan gibi görünse de, aslında varoluşumuza özlem duymamıza neden olur…” Tıkınma, aşırı seks, tiksinme, varoluş ve birçok şey bu “Tıkanma” filminde perdeyi kuşatıyor. Kitapları Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen yazarın “Dövüş Kulübü”, (Fight Club), “Gösteri Peygamberi” (Survivor), “Görünmez Canavarlar” (Invisible Monsters), “Tıkanma” (Choke), “Ninni” (Lullabay), “Kaçaklar ve Mülteciler” (Fugitives & Refugees), “Günce” (Diary) bulunabiliniyor. Palahniuk’un bu sert romanı “Tıkanma”, Türkiye’de “halkın ar ve hayâ duygularını rencide ettiği gerekçesi” gösterilerek yasaklanmıştı. “Tıkanma” filminde gerçekten bir gösteri toplumuna dikiz yapıyorsunuz. Hatta bir noktadan sonra dikizleme bir tarafa itilip mahremiyetin içine dalınıyor. Sevişme şovları, striptiz izlenir gibi izlenmeye başlanıyor bir yerden sonra bu filmde. Postmodern toplumlarda her şey göz önünde mi olacak? Mahremiyet nereye gidecek? Kadın ve erkek arasındaki o soylu duygular ve aşk, mahremiyet perdesi indirilirek bir striptize mi dönüştürülecek? Filmdeki sevişmeler, duygulardan arındırılmış ve pornografikleştirilmiş. Yönetmen ve yazar, aşkın olmadığı yerde pornografi olur diyorlar. Filmdeki sevişmelerin pornografik düzeye indiren bir şey de, Victor’un beraber olduğu kadınlara dokunmaması. Her şey duygulardan soyutlanmış ve vahşice. Michelangelo Antonioni usta, 1995 yapımı son filmi “Al di là delle Nuvole-Bulutların Ötesinde” filminde postmodern toplumu eleştirdiği bir sahne vardı. Kadın ve erkek, otel odasında birbirlerine dokunmadan sevişiyorlardı. Antonioni, postmodern toplumların “dokunma duygusu”ndan uzaklaştığını fark etmişti. “Tıkanma” filminde bu hal, pornografik dibe kadar gidiyor.
Ya aşk olursa…
Seks müptelâlığı yüzünden rehabilite merkezine bile takılan Victor, en kadim dostu Denny gibi aşkın sınırlarında dolaşmaya başlıyor sonra. Hastanede kendini doktor olarak tanıtan Paige’e yakınlık duyan Victor, onunla sevişemiyor. Çünkü duyguları uyanıyor. Denny, kadınlarla olmuyor ve onları hayal ediyor sadece. Mastürbasyon hastası Denny, ellerinin boş durmaması için taşlara ilgi duyuyor, sonra da striptizci kız Beth’e. Kendisine doğru gelen aşka kalbini açan Beth, Denny’ye “el”lerini unutturuyor. Öte yandan aşkın kıyılarına kadar gelen Victor, Paige’in de akıl hastası olduğunu öğrenince seks müptelâlığı cehenneminden çıkamıyor. Victor, Alzheimer hastası annesinden babasının kim olduğunu öğrenmeye çalışırken, annesinin günlüğünü buluyor. Ama, İtalyanca bu günlüğü çözemiyor. Annesi ölürken, ona gerçeği söylerken gidiveriyor. En azından Victor, Hz. İsa gibi olmadığını anlıyor. Aslında Victor’la annesi Ida arasında tuhaf bir ilişki var. Sürekli çocukluğunu hatırlayan Victor, annesiyle ordan oraya sürüklenip duruyor. Belki de, psikanalitik açıdan kadınlarla annesi arasında bir bağ vardır Victor’un. Evet, Clark Gregg’in “Tıkanma”sı “kült film”e dönüşebilir. Belki de bir başyapıt olabilir. En azından “Dövüş Kulübü” kadar has bir film bu. Hatta “Dövüş Kulübü”nden daha dürüst. Hiç olmazsa sol gösterip sağ indirmiyor “Tıkanma” filmi. Bir not: Oyuncu-yönetmen Clark Gregg, Robert Zemeckis’in 2000 yapımı “What Lies Beneath-Gizli Gerçek” filminin senaryosunu da yazmıştı. Yönetmen Gregg, 1962 yılında Massachusetts-Boston’da doğdu. Yönetmen bu filminde despot Lord Charlie karakterinde de görünüyor. Kolonyel parkta Ursula’ya (Bijou Phillips) sırılsıklam ve umutsuzca aşık biri o…
(12 Ağustos 2009)
Ali Erden
39. Dosya
Christian Alvart’ın yönettiği ve Renée Zellweger, Jodelle Ferland, Ian McShane ile Bradley Cooper’ın oynadığı 39. Dosya (Case 39), ülkemiz sinemalarında gösterime girmemiştir.
