Görücü Usulü, 24’te

Ödül rekortmeni filmler Salı geceleri Tematik Film Kuşağı’nda 24 izleyicileriyle buluşmaya devam ediyor. Bu haftanın filmi Görücü Usulü’nü sinema eleştirmeni Alin Taşçıyan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ferhat Kentel ile birlikte Film Önü’nde değerlendiriyor. Yönetmenliğini Ediz Gülten’in, yapımcılığını Merve Genç’in yaptığı Film Önü, 30 Eylül Salı gecesi 21:00’de; Tematik Film Kuşağı’nda Görücü Usulü (Arranged) 21:15’te 24 ekranlarında.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Görücü Usulü, 24’te yazısına devam et
  • 10 Ekim 2008 Haftası

    “Tropik Fırtına: Al Bakalım”, gerçek bir kaba güldürü örneği olarak, ‘film içinde film’ hikâyesini katmanlarla genişletip birkaç meseleyi anlatabiliyor ve yığınla saçmalık içinde bir şeyi asla yapmıyor, yani ‘kendi içinde saçmalamıyor’: Sinemada kabalığın ne denli zor olduğunun ve kolaya kaçmadan kotarmanın da herkesin harcı olmadığının kanıtı!

    “Dehşet Treni”, kentin karanlık bölgesine çekerken izleyici, gerçek anlamda bir ‘sıra dışı deneyim’ yaşatıyor: Kamera kullanımı, renk skalası, görsel etkiler ve tabii ‘ön görselleştirme’nin nasıl önemli olduğunun ispatı bir yönetim, inanılmaz!

    “Dinle Neyden”de, Batı’nın açgözlülük içeren yayılmacı siyasetinin gölgesinde, Mevlevihane’den genç Dervişin anlatımı ve yazdıkları, ‘hepimizin bir’ olduğu, gerçeğe ulaşarak mutlu olunacağı, bunun için de ‘aşk’ı, sabır, hoşgörü, vefa ile öğrenmemiz gerektiği felsefesine nüfuz etmemize yardımcı oluyor… Doğaldır ki, tasavvufun engin müziği içinde.

    Tanrı aşkının, insan aşkının, tüm yaratılmışlara olan aşkın yaşayarak öğrenilmesine dönük yüzyılların ‘sonsuz sevgi’ akımının damıtılarak anlatıldığı bu 18. yüzyıl sonu hikâyesi, dingin olduğu ölçüde güçlü… Mevlana’nın öncüsü Mevlevi yolunun, dramatik bir kurgu içinde anlatılması, ancak bu kadar iyi olabilirdi.

    Üç genç oyuncu Ahu Türkpençe, Alican Yücesoy ve Metin Hara, metne çok egemen bir yönetmen elinde tam da olması gerektiği gibi, vakur, incelikli, izleyene hem mesafeli ama hem de yakın bir oyun çıkarıyorlar; bravo! İnsan yaşamı gibi mevsimlere bölünmüş görüntü çalışması klâs. Eleştirilecek unsurlar ve bazı noktalar da var tabii: Giriş kısmının biraz fazla edebi kalarak sinema duygusunu geriye itmesi gibi, bazen kostümleri eğreti hissetmemiz gibi, Lale Mansur’un -aslında her filminde- rahatsız eden ön-üst diş protezlerinin baskın çıkması gibi, Burhan Öçal’ı kâhya gibi değil de Burhan Öçal hissetmemiz gibi. Fakat sonuçta, “Türk Sineması’na da bu yakışır” diyebileceğimiz türden bir çalışma olmuş “Dinle Neyden”. Tüm emek verenlerin yüreğine sağlık.

    “Aşkın Peşinde” bir yaşamı heba edip de bulamayanlardansanız ve hala umudunuzu koruyorsanız ya da kaybetmenin acısına dayanamayacağınız için aşktan kaçanlardansanız, aşkın tüm değerlerin üzerinde yer alabildiğini unutmayın ve de bu filmi izleyin. Biliyorsunuz zaten, itiraf edin, her konuda çok güçlü ve dünyalara da sahip olsanız, aşk söz konusu olduğunda rahatlıkla kırılabilirsiniz. Aşkın yaşının gerçekten de olmadığının bu enfes öyküsünde, bu aşk konçertosunda, ‘dağları deviren’ bir kadroyla, aşkın ve güzelliğin tadına bir kez daha varın.

