“Üç Haydut”, iyi ve kötü olarak kabul ettiklerimizin, pekâlâ, kötü ve iyi de olabileceklerini, aradaki koca gri alanda herkesin iyi ya da kötü şeyler yapabileceklerini, yetim küçük kızla üç soyguncu arasındaki şefkat aracılığıyla o denli büyüleyici bir stilde anlatıyor ki… Yerinizden kalkıp perdeye girerek, oldukça özgün bu çizgi filmin inanılmaz derecede çekici renkleri arasında kaybolmak istiyorsunuz.
“Şantaj”, içinde seksin, paranın, ölümcül tehlikenin olduğu bir entrikada kazanan bile olsanız, sadece ama sadece “aşk için!” her şeyi feda edebileceğinizi, usta işi “yalnızlık görüntüleri” ile öykülüyor: Lütfen jenerikleri de izleyin ve temanın içine nüfuz etmiş müziği sonuna dek dinleyin.
“O… Çocukları” adlı, ‘sinema duygusu olmayan’ fecaati izledikten sonra bir kez daha anlaşılıyor ki, sinema filmi çekmek kolaylıkla altından kalkılabilecek bir iş olmadığı gibi, herkes de sinema filmi çekmek zorunda değildir!
“Hep Seni Aradım”, “ne denli anlamsız gibi gözükse de ayrılıklar, gerçek bir aşkla besleniyorsa eğer, er ya da geç son bulur ve aşk kazanır” temasını, sizi bir şekilde içine çekmeyi başararak işliyor: Kıvrımlı senaryonun hakkını veren oyuncu, görüntü ve müzik yönetimi kayda değer.
“Beni Orada Arama”da, yirminci yüzyılda doğmuş büyük besteci ve şairlerin Tanrılaşmış olanlarından Bob Dylan, aynen onun dünyaya bakışı gibi ‘değişken’ biçimde, farklı dönemlerinde farklı oyuncular tarafından yorumlanmış: Bu seyri zor filme gitmeden ders çalışmanız ve onunla ilgili biraz okumanız, biraz da dinlemeniz gerek; hayranıysanız zaten çoktan görmüşsünüzdür.
“Asla Pes Etme”, çeşitli dövüş tekniklerini katı bir disiplin içinde ve çalışma salonu dışında asla kullanmamak şartıyla birleştiren bir savunma sporunu problemli gençlerin öyküleri içinde kullanıyor; cazip oyuncuları ve zor dövüş sahneleri sayesinde hızla tüketiliyor: Otuz küsur yıldan sonra bile, “Bruce Lee’nin ünlü tekmesi” hala revaçta ve işi bitiriyor!
TEK CÜMLE EKSTRA
“O… Çocukları” Neden Fecaat ve Okura Yanıt:
Neden sinemaya gidersiniz? Neden gişeye para vererek bilet alıp o filmin, o seans için seyir hakkını satın alırsınız? İnsan öyküleri görsel bir dille, görüntü sanatı ile insana dair her şey anlatıldığı için. Bilirsiniz ki, o sinema filmine emeği geçen herkes, o görsel dili en iyi şekilde kalıcı kılabilmek için aylar belki yıllarca çalışmışlardır. Ama eğer “iki arada bir derede”, üstelik de ‘dönem filmi’ çekilmişse sinema duygusunu yansıtmama tehlikesi doğar. Eğer siz 12 Eylül diktatörlüğü fonu ya da eleştirisi önünde, özgürlükleri töre, fahişelik ya da düşünce suçlusu olarak ellerinden alınmak istenen / alınan kadınları anlatmak islemişseniz, çarpıcı bir fikir bulmuş ama o denli de sorumluluk yüklenmişsiniz demektir. Bu filme baktığımızda gördüğümüz şu: Kimse hazırlığını iyi yapmamış. Senaryo bir kuru metinden ibaret. Oyunculuklar dengesiz; çocuk oyuncular dökülüyor. Döneme dair sanat yönetimi yok gibi. Müzik kendi başına hareket etmekte… Kim bunların sorumlusu? Orkestra şefi olan yönetmen!