Aile hizmetleri dairesi memuru Emily, pek çok şey görmüş geçirmiş olduğunu düşündüğü sırada, 10 yaşındaki Lilith, onun en yeni ve en gizemli vakası haline gelir. Anne-babası Lilith’i öldürmeye çalıştığında, Emily’nin en çok korktuğu şey doğrulanmış olur. Emily, Lilith’i kurtarır ve uygun bir bakıcı aile denk gelene kadar onu yanına almaya karar verir. Esas dehşet de o zaman başlar…
39. Dosya yazısına devam et
14 Ağustos 2009 Haftası
“Tıkanma”, ‘post modern faşizm’ olarak da kabûl edilen kapitalizme vurduğu sert sanatsal darbeler yüzünden çok tartışılan “Dövüş Kulübü”nün yazarı Chuck Palahniuk’un, yalanlar ve sahtekârlıklarla örülü hayatlarımızda, ölüme doğru gitgide çürüyen bedenlerimiz için tek gerçeğin seks yapmak olduğunu kafamıza çakan, yine keskin biçimde eleştirel, yine yaman romanının uyarlaması. Bu ‘kara mizah’ta olabildiğince görsel karşılıklar yakalanmış ve sözcüklerin değeri hakkıyla verilmiş. Oğul ve sımsıkı bağlı olduğu annesinde (?), Sam Rockwell ile Anjelica Huston, döktürmüş!
“Kız Kardeşimin Hikâyesi”, lösemi hastası bir genç kız, ablası için ideal donör olacağı düşüncesiyle dünyaya getirilmiş kız kardeş (vücudunun tıbbi kullanım hakkı için ailesine dava açar), ihmâl edilen erkek kardeş, realist/sevecen bir baba ve kızının öleceği gerçeğini asla kabûllenemeyen bir anneden oluşan ailenin dramı: Her birinin duygusal katmanından bakılarak anlatılan, yaşam denilen tuhaf gerçeğin nabzını tutan bir film. ‘Yer altı Sineması’nın büyük ismi olan babası John da, erken sayılabilecek bir yaşta (60) sirozdan ölen Nick Cassavetes’in, melodram tuzaklarına düşmeden bütünsel bir başarıya ulaştığını söylemek gerek.
“Kan Gölü”, doğası yakında inşaatlar marifetiyle bozulacak maden gölü ve çevreleyen ormanda hafta sonu romantik tatillerini geçiren bir çifte, ilk gün tacizde, ertesi gün ise saldırıda bulunan biri kız altı ergen çocuğun üzerinden sunulan korku-gerilim… Sert oyunun şiddet eğrisi ile beslenen umutsuzluk ruhunuzu karartmakta… Toplumlarının refah düzeylerinin artışına koşut giden suç-suçlu üretimi üzerine zekice çizilen tablo ise düşündürtüyor. Bu tür bir film için az marifet değil.
(12 Ağustos 2009)
Ali Ulvi Uyanık
Anadolulu Göçmen Ruh: Elia Kazan
Elia Kazan, Kayseri’de doğmuş bir Rum, dünya sineması ve tiyatrosunda söz sahibi olmuş büyük bir sanatçıydı. 2003’te New York’ta öldüğünde geride sinema tarihinde altın değerinde filmler bıraktı. Marlon Brando, James Dean gibi dev oyuncuları ortaya çıkaran Kazan, McCarthy’nin “cadı kazanı”ndan gammazcı olarak çıktığı için Hollywood’un sol çevrelerince hiç affedilmedi. O, Anadolu ruhunu içinde yaşatan bir göçmen kuştu.
