Bir karenin dört köşesini imleyen dört adam. Karenin merkezinde bir başka adam… Adeta bir tiyatro sahnesi. İşte Polis filmi, böyle bir sahneyle açılıyor. İnsana Dogville’i anımsatan bir giriş bu. Sinemayla tiyatronun birbirine karıştığı, zamanla mekânın yok olduğu bir an…
Kamera adamların etrafında dönüyor. Hepsi takım elbiseli, kravatlı. Hepsi hareketsiz. Eyleme geçmek için bir işaret bekler gibiler. Ortadaki adam -ki Halûk Bilginer’in canlandırdığı Musa Rami karakteri bu- altmış yaşlarında bir cinayet masası polisi.
İlk hareketin ardından devinim başlıyor. Dört kişiyle, üstelik hepsi genç dört kişiyle dövüşen Musa Rami, ilk anda insanın zihninde Cüneyt Arkın anıları canlandırsa da, kameranın hareketleri ve ara sıra sislenen görüntü sayesinde estetik hale getirilmiş bir sahne bu. Onu izleyen sahne, yani adamların patronunun –ünlü mafya ailesi İzmitli’lerin oğlunun- arabadan indiği sahne, yine o tiyatro – sinema karışımı, yitik zaman – mekân duygusunu yaratıyor insanda. Sanki kötülüğün karanlığından sıyrılıp, saflığın aydınlığına sarılmak ister gibi, ayakkabısından ceketine, pantolonundan elindeki şemsiyeye kadar beyazlara bürünmüş olan adam, buna sebep. Bir de karakterlerin ağzından dökülen, her biri uzun tiradlara kaynak olmaya aday cümleler…
Kısa aralıklarla Musa Rami’nin tabancasından çıkan kurşun sesleri ve o beyaz bütünlüğü bozan koyu kırmızı kanın görüntüsüyle, yitirdiğimiz zaman ve mekân duygusuna kavuşuyoruz. Ya da öyle sanıyoruz… Çünkü film boyunca, gerçeküstü ile gerçeğin, şimdi ile zamansızlığın arasında gidip geleceğimizi henüz bilmiyoruz.
Mesleğinin zirvesinde olan, hatta genç meslektaşlarınca “hoca” olarak kabûl edilen Musa Rami karakteri, her ne kadar devlet için çalışsa da, kendi kuralları olan biri. Yalnızlık kişisel tercihi gibi. Onu seven bir ailesi var. Onlarlayken büründüğü düşünceli baba – şefkatli dede kimliği, kişiliğinin bir başka parçası belki. Ama aslında, adımlarını tek kişilik atıyor hep. Ne getireceğini düşünmeden. Film, işte bu noktada bir gerçeğin altını çiziyor: hayatta attığımız her adımın bir bedeli var. Kendimizin ve sevdiklerimizin ödeyeceği bir bedel.
Musa Rami, farklı bir adam. Hareketleri kadar, düşünceleriyle de farklı. Peşinden saatlerce sürüklenip gidebileceğiniz fikirler sürüyor ortaya. Yaşamın çok içinde bir noktada başlayıp, karanlık, bilmediğimiz için karanlık, bir yöne götüren tezler… Düşünüyorsunuz, “bir kurşun zamanı ikiye bölerek ilerlerken”, bir silâhla birini öldürmek mümkün mü?
Musa Rami dindar bir adam. Namaz kılıyor, dua ediyor. Bilinmezci bir felsefesi var gibi gözükse de, yaşam biçimini alttan alta Allah inancına dayandırıyor. Ama bu yaşam, genel geçer toplum kurallarının sınırlandırdığı bir yaşam değil asla. Öyle ki, kendisinden kırk yaş küçük bir kıza aşık olduğunda, bunu göğsünü gere gere söyleyecek ve kıza evlenme teklif edecek kadar da cesur.
Filmin altını çizdiği bir başka gerçek de, yaşamımız akıp giderken, bir başka insanın yaşamına her hangi bir anında değdiğimiz ve bu anın gerçeğinden bihaber oluşumuz. Birine telefon ettiğinizde onun ne yapıyor olabileceğini hiç düşündünüz mü? Siz ona sıradan bir haber verirken, onun masasındaki kesik bir başa bakıyor olabileceğini?
Polis, yönetmen Onur Ünlü’nün ilk uzun metrajlı filmi, Ama sadece onun için değil, Türk sineması için de yeni bir dönemin başlangıcı sayılabilir. Türk sinemasında çok da alışık olmadığımız düşündürücü diyaloglar sunuyor film. Diğer yandan aksiyon ve dram türlerini öyle ustaca birbirine yediriyor ki, adını bilmediğimiz bir tür çıkıyor ortaya. Öyle ki, izlerken duygudan duyguya geçiyorsunuz. İşte Polis, tüm bu özellikleri, Halûk Bilginer’in nefes kesen oyunculuğu ve içinde barındırdığı küçük sürprizler için izlenmeye değer bir film…
(09 Şubat 2007)
Gülay Oktar Ural