23 Ocak 2009 Haftası

“Pandora’nın Kutusu”, duygusal yalnızlığımızın, ‘büyük ve gereksiz’ işlerle uğraşırken en yakınımıza bile nasıl yabancılaştığımızın, İstanbul adlı ‘özgürleşmeye muhtaç’ dev organizmanın başrolünde olduğu bir öykü ile anlatıyor: 1918 doğumlu ‘mucize’ Tsilla Chelton’ın kapalı mekânlarla sınırlı olmayan bu çalışma için ikna edilmesi, başlı başına bir başarı.

“Mürekkep Yürek”, sayfalar arasından kitap karakterlerini ve olaylarını günümüze getirebilme yeteneğine sahip baba – kız ile birlikte, her plânının (satırının) içine nüfuz ederek izleyeceğiniz (okuyacağınız) maceranın adı: Kitap evreninin çekiciliğine başrol verilmesinden dolayı özel bir teşekkür tabii.

“Largo Winch”, dünyayı değil, öldürülen babalığının şirketini ve kendi onurunu kurtarmak, tabii bir de intikam almak için, farklı ülkelerde, sonuncu Bond tadında dövüşüyor: Serüven, dram, gerilimin bu göz alıcı bileşimi, izleyeni içine çeken bir etkiye sahip!

“Güz Sancısı” karşısında aciz kaldım. Ne yazacağımı bilemiyorum. Bu kadar öneme sahip bir konuyu, bu Türkiye’nin ‘kırılma noktası’nı, sağlam bir sinema yapıtı ile genç kuşaklara aktarılacak bu şoke eden iki günü, öncesini ve sonrasını, nasıl, nasıl bu denli kötü, acemi, her anlamda ‘dökülen’ bir müsamere gibi filmle karşımıza çıkardılar, inanamıyorum.

Bu karakter fakiri filmde, hem yazılan rollerin analizi – birbirleriyle etkileşimi, hem siyasi sürecin katmanları, hem saldırı hedefi olan azınlıkların sosyal yaşamı, hem dramatik yapıyı güçlendirecek olan ayrıntılar yok gibi. Bu iki günü hazırlayan ve seyirciyi giderek huzursuz etmesi gereken gelişmeler, Behçet ile komşu kızının aşkına ve iki kötü adamın insafına terk edilmiş. Uyarlama filmlerde, romanın bir çıkış noktası ve yorumlama özgürlüğünün de alabildiğine geniş olduğunu anımsatmaya gerek var mı?

Teknik açıdan ise komik denecek kadar kötü. Neresini yazalım? Birkaç örnek sadece: “Osmanlı Cumhuriyeti’nden dolayı da yazmıştım. Konsept sanatçıları olmadığından, bilgisayar ortamında yaratılmış o dönemin Pera’sı ortada yok! Bir sokak, bir yokuş, bir pasaj bulmuş, film çekmişler. Film ‘eski’ değil bir defa… Farklı anlamda bir ‘eskitme eksikliği’ de giyilenlerde. Simitçi çocuğun gömleği bile deterjan reklâmından fırlamış gibi. Kostüm eskitemeyen sorumlular ne işe yararlar? Ayrıca, marifet, işporta mallarını sokaklara dökmek değil, örneğin top top pahalı rengârenk kumaşları bir şiddet şiiri gibi kullanabilmektir… Figüranlar bu çaptaki her Türk filminde olduğu gibi yine kötü, yine kötü. Figüranlarla en az başrol oyuncuları kadar uğraşılması gerektiği ne zaman anlaşılacak?

Belki de hepsinden önemlisi, o günleri adamakıllı anlatıp bugüne bir köprü kurmak yerine, bugünün siyasi tartışmalarından oraya bakmak şeklinde bir ‘alt niyet’ söz konusu.

Kimseden Spielberg olmasını beklemiyoruz tabii. Ama ne olur, beceremiyorsanız yapmayın. Vah, Türk Sineması’na vah! Endüstri olamadığı için işte böyle baştan aşağı acemiliklerle dolu bir kötü TV filmini sinema diye sunuyor. Umut ediyorum, 6-7 Eylül (1955) olaylarını, seyirciye ‘yumruk yemiş gibi’ hissettirecek bir yönetmen doğmuştur bu topraklarda.

“Despero”nun, 4 kez Oscar’a aday gösterilen, “Pleasantville” ve “Seabiscuit”in yaratıcısı Gary Ross imzalı uyarlama senaryosu -neredeyse- tüm sınıf meselelerini ve yine -neredeyse- tüm insanlık durumlarıyla insan duygularını içeriyor; üstelik bunu “Flushed Away – Fare Şehri”nin yaratıcılarının gerçekleştirdiği harika animasyonla, yine fareler ve sıçanlarla, insanlar üzerinden sunuyor: İzlememeniz için tek neden yok!

(20 Ocak 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com