Asıl adı Elias Kazancıoğlu’ydu (Elias Kazanjoglou) Elia Kazan’ın. 7 Eylül 1909’da Kayseri’de doğdu, 29 Eylül 2003’te New York’ta öldü. Kazan, Kayseri kökenli bir Rum ailenin oğluydu. Daha o bebekken ailesi Amerika’ya göç etti. İçinde hep bir göçmen kuşunu, Anadolu ruhunu taşıdı. Bir kahkaha attığında kederin geleceğinden olmalı hep tedirginlik duyarmış Kazan. Bu büyük sanatçı, büyüdüğü New York şehrine de tutkuluydu. Tiyatroya da. Elbette sinemaya da. Kazandığı hiçbir şeyi kolay elde etmedi. Bir zamanlar komünist olan Kazan, 1952 yılında, “Amerika’ya Karşı Etkinlikler Komitesi”nce (HUAC) sorgulandı ve Senatör McCarthy’nin “cadı kazanı”nda ondan fazla Hollywoodlu solcu sanatçının adını söyledi. O sanatçılar, yıllarca süründüler ve neredeyse aç kaldılar. Bu gammazcılık onun yaşamı boyunca peşini bırakmadı. Kazan’ın lakabı da “gadget”dı… Elinde sürekli anahtarlık gibi şeyleri çevirmeyi severmiş Kazan. Ne de olsa bir Anadoluluydu o.
Oyuncuların stüdyosu…
Önce tiyatroda görünen Kazan, Tennessee Williams ve Arthur Miller’ın yapıtlarını uyarladı. 1947’de Manhattan’ın Hell’s Kitchen Mahallesi’nde Elia Kazan, Cherl Crawford, Robert Lewis, Anna Sokolow bir araya gelip “Actors Studio”yu (Oyuncular Stüdyosu) kurdular. Lee Strasberg, bu oluşuma sonradan katıldı. “Metod oyunculuğu” denilen bir oyunculuk tekniği geliştirdiler. Bu oyunculuktan çıkan ilk Marlon Brando’ydu. Sonra James Dean geldi. Daha sonra da bu oyunculuk metodu Hollywood’un vazgeçilmezi oldu. Bu oyunculuk metodunun sonradan en büyük iki oyuncusu Al Pacino ve Robert de Niro’ydu.
Kazan, 1945 yılında yazar Betty Smith’in romanından siyah-beyaz “A Tree Grows in Brooklyn-Bir Genç Kız Yetişiyor” filmiyle yönetmen olarak sinema yoluna çıktı. Bu kitap ülkemizde 1999 yılında Altın Kitaplar tarafından “Bir Genç Kız Yetişiyor” adıyla yayımlanmıştı. Hikâye, Nolan ailesinin yirmi yıllık dönemini anlatıyor. Bu sosyal yönü güçlü hikâye gerçekten sol ruhlu olan Kazan için yazılmıştı sanki. Bu filmle James Dunn, Akademi’den “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazanmıştı. Kısa filmler de çeken Kazan, ikinci uzun filmini 1947’de Conrad Richter’ın romanından uyarladığı “The Sea of Grass-Yeşil Çayırlar”la yaptı. Siyah-beyaz bu filmde Spencer Tracy ve Katharine Hepburn oyamıştı. Amerikalılar, bu filmle geçmişlerini özlemle seyrettiler. Amerikalılar, “Yeşil Çayırlar” filmiyle, üzerlerinden bir buldozer gibi geçen ekonomik ve savaş depresyonlarını unutarak o eski görkemli günlerin nostaljisini yaşadılar sanki. “Yeşil Çayırlar”daki siyah-beyaz fotoğraflar gerçekten muhteşem ve büyüleyiciydi. Kazan, yine 1947’de bu defa bir kara film çekti. Siyah-beyaz “Boomerang-Geri Tepen Silâh” filminde Dana Andrews (Henry), Jane Wyatt (Madge), Lee J. Cobb (Harold), Arthur Kennedy (John) ve Karl Malden (Teğmen White) vardı. Filmde ünlü oyun yazarı Arthur Miller’ın da (1915-2005) bir rolü vardı. Miller, bir şüpheliyi oynuyordu. Bu film, Başsavcı Homer Cummings’in gerçek hayat hikâyesinden yola çıkıyordu. Connecticut’da bir kasabada akşamleyin sokak ortasında sevilen bir papaz öldürülüyor. Olay anında orada olan