Kurtuluş Savaşı gazilerini filme çekme fikriniz nasıl oluştu Nesli Bey?
Bu fikir çok uzun yıllar öncesine dayanıyor. Benim bir Kurtuluş Savaşı gazisi drama film projem vardı. Üzerinde yıllardır düşünüyordum. Belirli periyodlarda da hep gündeme getiriyordum. Ufak tefek birkaç sahne yazıyordum. Araştırmalar yapıyordum. 2003 – 2004 yıllarına geldiğimizde tamam artık bunun zamanı geldi, filme başlayayım diye düşündüm.
Yani ilk başlarda böyle bir belgesel plânınız yoktu, profesyonel oyuncular ile çekeceğiniz bir film düşünüyordunuz…
Evet, hatta Şener Şen oynarsa çok iyi olur diye düşünüyordum. Ciddi bir proje geliştirmek için de kolları sıvadım. Bir proje için çalışmaya başladığınız zaman -özellikle de böyle bir tarihsel konuyu seçtiyseniz- ilk yapmanız gereken şey araştırmadır. Araştırma yapmaya başladığım zaman Kurtuluş Savaşı gazilerinin çok azının hayatta kaldığını gördüm. Bunun üzerine birdenbire bir fikir uyandı kafamda. Neden sanal olanı öncelikli tutuyorsun dedim kendi kendime. Ve inanın neredeyse bir sabah kalkıp çekimlere başladım diyebilirim. Yani başlangıçta düşündüğüm drama projesini gerçek kahramanlarıyla realize etmiş oldum.
İlk olarak hangi gazinin yaşadığı şehirden ve nasıl bir olay örgüsü plânlayarak başladınız çekimlere?
Karar verdikten hemen sonra ekibi topladım ve “yarın çekime gidiyoruz, üç tane Kurtuluş Savaşı gazisini çekeceğiz” dedim. Çekim ekibindeki arkadaşlardan biri: “Nereden başlayacağız çekmeye” diye sordu. Üç gazi, üç farklı yerde yaşıyordu. Çekimlere başlamak için Çorum, Konya ve Eskişehir’den birini seçmeliydim. “Çorum”, dedim. Arkadaş: “Neden hocam” dedi. “Bilmiyorum. Orada bir şey beni çekiyor”, dedim. Filmin böyle ilginç bir başlangıç hikâyesi var.
Çorum’a gidince nelerle karşılaştınız, yani sizi çeken şeyin ne olduğunu gördünüz mü?
Evet, gerçekten de Çorum’a gittiğimde film kendiliğinden örülmeye başladı. Daha sonra filmi seyreden arkadaşlardan bir tanesi dedi ki: “Bu çok ilâhi bir şey. Sanki seni oraya çağırmışlar…
Çekimlere başlamadan plânladığınız her şeyi yansıtabildiniz mi filme yoksa hikâye bambaşka bir yönde mi ilerledi? Çünkü gaziler çok yaşlılar ve yaşları gereği bazı rahatsızlıkları var. Nasıl bir yöntem izlediniz?
Benim kafamda tabiki belli bir proje, bir ana fikir vardı. Ama ben bu ana fikri, böyle olacak olmazsa olmaz gibi bir saplantıyla uygulamaya çalışmadım. Veya tam tersi, rüzgâr ne yöne eserse o yöne giderim gibi bir yaklaşımım da yoktu. Her iki yaklaşımı iç içe ve paralel kullanarak, öykünün omurgasını çok fazla değiştirmeden ama dışarıdan gelecek yararları da göz ardı etmeden çekimleri gerçekleştirdim.
Her şeyin çok doğal ve samimi olması için özel bir çaba gösterdiniz sanıyorum…
Evet, meselâ hiçbir plân ve sahne yeniden çekilmedi. Dekor, aksesuar, kostüm gibi bir sinema filminde olması gereken müdahaleci unsurlardan hiçbiri kullanılmadı. Soru dahi sorulmadı. O an ne çekildiyse aynen kaldı. Bu film tamamen onlarla anı yakalamak üzerine kuruldu. Montaj aşamasına geldiğimiz zaman tüm bu anlardan bir öykü yarattık.
