The Spirit

Frank Miller’in yönettiği ve Jaime King, Gabriel Macht, Scarlett Johansson ile Eva Mendes’in oynadığı The Spirit, 20 Şubat 2009’da Tiglon Film dağıtımıyla Tiglon Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Will Eisner’in The Spirit adlı çizgi romanından beyazperdeye uyarlanan ve Sin City, 300, Elektra’nın yazarı ve Sin City üçlemesinin yönetmeni Frank Miller’ın yönettiği filmde Spirit, maskeli ve etrafı güzel kadınlarla dolu bir varlıktır.
Spirit, Central City’yi korumak için polis ile beraber, şehirdeki suçlular ve The Octopus ile mücadeleye girişir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • 20 Şubat 2009 Haftası

    “The Spirit”, güzel kadınları kolayca elde edebilen, asla vazgeçemeyeceği ilk sıradaki sevgilisi ise gölgelerinden beslendiği şehir olan ‘ölümsüz’ karakterin, ona ölümsüzlüğü veren düşmanı ile karşılaşmasının grafik ve komik anlatımı; tüm malzemeleri tam ama ‘tatsız mı tatsız’ bir çizgi roman uyarlaması: Anti kahramanları sevenlere yalnızca.

    “Niko: Yıldızlara Yolculuk”, küçük bir ren geyiği ve dostları ile maceraya atılıp şöyle kutup ışıklarına doğru, kuzeyin eşsiz renkleri ve vahşi güzellikleri içinde bir yolculuk yapmak isterseniz, ideal. Bu animasyondan hafızama kazınan ve asla unutmayacağım söz, geyikleri parçalayıp yemek isteyen arkadaşlarına karşı vejetaryen kurttan geldi: “Geyikler nasıl olsa otla besleniyor; biz de aracıyı ortadan kaldırıp otla beslenelim”!

    “Bir Alışverişkoliğin İtirafları”, bilinçaltımıza sürekli pompalanan ‘harca, borçlan, öde’ emirlerini farklı uygulayıp “bilinçsizce harcayıp borçlarıyla tükenen” ve ‘hastalığı ilerleyen’ sevimli bir kızın New York’taki koşuşturmacalar dünyasında var olma savaşını anlatırken, çağdaş bir masalın tüm özelliklerini taşıyor. Çok karakterli yapısı girift gibi gözükse de, düğümleri kolayca çözülüyor ve hayli de eğlendiriyor… Tabii ekleyelim, izlendiği süre kadar sevimli; kalıcı etkisi yok!

    (18 Şubat 2009)

    Ali Ulvi Uyanık

    [email protected]

    Brad Pitt’in Yaşlandırılma Süreci “Kırmızı Halı”da

    Kanal 24, Kırmızı Halı’da bu hafta IF İstanbul Festival Direktörü Serra Ciliv ve Yeşilçam’da 50 Yıl kitabına imza atan Güngör Özsoy ile keyifli sohbetler; Berlin Film Festivali’nin açılış filmi The International ile ilgili yönetmen Tom Tykwer ve başrol oyuncusu Clive Owen’ın görüşleri; Kamera Arkası’nda Recep İvedik 2; Berlin Film Festivali; Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi filminin makyaj hileleri; Bafta ödül töreni; Pera Müzesi’ndeki Bergman filmleri ve Sex and the City’nin devam filmi hakkında merak edilenler yer alıyor.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Brad Pitt’in Yaşlandırılma Süreci “Kırmızı Halı”da yazısına devam et
  • SİYAD Onur Ödülü Şener Şen’in, Emek Ödülü Nijat Özön’ün

    Bu yıl 41.’si düzenlenen SİYAD – Türk Sineması Ödülleri’nde Onur Ödülü ve Emek Ödülü’nü alacak isimler belli oldu. Türk sinemasına yaklaşık 40 yıldır hizmet veren, Muhsin Bey, Züğürt Ağa, Eşkiya gibi sinemamızın unutulmaz filmlerinde oynayan Şener Şen’e SİYAD Onur Ödülü; sinema yazarlığı ve araştırmacılığının Türkiye’ye yerleşmesinde öncü görevi üstlenmiş Nijat Özön’e ise SİYAD Emek Ödülü verilecek. Şener Şen ve Nijat Özön’ün ödülleri 22 Şubat Pazar akşamı Cemal Reşit Rey Salonu’nda gerçekleştirilecek ödül töreninde kendilerine arz edilecek.

  • Basın Bülteni
  • Şener Şen fotoğrafları için tıklayınız.
  • Nijat Özön fotoğrafları için tıklayınız.
  • Web Sitesi
  • Alman Kültür Merkezi’nde Mart Film Gösterimleri ve Diğer Etkinlikler

    “Yeni Çarşı Caddesi, No: 32, Galatasaray, İstanbul” adresindeki Alman Kültür Merkezi’nde (Goethe-Institut), 12 – 15 Mart 2009 tarihleri arasında Hanımefendi (Yön: Andrea Staka), Sevgili Clara (Yön: Helma Sanders Brahms) ve Rosa Luxemburg (Yön: Margarethe von Trotta) adlı filmler gösteriliyor. Türkçe altyazılı gösterimler ücretsiz yapılıyor. Merkezin, Pera Müzesi ile birlikte gerçekleştirdiği Oberhausen on Tour adlı turne program dördüncü kez Ocak ayında başladı, Haziran ayına kadar tüm Avrupayı dolaşacak ve sinemalarda son iki festival yılının en iyi Alman kısa filmlerini gösterecek.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Alman Kültür Merkezi’nde Mart Film Gösterimleri ve Diğer Etkinlikler yazısına devam et
  • Fransa’da Televizyon Dizileri Formatları