insanlar katilin John Waldron olduğunu iddia ediyor. John tutuklanıyor. Bölge Başsavcısı Harvey Henry, John’un masumluğunu politik muhalefete rağmen kanıtlamaya çalışıyor. Filmin girişi de muhteşemdi. Ön jenerikteki yazılar sayfalar çevrilerek okunuyordu. Ardından da sağa doğru tek çekimle sürekli çevrinen (pan yapan) kamera, caddeleri, meydanları ve Amerikalıları bir belgesel gibi yansıtıyordu perdeye. Kazan’ın 1947 yılındaki bir diğer filmi, “Centilmenlik Anlaşması” olarak da anılan “Gentleman’s Agreement-Namus Sözü”, Amerika’nın ırkçılığını perdeden yansıtıyordu. Gregory Peck’in hayat verdiği gazeteci Phil, kendini Yahudi olarak tanıtıyordu. Amerikalılar bu filmde, kendilerindeki önyargılarla ve ırkçılıkla yüz yüze geldiler. Phil, araştırmaları sonucunda Yahudi karşıtı bir örgüt olan “Centilmenlik Anlaşması”na ulaşıyordu. Bu film tam üç Oscar kazandı. “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” (Celeste Holm) ödüllerini aldı. Kazan, 1949 yılında “Pinky-Kara Damga” filmini yaptı. Bu filmde de ırkçılık öne çıkıyordu. Bu filmi, bir diğer büyük yönetmen John Ford çekecekti, Fox’un kurucularından Darryl F. Zanuck filmi Elia Kazan’a verdi. Filmde, Afro-Amerikan ve Kafkas melezi hemşire bir genç kızın, Patricia “Pinky” Johnson’ın (Jeanne Crain) trajedinin kıyılarında dolaşan hayatından anlar yansıyordu perdeye. “Pinky”, siyahların kanını taşısa da beyazlar gibi görünüyordu. Ama, ırkçılıkla karşılaşıyordu sürekli.
1950’lerde dünya…
Kara film tarzındaki 1950 yapımı siyah-beyaz “Panic in the Streets-Caddede Panik”te Richard Widmark (Teğmen Clinton), Paul Douglas (Yüzbaşı Tom) ve Jack Palance (Blackie) oyunuyordu. Elia Kazan da bu filmde küçük bir rolde görünüyordu. Hikâye, New Orleans’ta bir veba salgını etrafında gelişiyordu. Elia Kazan’ın önce tiyatroda sahnelediği, sonra da sinemaya uyarladığı Tennessee Williams’ın aynı adlı oyunu “A Streetcar Named Desire-İhtiras Tramvayı”, sinemanın önemli filmlerinden. Bu film, “Arzu Tramvayı” diye de anılıyor. Kazan, “İhtiras Tramvayı”nı 1947’de Broadway’de sahneye koydu ve başrollerde de Marlon Brando vardı. Filmde de aynı karakteri, Stanley Kowalski’yi yine Brando oynadı. Hatta Kim Hunter (Stella Kowalski) ve Karl Malden de (Harold “Mitch” Mitchell), Brando gibi hem sahnede hem de perdede oynadılar karakterlerini. Blanche DuBois karakteri değişmişti. Blanch DuBois’yı sahnede Jessica Tandy, perdede Vivien Leigh oynamıştı. Jassica Tandy, Bruce Beresford’un yönettiği 1989 yapımı “Driving Miss Daisy-Bayan Daisy’nin Şoförü”yle seksen yaşında “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar alarak Akademi tarihinde en yaşlı ödül kazanan oyuncusu olmuştu. Kazan’ın bu filmi dört dalda da Oscar kazanmıştı. Muhteşem Vivien Leigh, Oscar’la ödüllendirilmişti. Bu film, gelenekselle modernliğin karşılaşması gibi. Yaşlanmakta olan Blanche DuBois geçmişe, sanayinin gelişimiyle şehre göç etmiş yeni Amerika’nın insanını temsil eden Stanley Kowalski geleceğe metafor yapıyordu sanki. Alex North’un müziklerine de kulak verilmeli bu filmde. Ayrıca muhteşem estetik siyah-beyaz görüntülerin de farkına varılmalı.
