Konuşmalarına “Genco Erkal’dan jüri üyesi olur mu?”, “Yumurta’dan film olur mu?” diye başlayan sinema adam(!)ları için Recep’den film olur. Hemde 4 milyon seyirciyi de peşinden götürür. Çünkü sinema gişe demektir. Gişede para demektir. Tanrı, para; tapınak, gişe; müminlerde seyirci olunca Genco Erkal’dan jüri üyesi, Yumurta’dan film olmaz.
Tabi bu gişe filmlerinin bir formülü var. Bu formül her ülkede sosyolojik olarak en ilkel değerlere göre dizayn edildiği zaman, çok başarılı gişe sonuçları ve kazanç elde etmek mümkün.
Bu iyi bir ticaret adamının sinema alanındaki başarısıdır. Bu işi ticaret olarak yapanlar zaten “sanat” sözcüğünden nefret ederler. Benim bu işi yapana, yani sinema ile ticaret yapana diyeceğim yoktur. Benim itirazım, tüccarın sanatçıyı aşağılamasınadır. Sanat sinemasına seyirci toplayamadığı ve para kazanamadığı için kızıyorlar. Bu konuyu kendilerine dert ediniyorlar. İşte buna hakları yok.
Büyük kentlerimizin eteklerine tırnakları ile pençeleri ile tutunmuş genç ve “kent köylüsü” büyük bir nüfus oldukça, ticaret sineması için sonsuz fırsatlar ve büyük gişe başarıları hep olacaktır. Vandallığa, angutluğa, şirin aptallığa ve ilkel duygulara yönelik her tür güldürü projesi ticaret sinemasının önünde sereserpedir. Ayrıca bu türe hayran bir sinema yazarı (!) sinema düşünürü (!) kitlesi de oluşmuştur. Sinema bahanedir, fırsat ticarettir. Birinin işi para, ötekinin sanat. Herkes işini yapsın. Sanat sinemasından sana ne.
Ancak kazın ayağı öyle mi? Ticaretçilerin gişe başarısı “genç sinemacıları” mıknatıs gibi kendine çekmektedir. Bu şablonun ve başarı formülünün gençler tarafından kabul görmesi, hele sinemacı olmak için gençlerin neredeyse kitle halinde üniversitelere (27 üniversitede sinema eğitimi veriliyor) ve kurslara akın ettiği bir ülkede “sinema sanatı” kavramının yozlaştırılması… işte buna da itiraz edilmesi gerekiyor.
Sanat, yaşadığı toplumun kalbidir. Tüm incelikleri ve muhalefeti içinde barındırır. Bir ülkenin sinema sanatı, halkının macerasını, sevinci ve kederiyle, acısı ve mizahı ile anlatabilmelidir. Son çeyrek yüzyılda bin civarında uzun metraj sinema filmi yapılmış. Bu ülkede yaşayan sinemacıların bu halkın yaşadığı derin acıları (bir – kaç film hariç) yansıttığını söyleyebilir miyiz. Bu ülkede olup bitenler sinema sanatçısının yüreğini yakmaz mı? Bu ülkede olup bitenler tragedya ve komedyanın ta kendisi değil mi? Nerede politik sinema? Bu ülke sinemasının genç Lütfi Akad’ları, Metin Erksan’ları, Yılmaz Güney’leri olmayacak mı? Yoksa sinema sanatının temsilcileri de gözlerini ticaret sinemasına mı çevirdiler? Bunu asla kabullenemiyorum. Öyleyse buna da itiraz edilmesi gerekiyor.
Bir zamanlar bu ülkede sinemacılar halkın acılarını, yaşam mücadelesini ve direnişini hikâye ederlerdi. Şimdilerde ise iki tür sinema var. Birincisi ticaret sineması. Seyirci de orada para da orada. Diğeri toplumsal duyarlılık yerine bireysel duyarlılıkla kişisel sinemalarını oluşturmaya çalışan art – house sinemacılar, yani “sanat sineması.” Bu ikinci türü inatla ve içtenlikle sürdüren “has” sinemacılar henüz toplumun vicdanı olmayı başarabilmiş değiller ve filmlerini büyük bir kitleye ulaştıramıyorlar. Ancak dünya sineması içinde bir “Türkiye sineması”ından bahsediliyorsa bu sinemacılar sayesindedir.
Sinema sanatını kitlesel ve evrensel kılan güç, içinde yaşadığımız modern toplumun vicdanı olmasıdır. Geçtiğimiz yüz yıl içinde sinema bu gerçeği kanıtlamıştır. Bu gerçek bizim için de geçerli olmalı.
Toplumumuza ne yazık ki silâh zoru ile dayatılan bir anayasa ile çeyrek yüz yıldır yaşıyoruz. Tüm alanlarda tam bir çözülme ve çürüme. Yargıdan eğitime tüm toplumsal sistemlerimiz yetersizlik içinde. Kentler ve kıyılarımız yağmalanmış, kültürel dokusu harap edilmiş, yoksulluk ve çaresizlik kentlerin eteklerinden merkezine doğru hızla yürüyor. Peki, yaşanan alt – üst oluşu, yani bu sosyolojik devrimi, yani bu kahrolası çeyrek yüzyılımızı yansıtan bir sinemamız olduğunu söylemek mümkün mü?
Bir sinemacı için hazine değerinde olan Türkiye halkının acılarını biz filme çekmeyeceksek kim çekecek?
Bu ülkede yaşamıyor muyuz ? Belki de…
Öyleyse: İtalyan opera sanatçısına Gebze’de Mozambikliler tecavüz etti? Hırant Dink’i Şişli’de İtalyanlar öldürdü? 10 yaşındaki okul çocuklarının bileklerini Adana’da Fransızlar kırıyor? 84 yaşındaki İlhan Selçuk’u İstanbul’da Danimarka polisi gözaltına aldı?
Hangi ülkede devlet, siyasi iktidarı ile davalı? Hangi ülkede seçim sandığını tarikatlar ve satılık aşiretler belirliyor? Hangi ülkede 40 yaşındaki katiller üniversite öğrencisi kılığında kurşun atıyor? Baharı Karşılama Bayramı hangi ülkede bir korku filmi gibi yaşanıyor? Hangi ülkede her gün darbe oluyor?
Bu sefalet tanıdık geliyor mu? Evet sefaletin sineması değil, sinemanın sefaleti.
(08 Mayıs 2008)
Sabahattin Çetin
Yazınızın bazı bölümlerinde haklısınız. Ama unutmayın ki sinema milyon dolarlara mal olan bir iş. Eğerki sanat sineması yapan bir yönetmen kendi cebinden para harcayıp düşüncelerini bir idealist olarak perdeye yansıtmışsa ve “İzleyici sayısı umrumda değil” diyorsa ona “Bravo” derim. Ama bütün servetini filme yatırıp borçlara giren bir sinemacının bazı yönlerden ticari olmasını eleştirmeniz doğru değil. Yani ticari sinemayıda kategorilere ayırmak gerekir. Hem ticari sinema yapıp hem de memlekete veya dünya meselelerine dair birtakım fikirler ortaya atmakda bir yetenek ve özveridir. Ayrıca az parayla film yaptığı ve sırf politik bir meseleye değindiği için kendine büyük sanatçı diyen onlarca sinemacımız da var, onları da unutmayalım!… Öncelikle yapılan filmin sinemasal ve sanatsal estetiği arasındaki bütünlüğe bakmak lâzım, gişeye veya bütçeye değil… Bu benim fikrim vesselâm!