54. Taormina Film Festivali’nde Jüri Özel Ödüllü ve 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma Bölümü En İyi Film Ödüllü, Bulut Film yapımlı Tatil Kitabı, 12 Eylül 2008’de izleyicisiyle buluşacak. Tatil Kitabı’nı izlerken teknolojinin getirdiği birçok şeyi unutun. En önemlisi de müziği. Tatil Kitabı’nın özel bir ritmi var size müziğin eksikliğini hissetirmiyor. Çünkü görüntüler film notaları gibi. Saf, katıksız bir film sizleri bekliyor. Seyfi Teoman, Tatil Kitabı ile sinemanın özüne inme arayışı içinde.
Sinema ile uğraşan iktisatçılar oldukça arttı, siz de onlardan birisiniz…
Boğaziçi Üniversitesi’nde sinema bölümü yoktur ama yönetmen çıkmış bir sürü Boğaziçi mezunu vardır. Okulda sinema ile ilgilenen bir grup var. Mithat Alam Film Merkezi’nin olması da büyük avantaj tabii. Bu şekilde, ekonomi okurken sinema dersleri alabiliyordum. Yapım – yönetim kadar teknik olmasa da sinema tarihine yönelik derslerdi gördüklerim.
Sanatı okulda öğrenmenin kısıtlayıcı olacağını mı düşündünüz?
Ben ekonomiden sonra Polonya’da iki sene sinema eğitimi aldım. Sürenin ne kadar olduğu önemli değil. Önemli olan bu süre içinde sinema üzerine düşünecek ekstra zamanının olması. Hayatın koşuşturmacası içinde kimsenin sinemaya ayıracak iki ya da dört senesi olmuyor. Ama sinema öğrencisiysen, sinema üzerine tartışmaya, düşünmeye vaktin oluyor. Böyle bir avantajı var. Ancak meslek olarak icra etmek istediğiniz zaman salt okuldaki eğitim yeterli olmuyor. Meselâ ben şimdi bir yere gidip iktisatçı olarak çalışamam ki. Evet, eğitimini aldım ama mesleği nasıl yapacağımı bilmiyorum.
Sinema eğitiminizi yurt dışında almanızın avantajı ne oldu?
Farklı bir vizyon sunuyor. Yapım koşullarının yurt dışında nasıl olduğunu görüyorsun. Farklı sinema dillerini tanıyorsun. Ülkeni dışardan gözlemleyebiliyorsun. Karşılaştırabiliyorsun… Çok fazla avantajı var gerçekten.
Tatil Kitabı sizin geçmişinizden izler taşıyor mu?
Yabancısı olmadığım olaylar. Ama birebir yaşamadım.
Neyi vurgulamak istediniz özellikle?
Baba otoritesi ve daha genel anlamda toplumsal muhafazakârlık filmin esas derdi.
Taşra hayatını nasıl gözlemlediniz peki?
Benim çocukluğum Kayseri’de geçti. Silifke kadar ufak değil ama İstanbul gibi de değil sonuçta. Taşrada geçen bir hikâye ama aynı olay İstanbul’un herhangi bir mahallesinde de geçebilirdi. Bir yere sıkışıp kalmasını istemedim hikâyenin. Zaman ve mekândan soyutlanmış olmalıydı.
Farklı bir taşra gözlemi var filmde. Yani öyle eğlenceli, şen – şakrak yüzler göremiyoruz. Büyük şehirde olan neyse taşra da o var sanki…
Evet, bu özellikle üzerinde durduğum bir konu. Öyle saçma bir düşünce var insanların kafasında. Taşradaki insanlar hep çok neşelidir. Dertleri, tasaları yoktur. Bir yere kadar doğru. Ancak onlar da insan! Onların da sıkıntıları, dertleri var. İletişimini, işlevselliğini yitirmiş aileler de var. Öyle bir aileyi vurgulamak istedim. Böylesi daha gerçekçi, ötesi klişe geliyor bana.
Müziksiz film yapmak cesaret işi…
Müzik güzel tasarlanırsa, iyi sonuçları oluyor. Ben öyle tasarlamadım. Müzikten de pek anlamıyorum zaten. Yani anlamıyorum derken, sahneleri müzik ile düşünemiyorum. Müzik çok güçlü bir araç. Sonradan koyduğunuzda bütün tasarımı değiştiriyor. Benim filmimin müziğe ihtiyacı olmadığını düşündüm.
Katıksız sinema arayışı belki de… Zaten sinemanın özünde ses, müzik yok.
Doğru, sinemanın özüne inmek istedim. Eksiltme durumu da çok var. Sadece sinemada değil, edebiyatta, resimde… Eksiltme eseri daha kırılgan daha incelikli bir yapıya büründürüyor. İnsan belli bir hikâye anlatma derdindeyken kendini daha iyi anlatmak için elindekileri minimuma indiriyor. Ben de elimden geldiğince planları en aza indirdim.Her şeyi en yalın haliyle anlatmaya çalıştım. Seyirciyi aptal yerine koymamaya özen gösterdim. Tekrar müziğe vurgu yapmam gerekirse, eksiltebileceğim en güçlü araç da müzikti.