Üç tane işkenceci, beceriksiz polis ve İtalyan devletinin içindeki bir takım girişimcilerin düşünce suçlularına yönelik yardım çabaları ile dönemin ağırlığını, baskısını, tarih içindeki önemini veremezsiniz zaten; güdük kalır. Geriye ne kalıyor? Aslında tüm bir ülkenin içinde bulunduğu durumu örnekleyen bir ev ve evin gerçekçi patroniçesi ile ona emanet edilmiş çocuklar! Katı gerçekçi bir film değil ama kendi mantığı içinde inandırıcılık iddiası var (finale yakın havalimanı sahnesini yok sayıyoruz). Nasıl inanacağız, nasıl içine gireceğiz? Tamamen ama tamamen tiyatro sahnesinde de sergilense bir şey değişmeyecek metin ve oyunculuklarla mı? İtalya’dan gelmiş kız ile mahallenin bıçkın delikanlısı arasında oluşan cinsel çekim, bu filmde ne denli inandırıcılıktan uzaksa, sahneye girip çıkan fahişelerin traji-komiklikleri de olmamış işte! Yani, reklâmların komik / fırlama çocuğundan mahalle delikanlısı ve banka reklâmlarının sevimli kızından çalkantılı ruh hallerini yansıtması gereken, iki kültür arasındaki kız çıkmamış; Sarp Apak ve Özgü Namal kötü oynuyorlar (sondaki arya da tüy dikiyor)! Kendileri bile inanmamışlar ki rollerine. Ne kadar çalışmışlar, ne kadar hazırlanmışlar meçhul… Geriye kalıyor üç tiyatro oyunculuğu: Küfür ettikçe güldüren Demet Akbağ, rolüne hiç derinlik katamayan Altan Erkekli ve tamamen ‘ezber’ İpek Tuzcuoğlu. Dünyada en zor işlerden biri de yönetmenler için, çocuklar ve hayvanlarla çalışmaktır. Allah aşkına, akıllı çocuğa diyalog ezberletmek başka bir şeydir, onunla duygudaşlık kurarak filme inanmasını sağlamak başka şeydir. İkincisinde devreye çocuklar için gerekli çalıştırıcılar da girer; bu filmde böyle bir çalışmanın olmadığını ya da başarılı olamadığını görmek için eleştirmen olmaya gerek yok.
Peki, onlar kötü, sıkıcı ve kıvrımsız da, senaryo yapısı nasıl? Örneğin her karakterin kendi öyküsünü sahne sırası geldikçe oturup anlatması sinema mı? O tür bir mahalleyi zengin tiplerle renklendirememek, evde –ne bileyim- bir mutfak sahnesi bile becerememek, oyuncuya aynı anda iki trafiği yaptıramamak yönetmenlik mi oluyor günümüz Türk Sineması’nda?
Bu filmi çeken yönetmen “story board” diye bir çalışma yöntemini bilir de neden uygulamaz (“bu konuda çalıştım” derse durum daha da vahim)? Yani oyunculara yükleniyoruz da tüm mesele yönetmen değil mi, yinelersek? Senaryo bizim apolitik sinemamızda bir fırsat yakalamış olabilir. Ama bunu sinema filmi diye satıyorsa gereklerini yerine getirecek.
“O… Çocukları”nın sanat yönetmenleri nerededir? Film 1980’lerde mi, günümüzde mi geçmektedir, belli değildir. Gözümüzün içinde Hürriyet Gazetesi’nin o günkü baskısını sokmak yetmez. Bu çalışma genel atmosferi tüm dokusuyla kurmaktan geçer. Biz dikkat etmeyiz zaten, benimseriz. Öykü akışından daha çok, örneğin objelere dikkat edilirse başarısızlık söz konusudur. O İtalya sahneleri neydi öyle? Opera ülkesinin sınav salonu öyle mi yansıtılır? Bu filmde ‘color correction’ çalışması yok mudur? Farklı ruh hallerine göre renk dokuları neden düzenlenmemiştir?