    Malûmunuz, bugünlerde senaristleri çok meşgûl eden bir konu var: Dizi formatları. SENDER bana Fransa’daki durumu sordu, ben de şöyle bir özet derledim:

    Fransa’da televizyon dizilerinde 52 dakikalık Amerikan formatına geçiş doğrusu biraz güç oldu. Ne de olsa sinema formatı kültüne inanan ve televizyonu küçük gören senaristlerin memleketiydi burası. Ve elbette ki 52 dakikaya geçiş, burada derhal 90 dakikalık filmlerin sonu anlamına gelmedi. Şimdi herkes hemfikir ki, iki formatta da çalışmak mümkün. Asıl sorun parada. Aynı bütçeye daha uzun film çektirmek, kanalların işine geliyor elbette. Ve genellikle belli bir prestiji olan yazarlar, kanallarından arzu ettikleri formatı “koparatabiliyorlar.”

    Bu tip ortak kararları alan komisyonlarda senaristlerin olması çok önem taşıyor. Yani sektörde, televizyonlarda ve yapım şirketlerinde anahtar mevkilerde, karar verme mekanizmalarında muhakkak bir kaç senarist bulunmalı ve her ülkede konjonktüre göre kararlar alınmalı.

    Hiç bir zaman Amerikalıların finans kapasitesine ulaşmak mümkün olmasa da Fransa’da yine de prime time, day time ve access prime time kuşaklarında mümkün olduğu kadar çok “fiction” yayınlanmasına çalışıldı. Akşamları üçüncü bir kuşak olmasının endüstriye yararlı olduğu konusunda herkes hemfikir.
    52 dakikalık formata geçiş süreci Fransa’da bizdeki süreçten çok farklı. Türk yazarlar zaten hali hazırda varolan dizi yazarlığı sisteminde, sadece süreyi kısaltma savaşını vermekteler. Oysa Fransa’da bu, tamamen sistem değişikliği gibi algılandı çünkü “yönetmen filmi” kavramından vazgeçilmesinden korkuldu.
    52 dakikalık formata geçilmesiyle Fransız televiyon yazarlığında büyük değişiklikler oldu, bunların en önemlisi de kollektif yazarlığa geçişti. Tamamen yazar yönetmenliği üzerine kurulmuş bir kültürde, ortak yazı atölyelerinin kurulması Paris’te gerçek bir devrim yarattı.

    Kollektif yazarlık meselesine de şöyle bakıyor buradaki senaristler: Yapımcı, farklı ufuklardan gelen çeşitli yazarları bir araya getirmeden önce projesi hakkında, yani neyi, nasıl, kaç paraya anlatmak istediği hakkında iyi düşünmeli.

    Dizinin ana konusunu tespit etmek ve ilk bölümü yazmak için genellikle yazarları bir araya getirmeye lüzum yok, nasıl bir prototip ürün için 20 tane mühendis gerekmiyorsa, aynı şekilde konsept ve ilk bölüm yazarken de tek bir yazar yeterlidir hatta daha sağlıklıdır çünkü net ve kesin bir anafikri savunacak kişi odur.

    Toplu yazma macerasının daha ucuza geleceğini zanneden yapımcılar yanılıyorlar çünkü sonuçta her yazarın çalışma süresi bölünmüyor. Bir de buna çok uzun tartışma süreleri ekleniyor.

    52 dakikalık formata geçişle birlikte, Fransa’da “sanatsal yapımcı” kavramı doğduğuna dikkat çekiliyor: Eskiden 90 dakikalık hikâyeyi tasarlayan ve çoğu kez yazan bir yönetmen tipi vardı, oysa şimdi önce yazar sonra da yönetmen var. Yani yapımcı bu ikisinin ortasında yer alıyor ve hikâyenin yazardan yönetmene geçişinde projeye sanatsal anlamda refakat edecek donanıma sahip olmak zorunda. Artık yapımcılar okuma provalarına katılıyorlar, öyküyü iyi bilip kasting konusunda fikir yürütüyorlar, senaristleri yönlendiriyorlar.

    Yani yapımcının, Amerikalıların “show runner” dedikleri rolü oynaması sözkonusu ki, bu Fransız geleneklerinden çok farklı.

    26 dakikalık dizilerde de durum farklı. Daha dinamik, daha kalabalık ekipler var. Yazar sayısı, bir hikâye ekibi, bir de diyalog ekibi olmak üzere 25 yazara kadar çıkabiliyor ve yılda 120 bölüm hazırlanabiliyor.
    Başyazarın altındaki iki yazar, hikâye ve diyalog ekiplerini yönetiyor. Hikâye ekibi haftada 26 dakikalık 5 bölüm yazıyor. Bölümlerin kısa ve net yazılması önem taşıyor. Diyalog ekibi de 3 taslak yazıyor, haftada tek toplantı yapıyor.

    Bir de çok kısa formatlar, her akşam beş dakikalık bir skeç gibi, orada da her projenin ayrı bir öyküsü olduğunu görmek mümkün.

    Bitmez tükenmez reklâmlarla kesilen bitmez tükenmez dizilerin memleketi Türkiye’de bakalım durum ne olacak?

    İlkbaharın klavyelerinize ilham getirmesi dileğiyle…

    (17 Şubat 2009)

    Sedef Ecer

    (Bu yazıyı sadibey.com’a da gönderen SENDER (Senaryo Yazarları Derneği)’e ve yazara teşekkür ederiz.)