Resminden, edebiyattan söz ettiniz. Film yaparken diğer sanat dallarına ne kadar hakimdiniz?
Bunlar film için tasarladığım değil de, beni kişisel olarak besleyen konular. Çünkü hepsi hayatın içinden. Sinema da buna çok müsait. Ama sinema yapmak için referans aldığım konular değil.
Film boyunca seyirci ile belli bir mesafede durma isteği var sanki, neden?
İnsani mesafede kalma arzusundan dolayı. Konu, tavır olarak duygusallaşmaya çok müsait. Ölüm, taşra hayatı… Çok şirin bir de çocuk var meselâ. Ama ben onun şirinliğini göstermemeye çalışıyorum.
Bir sahnede, bir baba – oğul tartışması var. Biz onların çok şiddetli bir şekilde kavga ettiklerini, sert bir kapı çarpma sesinden anlıyoruz…
O da eksiltme hikâyesinden doğdu. İnsanın ayağını bastığı zemin mümkün olduğunca sağlam olmalı. Daha iyi bildiğin daha gerçekçi yapabildiğin şeyi göstereceksin. Beceremiyorsan göstermeyeceksin. Emin olmadığın plânı çekmeyeceksin. Yani o sahnedeki baba ile oğlun kavgası, insanların canlandırdıkları sahneden daha zayıf olacaksa hiç olmasın daha iyi. Pragmatik bir sebebe dayanıyor yani.
Ali için Tatil Kitabı çok değerli ama neden onun için mücadele etmiyor?
Kolayına kaçıyor, diyelim. Filmin geneliyle de çok ilişkili bu durum. Bir konformizm durumu. İnsan zor durumdayken hep kolay yolu seçmeye meyillidir. Çünkü uyum sağlamak en kolayıdır.
Taşra filmleri ve çocuk bakışı, sanat filmlerinin vazgeçilmezi oldu, ne dersiniz?
Taşraya yönelme Türkiye’nin coğrafi yapısıyla ilgili olsa gerek. Çocuk da çok iyi bir anlatım aracı. İstanbul ve diğer şehirler arasında büyük bir ayrım var. Zaten yönetmenlerin kökenlerine de baktığınız zaman -Reha Erdem dışında- çoğunun taşralı olduğunu görürsünüz. Taşra hepimizin meselesi.
İlk filminizle 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde En İyi Film ödülünü almak sürpriz oldu mu?
Sürpriz diyemem ama beklentimin üzerinde bir sonuç. Jüri açısından da çok cesur bir karar. Gerçi filmin kalitesine, yönetmenlerin biyografilerine bakıp karar verilemez. Ancak ilk filmleri küçümseye bayılanlar var. Her neyse, diğer filmler de çok iyiydi. Zaten bu bir yarışma değil. Bir jüri üyesinin beğendiği filmi diğeri beğenmeyebiliyor. Saygı duyulmalı bence. Biz her gittiğimiz festivalden küçük de büyük de olsa ödüller aldık.
Festival filmleri gişe de hayal kırıklığı yaratabiliyor…
Ben öyle düşünmüyorum. Bizim filmimiz çok fazla kafa yormadan da insanların bir şeyler bulabileceği, kendisine yakın hissedebileceği bir film. Bana çok doğru gelmiyor sanat filmi, gişe filmi ayrımı yapmak. Yapay bir tartışma. Yine de gişe konusunda gerçekçi olmakta fayda var. Öyle büyük kopyalarla çıkmayacağız. Adana’da çok güzel tepkiler aldık meselâ. İnşallah vizyona girdiğinde de öyle olur.
Film Türkiye tarihi için çok önemli bir gün olan 12 Eylül’de vizyona giriyor. Yeri gelmişken sorayım, nasıl buluyorsunuz 12 Eylül filmlerini ya da siz bu konuda bir film çeker misiniz?
Çok önemli bir konu. 12 Eylül’e dair birçok film yapıldı ama daha da yapılmalı. Büyük bir toplumsal travmaya yol açan bir dönemdi. Bu anlamda dönemi farklı açılardan ele alan filmleri ilgiyle izliyorum. Ben o dönemi yaşamadığım için buna dair film yapar mıyım bilmiyorum. Zaten siyasi olarak hala 12 Eylül ile hesaplaşmış değiliz. En azından sanat yoluyla bunu yapmak lâzım. Edebiyat, tiyatro, müzik… her dalda çok daha fazla çalışma yapılmalı.
Yeni bir projeniz var sanırım, bahseder misiniz?
Tabii. Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabından bir uyarlama yapma çalışması içerisindeyiz. Zaten Barış ile Tatil Kitabı’nda da birlikte çalışmıştık. Yeni film için finansman desteği arıyoruz. Kültür Bakanlığı’na başvurduk. Her şey yolunda giderse önümüzdeki Mayıs ayında çekimlere başlayacağız. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.)
(11 Eylül 2008)
Gizem Ertürk