Kıraç iyi bir müzisyen olabilir fakat bir filmde müziğin işlevselliği konusunda bilgilendirilmelidir. Müzik filmin üzerine çıkarsa, tehlike var demektir. Olur, olmaz yerlerdeki yüksek müziklerle etki arttırılmaz; etki, oyuncu ve sahnenin gücüyle artar, müzik tamamlar.
“O… Çocukları”, bir döneme işaret etmeye çalışan doğru bir fikir ama fecaat bir sinemadır.
Bir söz de filme “7+” yaş sınırı veren alt denetleme kurul üyelerine. “Kabadayı” yaş sınırsız geçmişti (hala çözemedik sırrını). Sizin açınızdan, bu da bir gelişmedir. Yani 7 yaşını doldurup, sekizden gün alan her çocuk, “i. ne”, “g. t”, “ s.k” gibi sözcükler geçen küfürleri rahatlıkla dinleyebilir.
“Tek Cümle” köşesi, benim gibi işini haddinden fazla ciddiye alan ve her filmin olumlu yanlarını bulup çıkartan (bu özelliği meslektaşlarınca bazen eleştirilen) bir sinema yazarının, bir sevgili arkadaşının önermesiyle hayata geçirdiği, sinemaya gitmek için acilen film seçecek seyircinin genel bir fikir sağlaması amacıyla hazırlanmaktadır. Amaç, o filmin düşünce yapısını, ruhunu, varsa farklı özelliklerini, özlü bir-iki cümle ile anlatmaktır. Bu satırların yazarı, yaklaşık 25 yıldır kısa-orta-uzun binlerce eleştiri yazmıştır / yazmaya devam etmektedir. “Tek Cümle”, kısalara örnektir. Slogan atmaz, “O… Çocukları” ile ilgili cümlede de “sinema duygusu olmayan” yargısıyla fecaat demiştir. Sinema duygusu taşımayan film fecaattir bana göre.
Edebiyat tarihini bildiğini varsaydığım Ahmet Bey (soyadını yazmamış), hangi alanda yazarsa yazsın herkesin başucu kitabı, Berna Moran’ın “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri”yi okumuştur. Eleştiri yöntemlerinin çeşitliliği hakkında bir fikri vardır. Bazen tek bir cümle, gereksiz şişirilmiş bir yazıdan daha çok şey anlatabilir. Önemli olan, film-seyirci-eleştirmen arasında kurulan ilişkinin olabildiğince ‘saf bir alan’a çekilmesidir. Kötü olanları yaşam eler, elemiştir. Sanatçı filmini çekerek zaten eleştirilere açık hale gelmiştir; üzerine düşen, aldatıcı-yapay övgüler düzenleri , “kral çıplak!” diyenlerden daha sıkı sorgulamaktır. Düşünen, okuyan, yazan, duygularını canlı tutan okur ise, eleştirmenle yapıcı bir etkileşime girmelidir. Doğrudur; Ahmet Bey tatmin olmamıştır. Film gösterime girmeden yazdığına göre daha fazla bilgilenmek istemektedir. Fakat bunun yanı sıra bir tür “üstten bakış”la, 40 yıldır film izleyen beni, sanki başka hiç yazı yazmıyormuşum gibi sorgulamak hakkı yoktur. Kusura bakılmasın, bu o kadar basit değildir. Bu sayfayı ilk okuyan biri bile amacını anlayabilecekken ve zevk alanlar da varken, sanki okuru hafifsiyormuşum gibi vurgu yapmak iyi niyetle yazılmış bir eleştiri değildir. Zekâsına güvenenler tam da bu güven çerçevesi içinde okur ve alacağını