Bu yüzden filmi “Sinema Gerçek” kurallarına uygun olarak çektiğinizi özellikle vurguluyorsunuz…
Film tür olarak Fransızların “Cinema Variete” dediği veya diğer sinema literatüründe “Sinema Gerçek” olarak adlandırılan türdür. Bu filmdeki gaziler gerçek birer kahramandır. Asla rol yapmamaktadırlar. Biz filmi çekerken kendi hayatlarını yaşamaya devam etmekte ve o anda kendi öykülerini oluşturmaktadırlar. Sonuç itibariyle iyi ki bu kararı vermişim diyorum. Çünkü ortaya hem yapmak istediğim film çıktı, hem de bugüne ve gelecek kuşaklara kalacak çok ciddi bir tarihsel belge bırakmış olduk. Yani bir taşla birkaç kuş vuruldu.
Gazilerin filmle yaklaşımı nasıldı? Yani sizin çok farklı bir amaçla, geleceğe tarihi bir belge bırakmak amaçlı onları kayda aldığınızın farkında mıydılar?
Bizden önce birçok gazeteci ve televizyoncu gitmiş zaten gazileri çekmeye. Başta biraz resmiydi tabi her şey. Bilgi verir gibi konuşuyorlardı. Yapılması gereken bir iş yapılsın gibiydi yani. Daha sonra biz ilişkimizi ve iletişimimizi geliştirdikçe farklı bir şey yapmaya çalıştığımızı anladılar ve gönüllü bir şekilde çalışmaya katıldılar. Üç gazide bugüne ve gelecek kuşaklara çok önemli bir belge bıraktıklarının farkına vardılar. Her şeyi hatırlamak adına zorladılar kendilerini. Ne varsa döktüler ortaya ve kayda geçmesini sağladılar.
Gazilerden biraz bahseder misiniz, nasıl insanlardı?
Bir kere çok sempatiklerdi. Sürekli şakalar yapıyorlardı. Aynı zamanda çok cesurdular, kahramandılar. Bu hayatı çözmüş insanlardı. Kendileriyle, birbirleriyle barışık insanlardı. Hepsinin bu anlamda bir ortaklığı var.
Gazi Ömer Köyük çok hayat dolu biriymiş meselâ…
Evet, Gazi Ömer Köyük çekimler sırasında 108 yaşındaydı. Diğer gazilere göre çok daha canlıydı. Sürekli çevresiyle iletişim halinde olan bir insandı. Neşeli, gezen-tozan, ağaca çıkan, odun kıran… Geçen yıllarda bir ağaca çıkmış ama inememiş. Ahali de uzaktaymış, bağıra bağıra bitap düşmüş, “Karılar beni indirin” diye. Yaşamı boyunca her yıl Zafer Haftası’nda memleketinden kalkıp Ankara’ya gelerek Anıtkabir’i, Gaziler Derneği’ni ziyaret edermiş. Ömer Küyük’ü 12 Ocak 2006’da kaybettik.
Sıhhiyeci Onbaşı Veysel Turan…
Veysel Turan romatizmasının kireçlenmeye dönmesinden ötürü yatalaktı. Başucundaki bayrağı ile yatıyordu. Radyodan haberleri çok yakından takip ediyordu. Çağırılmadığı halde 15 yaşında gönüllü olarak savaşa katılmış. Yanına da ihtiyaç olur diye at arabasını almış. Sıhhiyeci yapmışlar onu. İlk görevi at arabasıyla şehit toplamakmış. Daha sonra 1. Tümen Hücum Taburu’nda süvari olarak Dumlupınar, Sakarya ve II. İnönü savaşlarında düşmanla mücadele etmiş.
Ya en yaşlı ünvanına sahip Süvari Yakup Çavuş nasıl bir insandı?
Tam bir asker. Kalpağıyla dolaşıyor. Kızlarıyla yaşıyor ve bütün evi her şeyiyle hâlâ o yönetiyor, her şey ondan soruluyor. Bir komşusu var, her gün gelip günlük gazeteleri okuyor kulağına.. 1895 yılında Kırım’da doğmuş. Daha sonra ailesi ile birlikte Eskişehir’e göç etmişler. Sakarya Meydan Muharebesi’nde de düşmana karşı savaşmış. Birinci Dünya Savaşı’na da katılmış. Geçtiğimiz Nisan ayında kaybettik Yakup Çavuş’u.
“Son Buluşma” günümüz insanına nasıl bir mesaj vermeyi amaçlıyor?
