Sadece sinema seyircisi idik o zamanlar, çocuktuk. Sinemada yalnız filmin kahramanları vardı, esas oğlan ile sevgilisi genç kız. Ama filmlerde başka şeylerde vardı, henüz farkında olmadığımız. O zamanlar filmleri tanıtmak için el ilânları dağıtırlardı, onları biriktirirdim, bir de artist fotoğrafları. Tabii bunlar yabancı oyunculardı, yerli oyuncuların kartpostalları çok sonraları piyasaya çıktı. Hep yanımda taşıdığım bu artist resimlerinin (oyuncu fotoğrafları) en üstünde, o zaman en beğendiğim oyuncu olurdu, bu ise bir süre Alan Ladd oldu. Ondan sonra da yerini başka biri almadı, merak zaman içinde tavsadı.
Filmlere giderken öncelikle oyuncularına baktığımızdan, herkesin kendince favori olarak tuttuğu oyuncular, toplam olarak 8 – 10 kişilik bir grup oluşuyordu. Bu arada benim için hiçbir zaman birinci sıraya çıkmasa da Richard Widmark her zaman değişik bir tip olarak kalmış, hiç üçüncüden aşağı inmemişti. Geriye doğru bakınca, ilk kez, pek bir şey çağrıştırmayan, sadece askeri bir doktoru oynadığı, salgın hastalık çıkan bir gemide geçtiğini sandığım, herkese ilâç zerk ettiği bir film olarak No Way Out’u (Can Düşmanı) hatırlıyorum. Arada başka bir çok filmi var tabii ama siyah / beyaz bu filmden sonra renkli ve cinemascope bir film olarak Hell and High Water’da (Denizaltı Cehennemi) oynadığı denizaltı kaptanı rolü bizim evde bir olaya neden olmuş ve ağabeyim ile kuzenim (teyzemin kızı) arasında -hiç bitmeyen- kaptanlık mücadelesi yıllarca sürmüştü. Ağzını çarpıtarak gülüşü ve oldukça yakışan kaptan rolü ile bu film benimde unutulmazlarım arasına girmiştir. Hele hele Prangalı Mahkûm filminde mısır püskülü gibi sarı saçları ile tek başına verdiği mücadele ile favorim olmuştu ama eninde sonunda bir serüven filmi idi.
Yıllar sonra sinema serüvenlerimiz devam ederken evimize televizyon girdi, yerli dizilerin henüz başlamadığı (veya çok az olduğu) günlerde TRT -yanılmıyorsam- Perşembe günleri dönüşümlü olarak dört dizi yayınlıyordu. Başrollerinde popüler Hollywood oyuncularının oynadığı bu birbirinden değişik dizilerde kimler yoktu ki. Bir Tony Curtis, bir George Peppard, bir Robert Wagner / Eddie Albert ikilisinin yanı sıra Richard Widmark da ilerlemiş yaşına rağmen, tutuklama yaparken söylemesi gereken sözleri gözlüğünü takıp ancak okuyabilen ama tuttuğu her şeyi de çözümleyen komiser Madigan tiplemesi ile yine gönlümü fethedecekti.
Yukarıda değinildiği gibi daha bir çok film -daha da önemli filmler– var ama yine de her filmin sonunda The End yazıyor. (Bertrand Tavernier’in filmlerinin sonunda FIN yazmadığını fark ettiğimde çok hoşuma gitmişti ve anımsadım Yılmaz Güney’in Umut filminin sonunda da SON yazıyordu, umut yazıyordu.)
Ve bir gün bir gazete haberi, eli şırıngalı doktor, denizaltı kaptanı, kişisel savaşını veren kahraman, dahası cowboy-lar, kuzeyli subay-lara (mavi urbalı), varan sadist katil–lik* ile başlayan sinema serüveninde bir gün boş film geçmeye başlar, bir yıldız aramızdan ayrılmıştır ama alttaki makarada unutulmaz görsel anılarımız, tekrarlanabilir durumda durmakta. Tekrar keyfine varmak elimizde.
(01 Nisan 2008)
Orhan Ünser