Kardeş kavgası…
Kazan’ın 1952 yapımı siyah-beyaz “Viva Zapata” filminin senaryosunu ünlü yazar John Steinbeck yazdı. Ülkemizde “Viva Zapata” adıyla gösterilen film “Yaşasın Zapata” anlamına geliyor. Steinbeck, senaryoyu Edgecumb Pinchon’ın 1941 yılında yayımlanmış “Zapata the Unconquerable” (Yenilmez Zapata) adlı biyografik kitabından yola çıkarak yazmış. Filmde “kardeş kavgası” güçlü bir metaforla perdeye yansıyordu. Filmde Marlon Brando (Emiliano Zapata), Jean Peters (Josefa Zapata) ve Anthony Quinn (Eufemio Zapata) oynadı. Film, 1910’dan 1917’ye kadar süren Meksika Devrimi’nin önemli kişiliklerinden köylü lider Emiliano Zapata’nın, Meksika’nın diktatörü Porfirio Díaz’ın yozlaşmış iktidarına karşı başlattığı mücadelenin öyküsünü anlatıyordu. Kazan, McCarthy’nin “cadı kazanı”na da düştü ve solcu arkadaşlarının adlarını tek tek söyledi. Aynı yıl bu filmi çekti. Anthony Quinn, bir “gammazcı”nın böyle bir filmi çekmesine karşı çıksa da Marlon Brando, en kadim dostu Kazan’ın bu filmi yönetmesi için ağırlığını koydu. Anthony Quinn, bu filmdeki performansıyla “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazandı. Kazan, 1954 yılında sarı sendikacılığı anlattığı “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” filmini siyah-beyaz ve panoramik (1:85 formatında) çekti. Filmde yine muhteşem Marlon Brando vardı. Marlon Brando (Terry Malloy), Karl Malden (Rahip Barry), Lee J. Cobb (Johnny Friendly), Rod Steiger (Charley “Gent” Malloy), Eva Marie Saint (Edie Doyle) başroldeydiler. Filmdeki bütün performanslar muhteşemdi. Bu filmin kameramanı da Rus sinemasında çalışmış kuramcı-yönetmen Dziga Vertov’un (Denis Kaufman) kardeşi olan Boris Kaufman’dı. Büyük kameraman Boris Abelevich Kaufman, Fransız yönetmen Jean Vigo’nun filmlerinde de çalışmıştı 1930’larda. Kazan’ın hemen hemen tüm filmlerinde görsel dünya gerçekten çok zengin, belirtelim. Kazan’ın Bu filmi on iki dalda Oscar’a aday olmuş ve sekiz Oscar’ı almıştı. “Rıhtımlar Üzerinde” film, yönetmen, erkek oyuncu (Marlon Brando), kadın oyuncu (Eva Marie Saint), senaryo (Budd Schulberg), görüntü (Boris Kaufman), kurgu (Gene Milford), sanat yönetimi (Richard Day) dallarında Oscarları aldı. Terry, limanın çetebaşı Johnny için çalışan çaptan düşmüş bir boksör eskisi. Bu filmin senaryosu Malcolm Johnson’ın bir gazete dizisinden oluşturulmuştu.
Kazan’ın ilk renkli ve sinemaskop filmi 1955 yapımı “East of Eden-Cennet Yolu”, John Steinbeck’in romanından Paul Osborn’un senaryosunu yazmasıyla sinemaya uyarlandı. Bu film, ülkemizde “Cennetin Doğusu” olarak da anılıyor. Bu film, James Dean’ın da sinemadaki ilk başrolüydü. Caleb “Cal” ve Aron Trask kardeşler, sanki birer Habil ile Kabil gibiler. Kin ve öfke var aralarında. Bunda babalarının da payı var elbette. Baba Adam Trask, tüm sevgisini Aron’a vermiş. Caleb’e karşı hep mesafeli durmuş. Caleb, bir sırrı öğreniyor ve trenin üzerinde annesin yaşadığı şehre gidiyor ve gerçeği de öğreniyor. Bu filmi, 1997’de 16. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde görmüştük. Kazan’ın aynı yıl bu festivalde “Amerika Amerika” filmini de görme fırsatımız olmuştu. “Cennet Yolu”, perdede gördüğümüz en muhteşem sinemaskop görüntülere sahip filmdi. Filmin final bölümünde kameranın yatay açıları da insanı sinema adına büyülüyordu. Tennessee Williams’ın senaryosunu yazdığı, Kazan’ın yönettiği 1956 yapımı “Baby Doll-Taş Bebek”te Karl Malden, Carroll Baker, Eli Wallach başrolü paylamıştı. Kameraman Boris Kaufman, siyah-beyaz “Taş Bebek” filminin de gözleri olmuştu. Filmin hikâyesi Mississippi’de geçiyordu. Katolik Lejyon Ahlâkı, dönemine göre cinsellik yönünden cüretkâr olan bu filme eleştiri getirmişti. Hatta Amerika çapında boykot başlatmış. Bu film, abartılı cinsellik var diye İsveç’te bile yasaklanmış. Bu filmin orijinal afişinde de Baby Doll, beşikte sereserpe uzanmış, parmağı ağzında şehvetli biçimde bakıyordu. “Taş Bebek”e Kazan’ın “Lolitası” da denilebilir. Mississippi’nin