Bugün bu filmi seyredecek olan insanlar bu vatanı kurtaranların nasıl insanlar olduklarını görecek, anlayacak ve öğrenecekler. Nasıl savaşmışlar, hangi şartlarda yaşamışlar, bugün neyle uğraşıyorlar, sıkıntıları ne, bugüne kadar nasıl ayakta kalabilmişler… gibi soruların yanıtlarının olduğu dünü, bugünü ve geleceği birbirine bağlayan bir film ile karşılaşacaklar. Onun için bu üç kahraman filmin de gerçek kahramanları oldu. Hayatları boyunca da hep kahramanca yaşamışlar zaten. En son kahramanlıklarını da bu filmle yaptılar.
Bugünün insanını çok mu asimile olmuş olarak görüyorsunuz? Zamanlama olarak da düşünecek olursak filmin bir hatırlatma görevi mi üstleniyor?
Bugünün insanı öyle sanal ve yalan bir dünya içinde yaşamaya başladı ki… Belki bu film başka bir kapının da var olduğunu gösterecek. Sanal ve yalan bir dünyanın içinde yaşıyoruz ama bu dünyada gerçeklikte de var. Fakat biz bu gerçekliği göremiyoruz. Tabiki benim öncelikli hedefim unutulmuş bir vakayı ve unutulmuş karakterleri gündeme taşımak. Bakın bu vatanı kimler kurtardı, bu insanları tanıyın, demek var. Ama dediğim gibi asıl hedefim bu ülkenin belleğine katkıda bulunmak. Bugüne ve gelecek kuşaklara tarihi bir belge teslim etmek.
Yani bir taraftan da toplumsal bir sorumluluk üstlendiğinizi söyleyebilir miyiz?
Evet ama ben bunu bir misyon olarak yapmadım. Yani benim böyle bir misyonum var bunu yerine getireyim diye yola çıkmadım. Ben tamamen dümdüz, safça bu film yapılmalı düşüncesi ile yola çıktım. Hiçbiri ard niyet, başka amaç gözetmeden onları filmini yapmayı amaçladım ve yaptım. Filmi izleyen insanlara bu film nasıl çağrışım yapar, nereye gider, o onların problemi. Ben onlara sunmakla yükümlü hissettim kendimi sadece o kadar. Bir öğretmen edasıyla, bakın görün ne varmış gibi değil, içimden geldiği gibi yaptım.
Burada kastettiğiniz filmin belli bir ideoloji tarafından kendilerine mal edilebileceği riski mi? Yoksa “Son Buluşma”nın ideolojiler üstü bir film olduğu mu?
Her şeyden önce bir insan filmi ile karşı karşıya kalacaklar. Filmi izleyen insanların kendi düşünceleri, ideolojileri ne olursa olsun bunu göreceklerine inanıyorum. Şöyle bakın meseleye; aslında bunu böyle günümüzden baktığımız zaman çok algılanmıyor, anlaşılmıyor olabilir. “Ne var ki bunda” gibi tavırlar da ortaya çıkabilir ama bir an şöyle düşündüğünüzde yapılan işin kıymeti çok daha fazla ortaya çıkıyor. Dünyanın gidişatını değiştiren çok önemli şeyler yaşandığı bu topraklarda teknoloji eğer müsait olsaydı, İstanbul’un fethine katılan erlerin görüntüleri sesleri bugün kıymetli olur olmaz mıydı sizce?
Elbette, çok da ilgi çekeceği kesin…
Doğru, çok ilgi çekerdi. Kızmaz mıydık o zamanın sanatçılarına, yönetmenlerine, elinizde imkân varken neden kayda almadınız onları diye, değil mi?
Kurtuluş Savaşı’nın yaşayan son gazilerini bir araya getirip bizlere çok kıymetli bir eser armağan ettiğiniz için teşekkürlerimizi sunuyoruz Nesli Bey…
Ben teşekkür ederim. Kurtuluş Savaşı’nın son tanıklarını filme çekmek bana nasip olduğu için ben de çok mutluyum. İnsanların böyle bir filme ihtiyacı vardı diye de düşünüyorum. Yani hem Kurtuluş Savaşı gazilerini görmeye görmeye hem de farklı bir sanatsal yapıda olan bir sinema filmini izlemeye ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendilerini görecekler. Babalarını, dedelerini görecekler. Bu film bizi anlatıyor, bu çok önemli. Hani hep diyoruz ya bir takım değerlerimizi kaybettik… “İnsanlar bu tüketim toplumunda, kaos ortamında insani değerlerini kaybettiler” diyoruz. Ben de “gidin görün öyleyse bu filmi” diyorum. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.)
(20 Ekim 2008)
Gizem Ertürk