alır Ahmet Bey. Daha fazla açıklama isteme hakkınıza saygım var ama başkaları adına genelleme yaparak bana ders vermeye kalkmanıza saygı göstermem. SİYAD vurgunuzu anlayamadım. Eğer SİYAD’ın 40. yıl kitabını inceleseydiniz, benim de imzamın olduğu yazılarla tarihe notlar düşüldüğünü görecektiniz. O konuda kuşkunuz olmasın, isteyen istediği yerden iz sürmektedir. Bir de şu bedel konusunda “olumsuz hatta kötü bir eleştirinin bedeli vardır, olmalıdır da” derken ne kastettiniz? Benim eleştiri yazılarım olumsuz (yani -şaka gibi ama- yıkıcı) hatta kötü ise bedeli öderim, okunmam, bırakırım. Ama hala yazıyorsam kusura bakmayın, asla “eyvallah etmem”; özellikle Türk Sineması söz konusu olduğunda, hiç ama hiç kimseyle ‘ahbap-çavuş’ ilişkim olmadığından ve beş para etmez filmleri şişirip, pohpohlayarak hatta yağcılık çekerek göklere çıkarıp iyilik ettiklerini sananlar ama aslında kötülük ettiklerini bilmeyenler gibi asla olmayacağıma garanti veririm. Bu konuda en az sizin kadar ciddiyim!
(16 Mayıs 2008)
Sayın Aydan Yıldırım’a Yanıt:
Öncelikle teşekkürler. Adınız ve soyadınızla beni eleştirdiğiniz için…
Lütfen yanlış anlamayın, sizi bilgilendirmek istiyorum: Ben “Tek Cümle“ köşesini 2000 yılından bu yana sürdürüyorum. Amacını anlattım; yinelemeyeceğim. “O… Çocukları” adlı filmi izledikten sonra, bu filmde “sinema duygusunun olmadığını” yazarak bir yorum yaptım. Bana biraz güveni olanlar itibar edebilirler. Eğer “sinema duygusu çok güçlü”, “harika bir film” olarak yazsaydım, yine de “sen beğenmişsin ama neden, açıkla “ diye bir yazı gelecek miydi? Kuşkuluyum.
Gelenden hareket edersek, Ahmet Bey, “açınız bu cümleyi” diyor. Haklı. Tabii ki açabiliriz bu cümleyi. Fakat durumun hassas noktası şu ki, lütfen yazısını dikkatle okuyunuz, ‘hesap’ sormaya varan bir “üstten bakış”la bayağı ders veriyor; bedelden bahsediyor. Ben kendimi Ahmet Bey’den daha iyi tanıdığım ve gerçekten de bu işi sürdürmeye çalışırken, meslek mensupları olarak nasıl hassasiyet içinde sağlımızı bile (haklısınız, sinirlerimizi de) bozduğumuzu bildiğimden, bu haksızlığa bir tepki gösterdim. Hakaret etmem söz konusu bile olamaz. Üslubum sizi rahatsız ettiyse, şahsınızdan özür dilerim. Ancak takdir edin ki, internetin sonsuz boşluğunda çeşitli köşelerden, çeşitli rumuzlarla yazanlara karşı biz adımız-soyadımız-cismimiz-fotoğrafımızla kendimizi savunmak zorunda kalıyoruz. Bu sert üslup, biraz da karşıdakinin ‘görünmemesi’ ile ilgili. Filmle ilgili görüşlerime gelince, fikirlerimi tek başıma da kalsam savunurum (bu arada, filmle ilgili yazdığım yazıyı kısalttığımı belirtmem gerek).
(22 Mayıs 2008)
Sayın Ayşegül Uğur’a Yanıt:
Anlaşılmak ne güzel… Teşekkür ederim.
Saygılarımla.
(05 Haziran 2008)
Ali Ulvi Uyanık
[email protected]