pamuk tarlalarında geçen bu film, görece refah Batı toplumlarının sınırlarında dolaşan bir yapıt. İngiltere’de “Özgür Sinema” ve Fransa’da “Yeni Dalga” akımları refah toplumlarının gerçek hallerini perdeye yansıtmaya başlamışlardı 1950’lerin sonundan 1960’ların ortalarına kadar. Kazan, 1957 yapımı “A Face in the Crowd-Kalabalıkta Bir Yüz” filmini, Budd Schulberg’ün (1914-2009) kendi hikâyesinden yazdığı senaryodan perdeye aktardı. Film, televizyon hayata girerken radyonun tek eğlence olduğu zamanlarda Kansas’ın kuzeydoğusunda Pickett adında bir kasabadaki komik olayları anlatıyor. Aslında Pickett hayali bir ad. Kansas’ın güneyinde Piggott diye de gerçekten bir kasaba var. Kameranın önünde de ortalarda gezinip duran biraz kaba bir komedyen Larry “Lonesome” Rhodes var. Medyayı hicveden bu muhteşem filmde bir serserinin bir gecede ünlü olması anlatılıyor. Kanadalı kitle iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ı haklı çıkartıyordu bu film. “Kalabalıkta Bir Yüz” filminin başrollerinde de dönemin ünlü komedyeni Andy Griffith oynuyordu. Patricia Neal, Walter Matthau, Lee Remick gibi önemli oyuncular da filmde görünüyordu.
1960’ların ruhu…
Kazan, ikinci renkli ve sinemaskop filmini 1960 yılında “Wild River-Vahşi Nehir”le çekti. Film, William Bradford Huie’nin “Mud on the Stars” (Yıldızlar Üstündeki Çamur) ve Borden Deal’ın “Dunbar’s Cove-Dunbar Yamaçları” romanlarından uyarlanmıştı. Filmin senaryosunu da Paul Osborn yazmıştı. Osborn, Kazan’ın “East of Eden-Cennet Yolu” filminin de senaryosunu yazdı. 1930’larda Tennessee Vadisi’nde baraj yapımı için sular altında kalacak araziler üzerinde yaşayan kızılderilileri de öne çıkaran bir film bu. Bu filmdeki erotik gerilim de akılda kalıcıydı. Filmde, büyük ekonomik depresyonla beraber ırkçılık da yansıyordu. Sinema perdesinde kolay unutulmaz sinemaskop görüntüleri kameraman Ellsworth Fredericks çekti. “Vahşi Nehir”, yeşil yamaçlardan akan o deli nehri, bir dolu insan hikâyesi ve estetik görüntüleriyle bir armağan gibi. Kazan’ın birçok filmi Amerikan Ulusal Film Arşivi tarafından koruma altında şimdi. Bu büyük sinemacının filmleri altın değerinde çünkü. “Vahşi Nehir”de Montgomery Clift ve Lee Remick başrolü paylaşıyordu. Kazan’ın 1961’de yönettiği “Gençlik Biterken” adıyla da anılan “Splendor in the Grass-Aşk Bahçesi” filminde Natalie Wood ve Warren Beatty oynamıştı. Bu “technicolor” filmin görüntüleri de yine Boris Kaufman’a aitti. Film, aşkın acısı üzerineydi. Bu melodram filminde Wilma, Kansaslı zengin genç Bud’a aşık oluyordu. Bud’ın babası ve toplumsal baskı da bu aşka izin vermiyordu. Hikâye de 1920’lerin sonunda geçiyordu. Film, orijinal adını, romantik dönemin şairlerinden İngiliz William Wordsworth’un (7 Nisan 1770-23 Nisan 1850) şiirindeki bir dizeden alıyor: “Of splendour in the grass, of glory in the flower” (İhtişamlı otların içinde, zafer çiçeğin olacak)…
Kişisel filmler…
Kazan, 1963’te siyah-beyaz “America, America-Amerika, Amerika” filmini kendi romanından sinemaya uyarlandı. Bu filme adı konmamış yasak var. Bu film, 1997’de 16. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti sadece. Hikâye, 1890’larda başlıyor. Kayseri taraflarında Ermenilerin ve Rumların yaşadığı yoksul bir köy yansır perdeye. Rum Stavros Topuzoğlu, Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a akrabalarının yanına gelir. Halı işinde çalışır. Ama, oraya gelirken Anadolu boyunca uzun yolculuk yapıyor Stavros. Onun rüyası, insanların göç ettiği Amerika’ya gitmek. Kazan’ın köklerini anlattığı “Amerika, Amerika”, Türkiye’yi kötü gösterdiği düşüncesiyle bizleri korumak için yasaklanmış bir film olabilir belki. Bu filmi festivalde gördüğümüzde yıkılmamıştık. Çünkü o kadar kötü olmadığımızı biliyoruz. Kazan bu filmi Türkiye’de çekemediği için (bazı sahneleri gizli çektiği söyleniyor) sosyal hayatı yeterince yansıtmakta zorlanmış. Kazan, Anadolu yollarına düşebilseydi en azından o namaz öyle kılınmazdı.