    (08 Ekim 2008)

    Ali Ulvi Uyanık

    [email protected]

    Kısa Film “Ayak Altında” New York’ta

    M. Cem Öztüfekçi’nin yazıp yönettiği kısa film Ayak Altında,Amerika’nın New York şehrinde yapılan New York Türk Filmleri Festivali kapsamında 04 Ekim 2008 günü saat 17:00’de gösteriliyor.
    Filmin öyküsü şöyle: İbrahim karısı ve iki çocuğuyla yaşayan bir işçidir. Her günü aynı geçer, evden çıkar, işe gider, kahveye ve birahaneye uğrar. İbrahim gündüz vardiyasında çalıştığı zaman gece uyanır, gece vardiyasında çalıştığı zaman ise gündüz vakti uyumak zorunda kalır.

  • Basın Bülteni
  • Festival Web Sayfası
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Şaban’dan Cem Yılmaz’a ve Şahan Gökbakar’a / Güldürümüzde “Halk Kahramanı” Olmak

    “Kim yaptı bu münasebetsizliği?!…” diye haykırır Kel Mahmut.
    Önce uzun bir sessizlik ve ardından -Damat Ferit’le Güdük Necmi başta olmak üzere- ‘bizim hayta’ların haykırışı peşi sıra gelir:
    “Ben yaptım!… Ben yaptım!…”
    Belleğimizden çıkmayan bu küçücük görüntü bile ‘nereden nereye!’ sorusunun yanıtına dair derin anlamlar içerir.

    Varsın Şaban’a yapılan ‘inekli’ şakaları ya da kulağı duymayan / gözü seçemeyen hocalarını seyrederken her defasında kahkahalara boğulsun ‘gemisini kurtaran kaptanlar’ ya da ‘kendi bacağından asılan koyunlar’… Gözyaşlarını tutamadıkları ve kendilerini hüznün kollarına bıraktıkları anlarda yasını tuttukları ‘dayanışma’ ve ‘bir olma’ duygusundan başka bir şey değildir olasılıkla…
    Bir başka deyişle ülke, o mâlum yol ayrımını sollayalı neredeyse yüzyıllar olmuş ve Eylül rüzgarı ekenler fırtına biçmeye çoktan başlamıştır!… Uyanık Okul Müdürü’nün idealist Mahmut Hoca’yı yere yapıştırıp filmin başrolüne soyunduğu yeni dönem, yeni kahramanlarıyla arz-ı endam etmeye başlar tüm çıplaklığıyla.

    Aristo’dan bu yana ‘alt sınıfların’ tutunma ve hatta intikam alma aracı olan güldürü, Türk sinemasının da geniş halk kitleleriyle buluşmasını sağlayan en önemli araçlardan olmuştur ilk günden bu yana. Bu durum, başlangıçta sıkıntı ve kederlerin kahkahayla unut(tur)ulabileceği tezini doğrular nitelikte görünse de, süreç içinde öne çıkan kimi ‘komik’lerin halkı temsil niteliği ve aldıkları duruş, madalyonun öteki yüzüne işaret eder.
    Padişahın güzeller güzeli kızını öyle ya da böyle elde eden garip Keloğlan da, Bolu Beyi’nin zulmüne dağlardan ses veren yoksul Ruşen Ali de (Köroğlu), heybetli Timur’a külahını ters giydiren Hoca Nasreddin de halk anlatısının en güzel örneklerini sergiliyorsa eğer; ‘yerli’ bir sinemanın bu gelenekten yararlanması kaçınılmaz olur.
    O halde bu temsiliyete bir dönemde Şaban filmlerinde rastlamamız tesadüf sayılmamalıdır.