Kazan, Topuzoğlu ailesinin 1960’lardaki hayatını 1969 yapımı “The Arrangement-Kader Değişmez” filminde anlatmayı sürdürdü. Filmi, yine kendi romanından uyarladı. Bu sinemaskop ve “technicolor” film, Mart 1972’de ülkemizde gösterime girmişti. Filmde Kirk Douglas (Eddie Anderson), Faye Dunaway (Gwen), Deborah Kerr (Florence Anderson) oynamıştı. Filmin müzikleri David Amram’a ait olsa bile fonda sanat müziği tarzında oyun havaları da duyuluyordu. Los Angeles’ta yaşayan ve “Amerikan rüyası”nı gerçekleştirmiş Eddie, evli ve üstelik bir de metresi var. Her şey yolundaymış gibi görünüyor. Yarı Rum-yarı Amerikalı Eddie’nin karısı Florence da bir WASP (Beyaz Anglo-Sakson-Protestan)… Eddie, geçmişini sorguluyor, boşluğa düşüyor ve intiharı deniyor. Eddie’nin gecenin bir yerinde trafikte beyaz spor arabasıyla yolculuğu gerçekten kaotik ve estetikti. Bu görüntüler belleğinize yerleşiyor. Bu yolculukta Eddie, arabasını kamyonun altına sürüveriyordu.
Son filmleri…
Senaryosunu oğlu Chris Kazan’ın yazdığı 1972 yapımı “The Visitors-Ziyaretçiler”de bir ailenin yaşadığı kâbusu anlatıyordu Kazan. Bu film, Fred Zinnemann’ın 1948 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Act of Violence-Uslanmam”la William Wyler’ın 1955 yapımı siyah-beyaz kara filmi “The Desperate Hours-Ümitsiz Saatler”den esinlenmiş. Vietnam Savaşı sonrası bir hesaplaşmanın filmiydi bu. “Ziyaretçiler” filmi kış atmosferinde geçiyordu. Bu filmin başrolünde de gencecik bir James Woods vardı. Kazan’ın ülkemizde “Son Patron” ya da “Son Büyük Patron” adlarıyla da anılan son filmi, 1976 yapımı “The Last Tycoon-Seni Kaybetmek İstemiyorum”, F. Scott Fitzgerald’ın romanından senaryosu Harold Pinter tarafından yazıldı. Bu, F. Scott Fitzgerald’ın hayattayken bitiremediği ve ölümünden bir yıl sonra, 1941’de yayımlanan son romanıydı. Bu romandan uyarlanan film de Elia Kazan’ın son filmi oldu. Fitzgerald’ın bu romanı ülkemizde 1994 yılında Tomris Uyar’ın çevirisiyle “Son Düş” adıyla İletişim Yayınları’nca yayımlandı. Kazan bu filmi siyah-beyaz ve renkli çekti. Filmin başrolünde Monroe Stahr karakterini canlandıran muhteşem Robert de Niro vardı. Gerçekten De Niro’nun performansı görülmeye değerdi. Elbette bu filmin başka büyük oyuncuları da vardı: Jack Nicholson, Tony Curtis, Robert Mitchum, Jeanne Moreau, Donald Pleasence, Ray Milland, Dana Andrews… Sanki hepsi bir ustanın galasına gelmiş gibiydiler. Filmin müziklerini de Maurice Jarre bestelemişti. Çarpıcı görüntülerse Victor J. Kemper’ındı. Film, 1930’lardaki Hollywood’u anlatıyordu. Bu filmde bir ustanın sinemaya ya da Hollywood’a aşkı vardı sanki. Ama, bu film seyirciden ilgi görmeyince Kazan da inzivaya çekildi ve kendini yazmaya verdi. Genç yapımıcı Monreo Stahr, sinemada sanatı hep önde tutuyor ve seyircileri de para olarak