    Pek çok Türk ‘aydın’ının Kemal Sunal’ın farkına varması, ilginçtir, Arabesk’i ya da Müslüm Gürses’i algılama serüveniyle benzerlikler taşır. Oysa Sunal, büyük bir krizin içine girildiği ve seks furyasının tozu dumana kattığı bir dönemde Yeşilçam’ı neredeyse tek başına sırtlamıştır.
    ‘Yolların yürümekle aşıldığı’ ve ülke tarihinde belki de ilk kez ‘talep etme’nin yaşamın zorunlu unsurlarından biri haline geldiği bir dönemin ana karakteridir Şaban.
    Sinemamızda Şaban karakterinin yerleşmesi, sanılanın aksine, Ertem Eğilmez’in ünlü Hababam Sınıfı serisinden sonraya rastlar. İsmi anılır anılmaz herkesin bir kaç söz söyleyebileceği veya kimi repliklerini ezbere sıralayabileceği ender sinemasal şahsiyetlerden olan Şaban’ın gerçek bir kahraman olarak halkı selâmlayacağı filmlerin başında 1978 yapımı, Osman F. Seden imzalı 100 Numaralı Adam gelir.
    Filmde Şaban’ı -pek çok defa gördüğümüz gibi- girdiği işlerde dürüstlüğü yüzünden bir türlü dikiş tutturamayan saf bir genç olarak tanırız. Gecekonduda oturan ailesinin ve özellikle de babasının baskısıyla iş arama uğraşına hız veren kahramanımız, ilk görüşte aşık olacağı kızın telkiniyle bir reklâm yıldızına dönüşür. Düzenin çarklarıyla tanışan Şaban’ı, bir süre sonra halkı kandırmaya çalışan işadamlarının elinde oyuncak olarak görürüz. Ne var ki; 100 Numaralı Halk Kahramanı’nın gerçeklerle yüzleşmesi uzun sürmeyecektir. Bir kez daha son sözü kendisi söylemeye karar veren Şaban, filmin sonunda düzenbazlara unutamayacakları bir ders verip yeniden halkının yanına, ‘yoksul ama onurlu’ insanlarının arasına dönecektir.
    Aynı yıl gösterime girecek Kibar Feyzo (ya da sansürün hışmına uğramadan önceki adıyla Faşo Ağa) ile birlikte dönemin siyasal rüzgârlarından en çok etkilenen Kemal Sunal filmlerinden olan 100 Numaralı Adam, sonradan pek çok Şaban filminde daha karşılaşacağımız tiplemelerin boy gösterdiği eşsiz bir galeriye dönüşür. Çökmek üzere olan binaları halka maliyetine (!) satmaya çalışan müteahhitler, yağı-şekeri stoklayan uyanık esnaf, çürük domatesleri sergisinin hemen altına zulalayan işbilir manav v. s. (Süreç içinde sanatçının güldürü anlayışının değişmez parçası olacak bu figürler; Umudumuz Şaban’da arazi mafyası, Korkusuz Korkak’ta haraç kesen çeteci ve Kibar Feyzo’da acımasız bir ağa olarak karşımıza çıkacaktır.)

    Şaban’ın gişede varlığını sürdürmesine karşın muhalif kimliği ile ortalıktan çekilmesi, tam da ülkede büyük değişimlerin yaşandığı bir döneme denk düşer. ‘Demokrasi gömleğinin bol geldiği’ ülkeyi, arzuladığı huzur ve sükûnet ortamına kavuşturmak, ‘kurtarıcılara’ 12 Eylül 1980 tarihinde nasip olacaktır.
    Tüm kültürel ve sanatsal kurumların Fetret Dönemi’ne girdiği bu süreç, en küçük bir siyasal mizah unsurunun dahi yaratıcılarına ‘bu eylemlerinden dolayı unutamayacakları bir ders alması’ sonucunu doğuracaktır. Bireyciliğin, köşe dönücülüğün, tevekkülün ve cinselliğin keşfedildiği ve ‘yükselen değer’ olarak tanımlandığı 80’ler, günlük gazetelerden mizah dergilerine bu ‘zorunlu içe dönüş’ün rengarenk sayfalarında gizlidir.

    Düne ait tüm değerlerin tartışmaya açılıp içinin boşaltıldığı ve kısa süre içinde tepede bir yerlerden değişime tabî tutulduğu yeni dönemin, (Warhol’a selâm!) tek gecede şöhret olan ‘yıldız tozlarına’ evrilmesi an meselesidir. Popçu veya topçu olmanın muteber sayıldığı Televole yılları, kaçınılmaz olarak yeni mizahçılarını yaratmaya başlar. Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın, çoğunluğu Kandemir Konduk’un kaleminden çıkma Devekuşu Kabare’lerinin açtığı yoldan giden Cem Yılmaz, bu yeni furyanın ilk kapı aralayıcıları arasında gösterilebilir.
    Önceleri -yeniden tanımlanan bu sürecin en önemli göstergelerinden sayabileceğimiz- Leman dergisinde çizen ve ‘yetenek vaadeden’ genç bir karikatürist olarak tanıdığımız Yılmaz, 1995’ten itibaren milyonları kahkahaya boğan bir şovmen olarak karşımıza çıkar. O; yaratısı olan “Korkunç Tilbe ve Soru Adamcıkları”nın ana karakterinde de gözlemlenebileceği gibi, önceki kuşağın ideallerinden bihaber, ânı (doya doya) yaşayan, okumak, düşünmek, tartışmak ve değiştirmek gibi kavramların yanından dahi geçmeyen gençliğin kanlı-canlı simgesidir artık.
    Dönemin moda deyişiyle (artık nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa) ‘yurdum insanı’nı hicveden ve “Bende şeytan tüyü yok, epilasyonla aldırdım!” türünden esprilerle seyircisini selâmlayan kahramanımız, bir yandan ülkenin en popüler simalarından biri haline dönüşürken, diğer yandan da biyografisine araba koleksiyonunu taşıyacak kadar yüksek bir özgüvene sahiptir.
    ‘Siyasal ya da düşündüren mizah’ gibi olguları ancak gösterilerinde dünün güldürü anlayışını yerle bir etmek için kullanan Cem Yılmaz’ın sinemasal serüveni de yukarıda işaret edilen perspektiften bağımsız değildir. Sinemada gündeme gelmesini sağlayan ilk filme senarist / oyuncu olarak damgasını vuran Yılmaz, Ömer Vargı’nın 1998 yapımı Herşey Çok Güzel Olacak adlı filminde Altan karakterine hayat verir. Çocuksu tavırları bir yana, Altan, gemisini kurtarmak için hazırda bekleyen bir kuşağın karikatürü gibidir. Kendine has değerleri olduğu için her zaman kaybetmeye mahkûm olan ağabeyi Nuri’yi bile dolandırmaktan çekinmez ve felsefesini “işin ucunda para varsa babamı bile tanımam abi!” sözleriyle savunur.
    2004 yılında, bir kez daha senaryosunu üstlendiği ‘bir uzay filmi’ G.O.R.A. ile karşımıza çıkan Yılmaz’ın canlandırdığı karakter olan Uzaylı Arif, ilk filmden tanıdığımız Altan’ın ikiz kardeşi gibidir. Bir Anadolu kasabasının uyanık esnafı Arif, gözleri yaşartan işbitiriciliği ile uzaylıları bile dolandırmayı başarır. (Dizginlenmiş anlatımıyla öncüllerinden farklı bir seyir izleyen Hokkabaz ise Yılmaz’ı yeterince memnun edememiş olacak ki; önümüzdeki aylarda gösterime girecek olan A.R.O.G’da Arif’in yeni maceralarına tanık olacağız…)

    Özellikle 90’ların ortalarından bu yana perdede boy gösteren güldürüleri, söz gelimi komedi filmlerinin en çok aranan oyuncusu olan Mehmet Ali Erbil’i ya da resmi verilere göre Türk sinemasının en çok hasılat yapan filmi olan Recep İvedik ve Şahan Gökbakar’ın serüvenini Cem Yılmaz’ın sürecinden ayrı düşünebilir miyiz bilemem; ancak yeni dönemin mizahı, tepkileri elinden alınmış, medyanın tutsağı kılınmış ve sunulanı kayıtsız koşulsuz kabûllenen halktan aldığı kudretle yolculuğunu sürdüreceğe benziyor.

    Sonuçta Şaban filmlerinin üçkâğıtçı ve dalaverici tiplemelerinin ‘esas oğlan’lığa soyunduğu, ‘komikliğinin’ gücünü halkından yana olmaktan alan Şaban’ların karnını figüran olarak doyurmak zorunda kaldığı trajikomik bir dönemden geçiyoruz. Reklâmda rol alması karşılığında kendisine bir ev, bir de araba öneren işadamına ağız dolusu “eşşooleşşekk!” diye haykıran 100 Numaralı Adam’ın değil, filmine sponsorluk yapan meşrubat ve GSM firmalarını olur olmaz gözümüze sokan Uzaylı Arif’lerin evrenindeyiz artık, ya da canlı yayında indirilen külotu ‘iş kazası’ olarak açıklamaya çalışan, “her gece sizi izliyoruz, n’olur arabayı alalım!” diye yalvaran amcaların, teyzelerin ‘halk kahramanı’ mertebesine kavuşturduğu Mehmet Ali Bey’lerin dünyasında…

    Kel Mahmut, bir yerlerde hala haykırıyor, “kim yaptı bu münasebetsizliği?!…” diye…
    Ses yok artık… Tek bir ses yok!… (Bu yazı Modern Zamanlar Dergisi’nin Ekim 2008 sayısında yayınlanmıştır.)

    (06 Ekim 2008)

    Tuncer ÇETİNKAYA
    Modern Zamanlar Sinema Dergisi Editörü

    İLETİŞİM İÇİN:
    0 505 843 10 33
    [email protected]