görmüyor. Yazar Fitzgerald, kitabındaki Monreo Stahr karakterini Metro-Goldwyn-Mayer’in genç yaşta ölen yapımcısı Irving Thalberg’den (1899-1936) esinlenerek yazmış. Irvin Thalberg’in hayattayken yapımcılığını üstlendiği son film, George Cukor’un yönettiği 1936 yapımı “Camille-Kamelyalı Kadın”dı. İşte, “Seni Kaybetmek İstemiyorum” filmi bu muhteşem sinemacıdan ilham alıyordu. Monreo Stahr’ın inşası süren evinde Kathleen’le olduğu sahneye David Fincher, 2008 yapımı “The Curious Case of Benjamin Button-Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi”yle bir selâm göndermişti. Daisy’nin inşası yarım kalmış evde Benjamin’in karşısında dans ettiği sahneyi hatırlayın. Hem Fitzgerald’a, hem Kazan’a, hem Thalberg’e, hem Monreo Stahr’a, hem de aşka bir “hommage” gönderiyordu Fincher bu sahnede.
(10 Ağustos 2009)
Ali Erden
Ege Sanat Merkezi
Aylin Ünal’ın “Giovanni Scognamillo: Aşk ve Korku” Adlı Kitabı Hayal-Et Yayınları’ndan Çıktı
Aylin Ünal’ın Giovanni Scognamillo: Aşk ve Korku adlı kitabı Hayal-Et Sinema Kitaplığı etiketiyle piyasaya sunuldu.
Aylin Ünal bu kitabında Giovanni Scognamillo’nun aşk, dans, müzik, resim, gizemcilik, edebiyat ve en önemlisi de sinemayla nasıl tanıştığını, ne hissettirdiklerini, ona kazandırdıklarını ve kaybettirdiklerini, dönemin değerlerini ve Levanten olmayı Giovanni Scognamillo’nun içten yorumlarıyla birlikte bizimle paylaşıyor.
Yazar aynı zamanda Giovanni’nin hayatından sunduğu kesitlerle Pera’dan Beyoğlu’na uzanan tarihsel bir süreci de ortaya koyuyor.
Aylin Ünal’ın “Giovanni Scognamillo: Aşk ve Korku” Adlı Kitabı Hayal-Et Yayınları’ndan Çıktı yazısına devam et
Nişantaşı City Life (City’s AVM) Sinemaları
Nişantaşı City Life (City’s AVM) Sinemaları, 07 – 13 Ağustos 2009 seansları için tıklayınız.
Esenkent Sun Flower Sinemaları
Esenkent Sun Flower Sinemaları, 07 – 13 Ağustos 2009 seansları için tıklayınız.
Pers Prensi: Zamanın Kumları
Mike Newell’in yönettiği ve Jake Gyllenhaal, Ben Kingsley, Gemma Arterton ile Alfred Molina’nın oynadığı Pers Prensi: Zamanın Kumları (Prince of Persia: The Sands of Time), 21 Mayıs 2010’da UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
Destansı filmin konusu şöyle: Haylaz bir prens istemeden de olsa gizemli bir prensesle güç birliği yapar. Birlikte, zamanı tersine çevirebilen Zamanın Kumları’nı açığa çıkarabilecek ve sahibinin dünyaya hükmetmesini sağlayabilecek olan eski bir hançeri korumak üzere karanlık güçlere karşı bir yarış içine girerler.
Pers Prensi: Zamanın Kumları yazısına devam et
Beylikdüzü Markacity Cinemarka Sinemaları
Beylikdüzü Markacity Cinemarka Sinemaları, 07 – 13 Ağustos 2009 seansları için tıklayınız.
Tüm Şirketler
Tüm Şirketler, 31 Temmuz – 02 Ağustos 2009 Haftasonu (Weekend), Zirve 20 (Top 20) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.